24 Ocak 2010 Pazar

Ece Temelkuran ile "Muz Sesleri" üzerine../Devrim Sevimay

“Muz Sesleri”nde dokuz ay kaldığı Beyrut’u anlatan Ece Temelkuran: “Türkiye de Ortadoğulu ama bilmiyor”

Kafan karıştı değil mi senin? İşte Beyrut budur. Buraya gelmemiş olanlara burayı nasıl anlatacağını bilemezsin!” dedi Ece.

Golden Tulip otelinin 501 numaralı odasında söyledi bunu. Çünkü o sırada ben tam da Ece’nin dediği gibi kara kara düşünmekteydim; “Burayı neresinden, nasıl başlamalı anlatmaya?” diye...

Uçağımızın Refik Hariri Havalimanı’na indiği saat 15.00’ten ertesi akşamki şu saatlere kadar Beyrut sokaklarında yürüyor, deli gibi sürekli Beyrut’u konuşuyorduk. “Muz Sesleri”nin Ece’si, bir Hamza’yı anlatıyordu bana, bir Filipina’yı, Marwan’ı... Onların hayatındaki bir lahzanın nasıl dünyalara bedel olduğunu... Sonra her nasılsa konu birden Flanjistlerin hikayelerine geliyor, diyelim karşı kaldırıma geçtik, orada da Oxford’a, Batı’ya dönüyordu.

Korniş’te göğüslerinin güzelliğini fanilerden esirgemeyen yüce bir Arap kadını mı gördük; kadınlardan... Her kadına “Sen dünyanın en güzelisin” der gibi bakan merhametli Arap erkekleri az evvel yanımızdan mı geçti; erkeklerden... Sonunda eski, dökük bir Mercedes takside, yorgun, otelimize dönerken bile Beyrut’un niye dişil değil de eril dünyaya geldiğinden...

Her bahis yeni bir başka bahsi açıyor, bir yandan Ece, bir yandan Beyrut konuşuyordu. Ece’yle Beyrut birbirine karışmış gibiydi. Besbelli Ece, Beyrut’un olmuştu ve bu arada Beyrut da sadece bir şehir değildi. Ben ise hem Beyrut’u hem Ece’yi ama en çok da muzların sesini (bunun ne anlama geldiğini birazdan okuyacaksınız) dinlemeye çalışırken artık ipin ucu kaçmıştı. Acaba anlatmaya neresinden başlanmalıydı?
İlk aklıma gelen kare birinci günün akşamı. Her yerAkdeniz laciverti olmuş. Kıyıda en net seçilebilenler beyaz dalgalar, ciplerin farları ve bir de palmiyeler... Biz otel Bayview’in 15’inci katındaki terastayız. “Beyrut yerine herhalde İzmir’e geldik” diye aşağıya hafif şaşkınlıkla bakıyorum.
Ece cep telefonunu karıştırıyor, habire bir şeyler arıyor. Sonunda “Hah buldum” diyor. Hemen dokunuyor çalma karesine ve işte o anda, Fairuz’un sesi semayı kaplıyor. Bu kadın bir şehre değil, resmen sevgilisine sesleniyor... Elinden alınmak istenen, işgal edilen, içi karışan sevgilisine:
“Benimsin sen ey Beyrut! Benimsin...”
* * *
501 numaralı odada işte bu az önce okuduklarınızı söyledim Ece’ye, “Acaba böyle mi anlatmaya başlamalı niye burada olduğumuzu?” dedim. Yoksa acaba Ece’nin “Her şeye karar verdiğim yer” dediği Al-Manara’daki masaya mı oturmalı önce? Ya da “Muz Sesleri”nin başrol oyuncusu Jetawi yokuşuna mı gitmeli? Elbette ilk soru “Romandaki Deniz sen, Tunç da Özgür mü?” olsa bu yazı meraklılarına cazip gelir ama galiba benim için yine en muteberi, en basiti olacak. Yani uçaktan inip Hıdır’ı beklerken oturduğumuz kaldırımdaki ilk dakikalar...


İlk ne zaman geldin buraya?

2006’da İsrail işgalinden bir hafta sonra, sekiz gün kalmıştım.

İlk görüşte aşk mıydı?

Hemen aşk. Nedenini de söyleyeyim, savaşa bu kadar alışkın olmaları. Burası çok küçük bir şehir aslında. Bizim Bebek’le Taksim arasından bile daha küçük. Fakat düşün, Taksim’de bombalar atılıyor, Bebek’tekiler o sırada içki içiyor.

Nesine âşık oldun bunun?

Bu deliliğe ve savaşın yarınsızlığına. Aslında çok korkunç bir şey yarının olması çünkü o zaman hep plan yapmak zorundasın.

Yani vurdumduymazlık değil, yarınsızlık...

Bu yarınsızlık ve tam Türkçesi yok bu sözcüğün, “resilience” demek gerekiyor. Yani düştüğü yerden esneyip, tekrar ayağa kalkma becerisi. Bu şehrin büyüsü bu. Burada yarın yok. Yarın olmayınca emniyet duygusu da yok. Emniyet duygusu olmayınca da korku yok. Onun yerine dalga geçmek ve hiç kimse olmak var.

Muzlardan çıkan çuk çuk sesleri

Bir daha gelmeye nasıl karar verdin?

2006’da İstanbul’a döndüğümde bir dostumun annesine burada gördüğüm büyük muz plantasyonlarını, bahçelerini anlatıyordum. Tuhaf gelmişti; bir yandan savaş sürüyor, bir yandan muz tarlaları var. Bunun üzerine Öznur hanım, ki zaten kitabın teşekkür bölümünde onun da ismi var, muzların nasıl doğum yaptığını anlattı. Ses çıkardıklarını söyledi büyürken, “çuk çuk” diye. Böyle elin birbirine yapışık parmakları gibi çıkıyorlar ilk önce yeşil ve büyüdükçe “çuk çuk çuk çuk” ayrılıyorlar. Sonra ben Beyrut’a 2008’de Hizbullah’ın düzenlediği bir toplantı için geri geldim. Araştırmaya başladım bu muz işini, baktım Beyrut’ta kimse bunu bilmiyor.

“Bu şehir büyük bir ön sevişme”

Muz ülkesinde muzların sesini hiç duymamışlar mı?

Hayır çünkü Beyrut çok gürültülü bir şehir. Hem çok korna hem çok inşaat hem çok insan.Ortadoğu böyle bir şey zaten. Her şey bağırış çağırış, her şey gürültüyle, o yüzden de aşağıda olup bitenlerin sesini hiç duyamıyorsun. Fakat sonunda ben güneyde muz tarlasında çalışan bir adam buldum. Dedim ki “Muzların sesleri var mı? Büyürken ses çıkarıyorlar mı? Kimse bilmiyor, herkes benimle dalga geçiyor.” Adam “Var tabii. Çuk çuk çuk çuk” dedi. Bunu duyduğum anda Ortadoğu’nun bu karmaşası, keşmekeşi içinde duyulmayan her şeyin, naif olan, zarif olan ne varsa onun adının “muz sesleri” olacağına karar verdim.

Bu arada yanımızdan geçen kadınların neredeyse tamamı mini etekli, çizmeli mizmeli; nasıl oluyor bu...
Söyledim sana, “En güzel giysilerini getir” dedim. Şimdi kendini kötü hissedeceksin çünkü herkes çok şıktır Beyrut’ta.
Türbanlısı türbansızı bütün kadınlar olağanüstüdür. Herkes flört eder. Özellikle Korniş’te göreceksin, aslında resmen bu şehir büyük bir ön sevişmedir. Arap dünyasının “piyasa”sı burasıdır. 60’larda tam Paris’miş. Şimdi ise hep yeniden Paris olmaya çalışan bir şehir. Bu çok acıklı bir şey aslında. Kitapta da anlattım.

“Savaşırken daha canlı bir şehir”

Ama şu havalimanında gelen geçene bakılırsa savaşlar o kadar da etkilememiş...
Zaten savaşı bir ilkellik, yoksulluk falan olarak görme. Savaşın olduğu yerde çok para oluyor. Mesela İran buraya acayip para akıtıyor ve burası savaştayken inan çok daha canlı bir şehir. Edward Said’in kardeşi benim buradaki ahbabımdır. O bir gün bana demişti, “Herkes savaştan nefret ettiğini söyler, inanma. Biz savaşta daha mutluyduk. Çünkü savaşta bir ümidimiz vardı. Şimdi ise sadece güzel binalarımız var.”

Devrim Sevimay, Ece Temelkuran ile Beyrut sokaklarında konuştu

İki gün boyunca Beyrut’un sokaklarında “Muz Sesleri”nin izini takip ettik. Filipina Marwan’ı ilk nerede gördü, Zeynab hanım o önemli konuşmayı hangi kafede yaptı, Deniz nereye geldiğinde romanı kimin yazdığı karıştı, tek tek dolaştık “Muz Sesleri”ni...


“Muz Sesleri” rehberi
Al-Manara: Deniz feneri. Ece’nin kitaba karar verdiği yer.
Hamra: Ece’nin kitabı yazdığı mahalle. İstanbul’un Cihangir’i gibi.
Saint Francis Kilisesi: Romanda Filipa’nın Beyrut’taki tek silahsız, örgütsüz cemaat olan Filipinlilerle tanıştığı yer.
Şatila: Romandaki Dr. Hamza’nın da öldüğü, 1982’de büyük katliamın yaşandığı ve şimdiHAMAS’la El-Fetih’in denetiminde olan kamp. Ece’yle buraya girmek istemedik.
Costa Cafe: Beyrutluların çatır çatır siyaset tartıştığı, Ece’nin de aylarca her sabah kahvesini içtiği yer.
Dahye: Hizbullah’ın bölgesi. Romanda ise Marwan’ın Filipina’nın “kadını” olduğunu ilk anladığı yer.
Manuşi: Peynirli, ince lahmacun. Hikayede bir şefkat simgesi. Eğer Beyrut’a gelirseniz mutlaka Bliss caddesindeki Zeit wa Zahtar’da yiyin.
Korniş: İzmir’in veya Mersin’in kordonu gibi. Ece’nin yazdığı en iyi şeylerden biri olduğunu düşündüğü lokum sahnesi burada, Amerikan Üniversitesi’nin yanından inen merdivenlerin sonundaki inşaatta yaşanıyor.
Jetawi Yokuşu: “Muz Sesleri”nin başrol oyuncusu. Doğu Beyrut’taki Aşrafiyya mahallesinde. Farklı dini ve etnik gruplardan insanların birlikte yaşayabildiği tek küçük alan.
West Houses: Hamra’daki Jeanne d’Arc sokağında, Ece’nin bu kitabı yazarken yaşadığı stüdyo ev.
Abdülkadir Abdelli: Orhan Pamuk’un da çevirmeni. Kitap yazın Arapça basılacak.



“Buraya tarih ve doğa için değil, hikaye dinlemek için gelinir”

Beyrut’a turist olarak kimler gelir?

İpini koparan gelir. Ama tarihi, doğası için değil. Burada öyle görülecek bir şey yok. Arkadaşlarım geldi, “Eee nereye gideceğiz?” dediler. “Bir yere gitmeyeceğiz, burada duracağız” dedim. Akşam oldu, birileriyle tanıştılar ve acayip hikayeler dinlemeye başlayınca anladılar; burada hikaye var. Zaten insanların çoğu da bir hikaye peşinden buraya geliyor. Dününden ve yarınından bir şekilde atılmış olanlar kendini Beyrut’ta buluyor. Burası sanki bir evsizlik mekanı.

Sen de mi bunun için buraya geldin?

Alakalı tabii. Türkiye çok zor bir yer. Burası ise bana daha başa çıkılabilir geliyor. Burada her şey daha net. O yüzden de benim gibi hikaye peşinde biri için burası dünyanın hikaye başkenti. Ben buna sonsuz iman ettim.

Neye?

Aslında benim hikayelerden başka bir evimin olmadığına... Bu böyle değilmiş gibi yapmaya çalışmışım yıllarca, ama gerçekten hikayelerden başka evim yokmuş benim.

“Bu kitap eve dönüş biletim”

Gazetecilik?

Tamam, gazetecilik de bir tür hikaye kaydı, ama hakikati anlatmak için haberden çok asıl hikaye anlatman gerekiyor. “Merhaba ben gazeteciyim” dediğinde insanlar başka bir pozisyon alıyor, “Merhaba ben bir hikaye yazıyorum” dediğinde ise bambaşka. Sana bir gazeteciye anlatmayacaklarını anlatıyorlar ve ben de bir gazeteciye anlatacakları şeylerle çok ilgilenmiyorum artık. İnsanların “Dur sana en kederli hikayemi anlatayım” diyecekleri anı beklemek benim için daha güzel.

Bu bir değişim mi o zaman?

Aslında bu benim başlangıç noktam. Ben zaten hep hikayelere bakandım. Ancak sonra iş gazeteciliğe, zamanla bir isim ve soyisme dönüştü. Benim 18 yaşımdan beri yazdığım her satır yayımlandı neredeyse. Uzun yıllardır peçetelerin üzerine bir şey yazmıyorum çünkü bu kadar kalabalık yazıyla ilişkimi bozdu. Yazı içimden damla damla akıttığım bir şey olmamaya başladı. Olmadığı her an da çoğaldı. Sonunda o kadar birikti ki oraya dönmek istedim. Kimseye göstermek için değil, içinde kaybolmak için yazmaya dönmek istedim. Bu kitap o anlamda benim eve dönüş biletim aslında. Kendim için yaptığım en önemli şey. Ve ben bunu sadece Beyrut’ta yapabilirdim.

“Burada kimden korkman gerektiğini bakışlardan anlamalısın”

“Muz Sesleri”ni yazmaya ne zaman başladın?

Beyrut’a 2008’de ikinci kez gelip, dört-beş gün kaldıktan sonra Oxford’a gittim ve dedim ki oradakilere, “Ben sizlerle bir proje yapmak istiyorum. Yoksulluk ve İslami hareketler arasındaki ilişkiyi araştıracağım.” Hoşlarına gitti, ben de ön çalışma için hemen buraya geldim. Tarih Ocak 2009. Tam Hizbullah’ın kapanma kararı aldığı bir dönem. Kimseyle konuşamıyorsun. Sürekli oturuyoruz, sohbet ediyoruz ama bir şey çıkmıyor. Sonunda bir gün, tam da bu marinada, karşımda oturmuş tespih çeken bir Hizbullahçıya derdimi anlatmaya çalışırken tuhaf bir şey oldu içimde. Sanki kafamda bir kapı açıldı birden ve yapmak istediğim şeyler için ne kadar az zamanım olduğunu fark ettim. İşte o anda kararımı verdim; “Benim bu şehirde kalmam lazım ve benim bir roman yazmam lazım” dedim.

Burada kalmaya nasıl başladın?

Bayağı tası tarağı toplayıp geldim, ev tuttum. Çünkü bir hikaye insanı çağırınca oraya gidiliyor. Burası da beni çağırdı, ben de geldim.

“Gece evinin kapısı kırılsa hesap soramazsın”

Pahalı olmadı mı, zor olmadı mı?

Hiç aklına öyle havalı durumlar gelmesin. Son derece az parayla, kendi paramla yaptım. Oxford da öyleydi zaten.

Sonuçta Beyrut burası, tek başına aylarca hiç mi korkmadın?

Burada devlet yok ve gece evinin kapısı kırılıp başına bir şeyler gelirse hesap dahi soramazsın. Evet, bundan bazı geceler korktum. Ama burada neden ve kimden korkman gerektiğini bilirsen genel anlamda sorun yok.

Onu nasıl bileceksin?

Bakışlardan...

Nasıl geçiyordu bir çalışma günün?

Öğleden öncesi internetten Türkiye gündemi, yazı vs. Sonra buradaki gazetelerin, çeşitli merkezlerin arşivlerine gidip ilanlarına kadar her şeyi okuyordum. Hikayemi kurguladıkça geçtiği yerlerde dolaşıyordum. Her yaştan ve her meslekten diyebileceğim bir sürü insanla tanıştım, onların hikayelerini dinledim.

“Arapça öğrenebilmek için çok uğraştım”

Bu arada bir de Arapça öğrenmişsin; bayağı Arapça sohbet ediyorsun burada, onu nasıl yaptın?
Yurtdışından yaşamaya gelenlerin çok gittiği bir enstitü var burada. 2,5 ay oraya gittim ama çok uğraştım. Arapça gerçekten çok özel ve çok zor bir dil. Bir harfin kullanıldığı yere göre üç ayrı hali var mesela. O kadar karmaşık ki ben artık sonunda Arapların herhalde “Bizi çöle çaktılar, biz de gelecek nesillerden güzel bir intikam alalım” diye böyle bir dili bulduklarını düşünmeye başladım.

Kaç ay yaşadın burada?

Al-Manara’da karar vermemden burada bırakacağım eşyaları Etiyopyalı temizlikçi kıza bıraktığım gün arasında geçen zaman dokuz ay. Eylülün ilk haftasıydı, Türkiye’ye döndüm.

Sen dönebildiğine emin misin?

Hayır, dönemedim. Robert Fisk de dönemedi mesela. Korniş’te evi var ve gidemedi buradan. Buradan gitmek kolay bir şey değil, bu bir bağımlılık. Ve kesinlikle burası benim şehrim. Dünyada en sevdiğim şehir. İzmir, Ankara, İstanbul, Londra, Paris, Diyarbakır... Ben hiçbirine ait hissetmedim kendimi ama tuhaf bir şekilde buraya tutuldum. Üstelik çok mutlu olduğum için de değil. Zaten mutluluk hiçbir zaman çok talep ettiğim bir şey olmadı hayatta ama saklıyor burası insanı sanki. Burada kimse oluyorsun. Hiç kimse olmak ise çok güzel bir şey çünkü o zaman herkes olabiliyorsun.

“Oxford’a da Beyrut’a da kafa tutarsan seni yener”
Kendini Beyrut’ta batılı, Oxford’da da doğulu gibi mi hissettin?
Tam tersine burada çok doğulu, Oxford’da da çok batılı hissettim. Biliyor musun, aslında bu kadar Ortadoğulu olduğumu bilmiyordum. Kaldı ki Türkiye’nin de Ortadoğulu olduğunu ama bunu henüz Türkiye’nin de bilmediğini düşünüyorum. Çünkü bu bir dünyanın güney yarımküresi hissi ve biz o histen, yani “ezilen tarafız” hissinden kaçıp duruyoruz. Oysa gelip biraz Ortadoğu’da yaşansa bunun böyle olmadığı, Türkiye’nin de Ortadoğulu olduğu hemen anlaşılır.

Ne olunca anlaşılacak?
Hani yılbaşı falan için Paris’e marise gidiyorlar ya. Oralarda hissettikleri ve o hayata dair bir sürü ayrıntıyı öğrenerek, tekrar ederek kendilerinden bile sakladıkları rahatsızlık hissini burada yaşamayacaklar. İşte o zaman anlayacaklar ki “Evet, ben Ortadoğuluyum.”

Sen İzmirlisin, sence İzmir de mi Ortadoğu?
En azından Batı değil, onu biliyorum artık. Bu arada İzmir’le Beyrut da çok aynıdır.

Oxford’la Beyrut’un benzeyen bir yanı var mı?
İkisine de kafa tutarsan seni yener. Beyrut bir hareket, belki bir taksiciyle veya bir dilenciyle yener. Oxford ise seni yok sayarak yener.

Ya en büyük farkı?
Batı yoğunlaşmak, düşünmek ve köklenmek demek. Yani yarın demek. Beyrut ise sadece bu an ve şaşırmak, sürekli şaşırmak.


“Beyrut’a ihanet etmedim, zaten o kadar çok kişi ediyor ki”

Bu kitabı bir Beyrutlu okuduğunda sence ne düşünecek?

Çok şaşıracak çünkü kitabı yazarken anlattığım Beyrutlular çok şaşırdı. Kimsenin bu şehirle ilgili umursamadığı şeyleri umursuyor olmama şaşırdılar. Bu kitabı batıya değil, doğuya yazmış olmama şaşırdılar. Oysa Türkiye’deki yazarlar giderek daha fazla batıya yazıyorlar. Ben ise bir Amerikalının veya bir İngilizin ne düşüneceğinden daha çok bir Beyrutlunun ne düşüneceğiyle daha ilgiliyim. Çünkü hikayelerine çok ihanet edilmiş bir şehir bu. Tıpkı Türkiye’ye yapıldığı gibi. Hani yabancı gazeteciler gelir, üç günde Türkiye’yi tahlil edip giderler ya, ben ihaneti Beyrut’a yapmadım. Zaten o kadar çok kişi ihanet ediyor ki Ortadoğu’ya...

Peki bir Oxford’lu okuduğunda?

Çok gülecek çünkü tam anlattığım gibi Oxford. Ama asıl ben bir Türkiyeli okuduğunda ne olacağını merak ediyorum. Çünkü dış dünya hep bize, yani bütün Ortadoğu’ya, “Sen sadece kendi hikayeni anlatabilirsin. Ama sen gidip başka bir ülkenin romanını yazamazsın” diyor. Bu çok sömürgeci, üçüncü dünyayı çok aşağılayan bir tutum. Eğer adlı adınca söylersem ben buna kafa tutmak istedim. “Hayır, ben de gidip başkasının hikayesini yazabilirim ve sen beni kendi hikayeme mahkum edemezsin” demek istedim. Bakalım bu tavır Türkiyelilerde nasıl bir ilgi uyandıracak, onu merak ediyorum.

KAYNAK: http://www.milliyet.com.tr/Pazar/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=pazar&KategoriID=26&ArticleID=1181080&Date=03.01.2010&b=%93Tuhaf%20bir%20sekilde%20Beyruta%20tutuldum%94