30 Haziran 2009 Salı

Güle güle Kemal abi...



soL (HABER MERKEZİ) Ünlü şair Kemal Özer, geçirdiği kalp krizi sonucu vefat etti. 74 yaşındaki Özer, İkinci Yeni akımıyla başladığı şiir serüveninde toplumcu gerçekçiliğe yönelmiş, sayısız özgün eser vermişti.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olan Özer, 1960 yılında 1981 yılına dek Cumhuriyet gazetesinde çalıştı. Ardından kitapçılık ve yayıncılık faaliyetleri sürdüren Özer, Şiir Sanatı, Yeni a, Varlık gibi dergilerde de çeşitli görevler almış, yazılar kaleme almıştı. Kemal Özer, 1999-2000 yıllarında Türkiye Yazarlar Sendikası’nın ikinci başkanlığını yapmıştı.

Kemal Özer'i şiirleriyle uğurluyoruz...

Bir Yürüyüşün Sonunda Şarkı

Gökyüzü ilk kez benim, çünkü yukarıya
kaldırınca parmağımı değecek kadar yakın

Deniz benim, ilk kez benim, sularını ayaklarımla
köpürtecek, sesini dolduracak kadar avuçlarıma

Rüzgâr ilk kez, sözcükler ilk kez benim, yelelerine
tutunup da uçacak kadar, uçuracak kadar yüreğimi

Bir yürüyüşün sonunda uç veren kanatlarla
acıyı silebilirim, yazıldıkça alnına çocukların

Bir adımda geçebilirim kentin ıssızlığından
göğün, rüzgârın, denizin coşkulu kalabalığına

İlk kez benim, ilk kez soluğunu elimde
bir bayrak gibi tutuyorum,
bir daha bırakmamak üzere...



KAYNAK:http://haber.sol.org.tr/mansetler/mansetsag/15871.html

Özge Dirik'e mektup var / Onur Caymaz




Özge Dirik'e mektup var / Onur Caymaz

Vasiyetine bir alınlık eklemiş: Belki de, demiş; en kötüsü, ölümden sonra bile istemektir. İnsanın içini acıtıyor. Mektup zarflarından çıkan solgun, çizgili bir yaprakmış. ODTÜ’yü bitirmiş. Bir plazada çalışıyormuş. Çünkü çalışmak gerek değil mi sevgili kardeşim. Şairlik, yazarlık sökmüyordu değil mi; bilirim. Bir plazada çalışıyorum ben de. Ayın son cumartesi pazarı, genelde param kalmadığı için evde otururum. Bir yere çıksam da; iki bira, birkaç kitap (sahaflar hep), bir iki de dergi işte. Şairlik sökmüyor. Sökemiyor bu hayatı çivilendiği yerden. Mehmet Müfit’in o dizesi çare olurdu belki: “Annem annem / tüm kapıları çivilemek geliyor içimden”. Balkon kapılarını çivileyeydik, pencereleri çivileyeydik; kitabın için ölümünden sonra yapılan bunca tartışma, ölümünden önce yapılsaydı mesela; belki yayınevlerinin kapılarından döndün birçok kez; belki üç beş kuruş maaşını, şiir kitabını bastırabilmen için harcamanı istediler... Bu ülkede ölmeden bir şey olabilmek çok mu zor yorgun kardeşim benim?
Özge, Sabancı Center’da çalışıyormuş. Kredi Kartları Servisi’nde. 28 Ağustos 2004’müş. Yapayalnız geçirdiğim bir yazdı o yaz. Şehirde dolanıp durdum. Edip’in Cin şiirine benzeyen bir yazdı. Belki severdin Cansever’i... Kozyatağı’ymış, Sinan Sokak’mış, Arzu Apartmanı’ymış. Onuncu kattaymış evin. Evliymişsin. Dostlarınla çektirdiğin resimler varsa ne oldu onlara? Evinin penceresinden bırakıvermişsin kendini. Çivileseydik... Sabahları şiire çalışır mıydın? Seni hiç tanımam. Kansu’nun Anahtar şiirindeki soruyu sorsam sana: “Akşamları mı severdin, ikindileri mi?” Cesedin SSK’nın morguna kaldırılmış. Bir şair ölmüş. Bildi mi oradaki görevliler. Şiirlerini okumuşlar mıydı hiç? Eşin acı haberi duyduğunda mahvolmuştur. Ölenler unutulur mu ince kardeşim, yoksa bütün unuttuklarımız ölmüş olanlar mıdır?

Peki ya uçmak nasıldı Özge? Düşerken en son gördüğün, en son anımsadığın şey… Nereden kapıldığını bilmediğin bir büyü müdür ölmek? Büyü... Büyümek... Düşerken geride kalacakları düşündün mü? Birden, son anda bir pişmanlık yakıp kavurdu mu içini, yoksa yere çarparken huzurlu muydun? Yesenin de 27 Aralık 1925’te İngiltere Oteli’ndeki odasında bileklerini keserek intihar etmiş. Cesedinin yanında Mayakovski’ye yazdığı not: “Şu yaşamda yeni bir şey değil ki ölüm / Ama pek öyle yeni sayılmaz yaşamak da.” Sen de böyle mi düşündün acaba kırgın kardeşim? Bu yaşama başka türlü katlanılamayacağını ne zaman anladın ilk? Ne kadar taşıdın ölümü içinde; komşuların daha önce de intihara kalkıştığını söylemiş çünkü. Demek ki bunca yük kolayca taşınmıyor, zorluyor, birikiyor, acıtıyor. Demek ki şiir öyle üç beş kelime değil sadece, bir teknik değil, mor bir şey oluyor zamanla... Kitabın bunu açıklıyor zaten: “Oysa / mendil satar yine de bakardım bu kente / olsaydın içinde,” diyecek kadar içtenmişsin. Öylesi insanlar daha çabuk ölüyor galiba değil mi uzak kardeşim. Şimdi atmayan kalbin, şiirinde atıyor işte. Orada yaşamaya devam ediyorsun. Ne eski çerçevelerde, ne kapı arkalarında, ne rüzgârda kalmış sesinde; belki varsa, çocuğunda yaşıyorsun biraz, Aşık Dertli diyor ya: “Bir başıma kalsam şehe, sultana kul olmam / Viran olası hanede evlad ü iyal var;” öyle... Sözcüklerinde yaşıyorsun. Sözcüklerine gizlenmiş ince umutsuzluktasın, en çok oradasın. Yaptığın bazı kelime oyunlarına bunlar çok yapıldı, diyen editörler nasıldır acaba? Şiir profesörleri birkaç kadeh daha rakı içiyordur. Sanat sevicilerine üç beş kokteyl daha. Etkinliklerde falan görüp birbirimizi... Hiçbir yaramızı sarmadan... Kalbimize hiç dokunmadan... Bir içki ısmarlayıp geçiyoruzdur birine daha; üç beş manifesto, bir iki kurgusal metin, söylemlerden süreçlerden geçiyoruz kardeşim, geçiş dönemleri geçmek tükenmek bilmiyor, modernite iflas etmiş de, postmodern kuramlar üzerinden yeni bir söylem kurmaya çalışıyormuşuz da… Gözlerimizin içine kimse bakmıyorsa şiir ne işe yarar, değil mi içten kardeşim?
“ve / gömdüler beni, / öldürdükleri gibi / özenle” Gömdük... Özenle...

Kitaplaşmasını istediğin şiirlerini sıralamışsın vasiyetinde. Bir kitap hayal etmiş, altına da not düşmüşsün: “Bu 30 parça kitaplaşsın. Bir tanesini de mezarıma gömün. Öpücük sesi. 18.03.2003”

Hayat Susunca Konuştu Ölüm, Özge Dirik’i yeniden gündeme getirecek. Kitap, Art Shop tarafından yayımlanmış. Art Shop’un şiire bunca destek vermesi, üstelik bu zamanda çok değerli. Kitabı Didem Görkay Zengin hazırlamış. Şiirler Özge’nin vasiyetindekilerle pek uyuşmuyor. Edebiyat dünyasında bu mesele etrafında dönen bir tartışma var bir süredir. Olmamış deniyor, böyle olmaması gerekti deniyor, yapması gerekenler yapmadı deniyor... Sözler söylenip geçiliyor... Tırnakların uzamaya devam ediyor mudur eski kardeşim? Saçların? Onlar bizden daha çok yaşar.
Yine de bak, senin bir kitabın var artık. Yaşasaydın Beyoğlu’na çıkar, iki tek atarak kutlardık belki kitabını. Sadece şu dizen için bile bin selam ediyorum sana yalnız kardeşim:

“Ne de çok bekledim askere gidince sevdiği
Pencereden çalabilmek için gözlerini.”

İntihar Mektubu Kaynak: http://sidiklikontes.blogcu.com/page4

Yazı: Radikal Kitap 432

KAYNAK:http://www.bugeminezamandirburada.blogspot.com/

28 Haziran 2009 Pazar

Michael Jackson tarihinden



Çocukluk zamanlarından.Ne kadar da mutlu görünüyor.
Bir dünya starı olmasaydı daha mutlu bir yaşam sürerdi belki...Belki de yaşama sevincini kaybedince sona eriyor yaşam.

Post-patriarkal / Ümit Aydın

Post-patriarkal / Ümit Aydın



cümlelerinde saklıdır Zerdüşt
tapınmaya muhakkak!
bir çift soytarıdır
kralın ayaklarındaki düşşş...


tembellik yorgunudur büyükanne
cadının evinden kurabiyeler çalan küçük kız,
kurbağa kanından başlık yapar kendine
kral hala çıplak!
terlikleri elinde...


Mecnun'u pek sevmedim
ve bence Rapunzel çok çirkin!
bana soyup da uzattığın elmayı anımsıyorum
bu yüzden Tahir'in yeri
ayrı bu gece!


herkes yalan söylüyor
bıraktığın 60'lık kasetlerde
"artık büyüdün" dediler
maaşın geçen sene kesildi!
bende bıyık bıraktım...

bu arada yanılmışsın
Rıdvan şeytan değilmiş
galiba spor bültenleri ile
ana haberleri karıştırmışsın...

bir gün olsun rakı içmemiştir
Kemalettin Tuğcu emeklileri
Raskolnikov yalnızdır,
bazı oğullar babasız!
Turganyev'miyeleriyle şiir yazılır
En sevdiğim isim Phillip Pirrip'dir
zaten rakı dediğin de susuz içilir...


aile içi demokrasilerde mevcuttur
bazı sürrealist yalanlar...
vişne bahçelerinde lekesi çıkmaz!
tanrılar dilsiz,
insanlar sağırdır!
ağmaların ütopyasında
korkuluksuz büyür plasentasız çocuklar...


Yalnızlık ciddi bir iştir, değil mi baba..?



KAYNAK: ‘mavimelek’ google mail grubu 'Şairin izniyle'

27 Haziran 2009 Cumartesi

Ecevit ve...Ruhun Snunumu / Ahmet Tan -II

Ecevit ve…
“ Ruhun Sunumu” / Ahmet Tan – II

Ecevit daha sonra bu sunuma şunları eklemişti:

“Açık toplumda siyaset adamının özel eylemleri de günü geldiğinde açıklanması gerekir!”

Günü geldi mi ? Bilemiyoruz.

Ama şu sözler de Ecevit’in:

“Şiiri özel eylemim saysam bile,bu özel eylemin toplumsal yaşamımdan ve siyasal eylemimden büsbütün kopuk olmadığını da biliyorum.Siyasete girdim diye şiir yazmayı,şiir çevirmeyi bıraksaydım,siyasette ben ben olamazdım.”

Bu yazıda bizzat Ecevit’in kendisinin de belirttiği gibi Ecevit’i daha iyi anlamak için onun şiirine,şiirle sürdürdüğü serüvene daha yakından kulak vermek gerekiyor.

Lise yıllarında sağla,solla ilgilendiğini gösteren bir belirti olmadığı söylense de için için ”sol”u yücelttiğini de söylemek mümkündür.Şöyle bir mısra hangi solcunun aklına gelebilir:

“çocuk annesinin sağ
mmesinden ayrıldığı
zaman bağırır
ve bir an sonra solunda
teselli bulur “


Ecevit bu ülkede “sol”u meşrulaştıran ilk ve tek siyasetçi olmuştur.Ecevit,solu kitap sayfalarından,aydın sohbetleri mahkumiyetinden kurtarıp devlet katına çıkartan,yasalaştıran,yasallaştıran bir devlet adamıdır.Bu,
Atatürk ve İnönü sonrasında gerçekleşen en önemli sosyopolitik başarılardan biridir.Türk toplumu dinsel,tarihsel,geleneksel olarak “sol”u günahla,kötülükle hatta temiz olmayan birçok şeyle eş anlamlı görmüştür.”Solundan mı kalktın ?” sorusunun,”sol omuz başındaki meleğin” zabıt defterine günahları yazdığının anımsanması yeterlidir.

Ecevit,”Ortanın Solu”yla bu ön yargıları yumuşattı ve giderek meşrulaştırdı.Sağ siyasal taraf,Ecevit’e,“sol”u,yani mekruh sayılanı” gündelik dile soktuğu için en amansız düşman gözüyle baktı.”Aşırı Sol” ise zaten kendilerine karşı çektiği “demokratik sol” duvar nedeniyle Ecevit’e hiçbir zaman sempati beslemedi.Bunlar önümüzdeki dönemde siyaset bilimcilerin incelemesine gereksinim duyulan konulardır.

Tagore’un yaşama veda ettiği gün,tümüyle rastlantı,-belki de yeniden dünyaya geliş inancına uygun olarak – o gün doğan ve ileride şair olacak bir kıza Gitanjali adı verilmiş.

Rastlantıya bakın ki Gitanjali adlı kız tam da Ecevit’in “Gitanjali”yi Türkçeye kazandırdığı bir yaşta,16 yaşında ruhunu ölüme sunmuştu.Kansere yenik düşmüştü.Ecevit,” Gitanjali”den çok etkilendi.Sanskrit dilini öğren-
meye kalkacak denli etkilendi.

Hindistan Hükümeti,Ecevit’e 60 yıl sonra bu ülkeye Başbakan olarak yapacağı ziyaret öncesinde bir sürpriz yaptı.Özel bir baskıyla 1941 yılındaki o çeviriyi kitaplaştırdı.Belki de “ruhunu sunuşu”nun ana hatları “Gitanjali” de yer aldığı için Ecevir buna “yaşamımdaki en büyük armağanlardan biri” dedi:

“Buradan giderken ayrılış sözüm şu olsun ki,görmüş olduğum,erişilmez bir şeydir.Işık okyanusunun üzerinde yayılan bu lotusun saklı balından tattım.Onun için ben artık mutluyum,ayrılış bu olsun.Bu sonsuz şekillerin oyun evinde,kendi oyunumu oynadım.Oyun sıram seninleyken,kim olduğunu hiç sormadım.Ne utanç bildim,ne korku…

KAYNAK: Bütün Dünya 2000 Dergisi,Temmuz 2006

24 Haziran 2009 Çarşamba

SANATÇILAR VE BABALARI / Can Dündar

SANATÇILAR VE BABALARI / Can Dündar

Biyografi okumaya bayılıyorum. Çünkü özyaşam öykülerinde, büyük şairleri, yazarları, sanatçları vareden anıların, acıların, zorlukların izleri var. Babalar Günü dolayısıyla, Türkiye’nin beş önemli sanatçısının babalarına yolladıkları mektuplardan ya da kitaplarında babalarıyla ilgili yazdıkları satırlardan örnekler derledim.
Peş peşe okuyunca yıllar içinde dilin ve hitabın değiştiğini, ama duygu ve taleplerin pek değişmediğini görebileceksiniz.
Belki günümüzde mektubun insanlık tarihinden silinmesine, babaya yazılmış veya babadan alınmış satırlar kalmamasına üzüleceksiniz.
Ama hâlâ şansınız var; bugün kalemi elinize alıp yazabilirsiniz ona; Nedim Gürsel’in mektubu gibi, alıcısı çoktan göç etmiş olsa bile...
Babalar Günü’nüz kutlu olsun.


Cahit Sıtkı TARANCI
“Madem ki oğlunuzu seviyorsunuz...”
Diyarbakırlı şairin, Galatasaray Lisesi’ni kazandıktan sonra 3 Ekim 1929 tarihinde İstanbul’dan Diyarbakır’daki babasına yazdığı mektuptan:

“Çok muhterem babacığım,
Diyarbakır’ı terk edeli 20 gün kadar oldu. Geçmiş ayın bu günlerinde beraber oturup kalktığımızı, yiyip içtiğimizi ve gülüştüğümüzü, mağrur kahkahalarımızın kulaklarımızda uzun müddet manalı çınlayışı, ruhumuza sığmayan ezeli sarhoşluk ve ilahi saadet, sizler, kardeşlerim, akrabalarım, hepiniz birbirinden ayrılmadan bu müstesna tabloda mazi diye karşımda sönmeye mahkum, zayıf bir mum gibi tüttükçe çıldıracağım geliyor ve bu korkunç ve amansız harikayı tuğyan eden ruhum baştan başa lanetliyor.
1929 senesi yazı, hayatımızda daima yad edilecek mesut bir devredir. Bugün teşrinievvel üç... 9 gün sonra mektebimiz açılıyor. Bugünlerde vaat ettiğiniz 200 liranın çıkarılacağını zannediyorum. Ne kadar evvel gönderseniz hakkımda o kadar hayırlı olur ve mektepteki yerim de o nispetle kökleşmiş olur.
Bu sene de ikmale kalmamaya azami gayret sarf edeceğimi söylemeyi lüzumsuz ve zait addediyorum.
Madem ki oğullarınızı kendiniz gibi seviyorsunuz, madem ki onların muvaffakiyetsizlikleri sizin de kalbinizi vahşi bir işkenceye maruz bırakıyor, madem ki onların muvaffakiyetlerini kendi muvaffakiyetiniz gibi benimsiyor ve göğsünüz, koltuklarınız kabarıyor, şuna emin olabilirsiniz ki o yavrular da sizi her yerde ve daima asarıyla müftehir ve mağrur bir baba mevkiine çıkarmakta varlıklarını harcamaktan çekinmeyecekler ve icabında bu uğurda hayatlarını bile eritmekte haklı bir zevk duyacaklardır.
Hürmetle ellerinizi öperim şeker babacığım.
Cahit”
(Mustafa Uyguner, “Cahit Sıtkı Tarancı”, Bilgi, 2003)


ÇETİN ALTAN
“İlk yazımı babama gösterdim ve...”
“Ben ilk yazı denemelerimi babama gösterdiğim zaman, yazının tadına varma yerine, yazının devamını sayfanın arkasına değil de ikinci bir sayfaya yazmamı eleştirmişti.
Ve bir şeyi daha eleştirmişti:
İstanbul’un ‘İ’si üstüne nokta koymayı unutmuş olmamı...
Donup kalmıştım.
İlk kitabım da onun sağlığında çıkmıştı, gazetelerde yazmaya başladığım günlük köşe yazıları da...
Beğenmek şöyle dursun, bunları çokçası görmezlikten gelmeyi yeğlemiş, bir de tumturaklı öğüt vermişti:
‘-Şöhret afettir oğlum. Yazar-çizer takımı serseri olur. En iyisi memuriyettir. Sicilinin ‘Kitapları’ hanesine kitabını da yazarlar; daha kolay terfi edersin.’”
(Çetin Altan, “Kavak Yelleri ve Kasırgalar”, İnkılap, 2004)

Semiha BERKSOY

“Siz evde rahat rahat uyurken kızınız...”
14 Haziran 1934 tarihinde Ankara’dan yazılmış bir mektup... Semiha Berksoy, İran Şahı’nın ziyareti onuruna hazırlanan ilk Türk operası Özsoy’un provasında... Atatürk’le tanıştığı geceyi babasına anlatıyor:
“Çok sevgili Babacığım,
Mektubunuzu aldım. Buradaki hareketlerimi beğendiğinizden bahsediyorsunuz. Gene aynı tarzda berdevamım. Hayatta muvaffak olmak için evvela siyasi olmak lazım geldiğini öğrendim. Bu muhitte gitgide kendimi sevdiriyorum ve tanıtıyorum. Bilhassa Şah’ın geldiği gece bütün kuvvetimle sanatımı sahnede göstermeye çalışacağım. İnşallah muvaffak olurum.
Size bu mektubu yazmaktaki yegane maksadım, hayatımda unutulmayacak çok güzel bir hadiseden bahsetmektir.
Benim şeker iyi kalpli babacığım,
12 Haziran Salı günü gecesi siz evinizde rahat rahat uyurken kızınız Gazi Hazretleriyle teşerrüf etti. Bakınız size heyecanlı hikayeyi anlatayım:
Salı günü Halk Evinde saat üçte prova ettiğimiz bir esnada Gazi’nin geleceğinden ve bu işle yakinen alakadar olduğundan bahsettiler. Ve Gazi geldi, locasından provayı seyretti. Hepimiz heyecan içinde idik. Giderken ‘Bravo’ diye bağırdı.”
(Gülper Refiğ, “Atatürk ve Adnan Saygun: Özsoy Operası”, Boyut Müzik, 1997)

Nedim Gürsel

“İşte yazıyorum babacığım!”
“Babamın ölümünden bir hafta kadar önceydi. Okulun kapısında yine sarılıp öptü beni; çok çalışmam gerektiğini, gelecek yıl Galatasaray’ın sınavlarına gireceğimi, başarırsam ağabeyim gibi orada okuyacağımı, annem de Paris’ten dönmüş olacağı için beni böyle her hafta okulun kapısına bırakmayacağını, alıp eve, evimize götüreceğini söyledi. Teneffüslerde top peşinde koşmamalıydım artık... Büyümüş kocaman adam olmuştum. Oturup derslerime çalışmalı terli terli soğuk su içip hastalanmamalıydım.
O gece erkekliğimi okşarken sertleştiğini, ılık duygunun, o tarifi mümkün olmayan hoşluğun önce hayalarımda, giderek organımın ucunda yoğunlaştığını fark ettim. Sabah, sarı bir leke vardı çarşafta... Benden büyük çocukların deyimiyle ‘hamamcı’ olmuştum, babamın ‘rahmetli’ olmasından birkaç gün önce...
Yıl 1962, aylardan Mayıs’tı... İlkyaz gelmiş, ağaçlar çiçeğe durmuştu.
Babalar küçük çocuklarına mektup yazmaz. Çocuklar, büyüdükten sonra babalarına mektup yazarlar ama... Göndermeseler de yazarlar. Kafka örneğin...
Ben babama mektup yazacak yaşa geldiğimde o çoktan ölmüştü. ”
(Nedim Gürsel, “Sağ Salim Kavuşsak”, Doğan Kitap, 2004)

Yahya KEMAL

Yahya Kemal’in “Kemal” imzasıyla 21 Nisan 1904’te Paris Meaux’dan Üsküp’te icra memurluğu yapan babası İbrahim Bey’e gönderdiği kartpostalın ön yüzünde Paris kır alemlerinden bir çizim var. Arka yüzde ise biraz hal tarifi ve ardından okul taksiti için para talebi...
“Muhterem beybabacığım,
Asır gazetelerini aldım. Biraz geç geldiler. Dişimin ıstırabı kamilen mündefi oldu. Sıhhatim berkemaldir. Birkaç günden beri pek hararetli bir hayat-ı sa’y yaşamaktayım. Havalar gayet latif. Ah, bilseniz Paris’in kızları o kadar latif ki!
Üçüncü taksiti 6 ay cem’an mektep sandığına te’diye ve eyyam-ı tatilde mektepte bulunulsun bulunulmasın taksitin mektebe aidiyeti usul iktizasından ise de mektep idaresince bu hususta haric-ez-usul bir müsaade alara mesarif-i bihudeden kurtulmaya muvaffak olabildim. Yalnız mektepte namıma kalacak (A) olan mektebe ait eşya-yı mahsus için cüz’i bir te’diyede bulunmak lazımdır ki diğer suretle edeceğiniz 250 frank zarara nispeten ehvendir. Miktar-ı te’diyeyi idare memurundan sormadımsa da 50 franktan ziyade olmadığını bir arkadaşım temin ediyor. İkinci mektubumda miktar-ı katisini yazarım. Taksitin evvelki kartpostalımda zikrettiğim sebepten dolayı acilen irsal buyrulduğu takdirde bu suretle de teşekkürhan-ı lütf-ı pederaneniz olacağım.
Baki sıhhat
Paris’ten oğlunuz Kemal”
(“Pek Sevgili Beybabacığım / Yahya Kemal’den Babasına Kartpostallar”, YKY, 1998)


KAYNAK:http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&Date=22.06.2009&ArticleID=1108930&AuthorID=75&b=Sanatcilar%20ve%20babalari&a=Can%20Dündar&ver=88

21 Haziran 2009 Pazar

Bugün o kadar ihtiyacım var ki sana / Arzu Altınçiçek

Bugün o kadar ihtiyacım var ki sana / Arzu Altınçiçek

bugün o kadar ihtiyacım var ki sana
güneşin yalnızlığı ısıtmadığını anladım

artık biliyorum alnımı öpen gecenin korkularımı sarmadığını
şarkıların “ağlamak istediğim anlar”ın dışında anlamı olmadığını öğrendim

ve kime derdimi anlatsam
-aman takma, geçer
demesinden yoruldum

gün uykusunda laleler gibi dingin
kollarının altında kalmalıyım şimdi

buzul kelepçe bileklerimde
aklımda kemirgen şu anılar

günahlardan bir leke daha tenimde
gözlerimden koyu yarınlar

er kişi niyetineymiş de aşk
her kişiyeymiş mavi boncuklar

bugün o kadar ihtiyacım var ki sana
kimsenin sen gibi bakmadığını anladım

artık biliyorum adımı söyleyenlerin sevdalı çağırmadığını
şiirlerin “can yanmalarım” dışında yazılmadığını öğrendim

ve kime aşkı sorsam
bulamadığı bir şeyi tarifinden yoruldum

gün kuytusunda rüzgâr gibi dingin
ellerin saçlarımda olmalı şimdi

çözül diyor içimdeki yabancı
aklımda tutsak sevişler

sevaplardan iz yok tenimde
gözlerinden uzak yarınlar

er kişi niyetineymiş de gün
her kişiyeymiş yıldızlar

bugün o kadar ihtiyacım var ki sana
korkuları kovalayan sesini özledim

kabusları dağıtan gülüşünü
dizlerine başımı koyduğum anlar gibi

mendilimde kelimeler var çocukluğuma dair

hiçbiri sen gibi güzel değil
hiçbiri sen gibi kalmamış baba

bugün o kadar ihtiyacım var ki sana

17 Haziran 2009 Çarşamba

Ecevit ve.."Ruhun Sunumu" / Ahmet Tan - I

Ecevit ve…
“ Ruhun Sunumu” / Ahmet Tan - I

Onatlı yaşındaki Bülent Ecevit,1941 yılında,okulunun yarıyıl tatilinde,Hint şair Rabindranath Tagore’un ünlü ilahileri “Gitanjali”yi mısra mısra Türkçe’ye dökerken,acaba 65 yıl sonra,tam da doğumgününe saat-ler kala yatacağı uzun uykusunun bir ruh sunumu olabileceğinin ve bu ruh sunumunun hastane önünde bekleşen gazeteci meslektaşlarına yapacağı yazılı açıklamasının kimi bölümlerini oluşturacağını aklına getirmiş olabilir miydi ?

“Gitanjali”,”Ruhun Sunuluşu” anlamına gelen bir sözcük.Ve işte Ecevit’in Türkçe’siyle Ecevit’in vedası:

“bu ayrılış gününde bana bol
şans dileyin arkadaşlarım
şafağın sökmesiyle gökyüzü
aydınlandı benim yolum
güzel bir manzara arz ediyor
beraberimde ne götüreceğimi
sormayın
seyahatime boş eller ve ümit
eden bir kalple çıkıyorum
düğün çelengimi takınacağım
benim elbisem seyyahın güvez
renkli elbisesinden değildir
ve yolda tehlikeler olmakla
beraber içimde hiçbir
korku yoktur
yolculuğun bittiği ve
hükümdarın bahçe kapısında
tan yerinin ağarma nameleri
yükseldiği zaman akşam
yıldızı doğacak “


“Gitanjali”…”Ruhun Sunumu”…Onu etkileyen,tam da bu ad,bu sıfat,bu edat,bu tümleç,bu zarf,bu yüklem olmuştu.Ruh,çok şeydi.Sunuluşu ise her şey…Rüzgarda kıpırdayan yapraktan,kanat çırpan kelebeğe,suda oynayan balıktan,nefes alıp veren milyarlarca canlıya herkesin bir ruhu vardı.Ve her ruh,günü,saati,dakikası,saniyesi geldiğinde ait olduğu makama sunulacaktı.

“Ruhun Sunuluşu”nun çevirmeni 16 yaşındaydı.Yaşının delişmenliğini dizginleyerek nefes nefese,mısra mısra,bir beste yapar gibi,güfte dizer gibi benimsediği “Gitanjali”yi kısa tatil süresinde tamamlayıp matbaaya yetiştirmişti.

İnkılap Kitabevi yöneticileri bu usta çevirmenin gepegenç biri olduğunu görüp çok şaşırmışlardı.

Ecevit ise,ilk harçlığını en sevdiği şey olan yazıp çizmek,dahası şiir sayesinde kazanmış olmaktan dolayı sevinçten uçuyordu.

Tagore gibi,Ecevit’te 80 yılı aşan ömrünün her gününü,her demini,hem gönül adamı olarak yaşamıştı,hem de dava adamı olarak…Belki de şiirle iç içe bir yaşam sürmesinden alıyordu,bu gücünü…Siyasette onu farklı kılan,üstün kılan,hatta seçkin kılan da bu iç içelikti.

1968’de Mülkiye Ortanın Solu Derneği’ndeki öğrencilik günlerinden başlayan kendisini yakından izleme ve ona yakın olma olanağını yasaklı dönemlerinde de sürdüren,90’ların başından bu yana da partisinde millitvekili,parti grup yöneticisi ve bakan olarak görev yapmış birinin Bülent Ecevit hakkında yazacakları
elbette onun kamuoyuna yansıyan kimliğinin,kişiliğinin biraz ötesine de ışık tutabilmeli.

Bunun için sohbetlerinde hep söylediği,yasaklı dönemlerinde veya fırsat buldukça yazıya döktüğü kendisiyle ilgili kişisel ve şiirsel gerçeklere de kulak vermekte yarar var.

Ecevit’in kendisiyle ilgili bir sırrı vardır.Kendi ağzından iletelim:

“Şiir yazmak,özellikle siyasete girdiğimden beri,benim için bir iletişim aracı,bir düşünce açıklama biçimi değil,bir düşünme yöntemidir! “

“İnsan” adlı şiiri en bilinen şiirlerindendir.1954 yılında yazmıştır.Acaba tam da 1954 yılında CHP’nin Çankaya ilçesine üye olarak kaydını yaptırması bir rastlantı mıdır ?

“elbette senden güzel olacaktı
çizdiğin resim
yaptığın heykel
senden büyük olacaktı
senden yakışıklı
elbette senden doğru
söyleyecekti yazdığın şiir”


Ecevit’in düşünce ve gönül dünyasında şiirle siyaset birbirinden hiç ayrılmadı.Ama siyasetle şiiri birbirine karıştırmamaya özen gösterdi.

“Topluma bir bildirim (mesajım) olacaksa bunun için şiirden yararlanmam.Yine de yazdığım şiirlerde bir bildiri bulunabilir.Ama çoğu kez ben de o bildiriyi şiirden öğrenirim veya çıkarmaya çalışırım.Topluma bir bildirimde bulunmak için şiir yazanları eleştirmem.Kimi ozanların topluma,insanlığa büyük katkıları olur o yoldan.Ama şiir illa bu,bunun için yazılmalı diyen olursa ona katılamam.Ben yapabildiğim kadarıyla toplumsal görevimi siyasal eylem yoluyla yapıyorum.Siyasal açıklamalarımla yapıyorum.Doğrudan yapıyorum.Şiir benim özel eylemim” (Şiirler,Bülent Ecevit,1976,Ankara,sayfa:5)

KAYNAK: Bütün Dünya 2000 Dergisi,Temmuz 2006

14 Haziran 2009 Pazar

CENAZE MERASİMİM / Nazım Hikmet RAN

ŞİİRLERİNDEN SEÇMELER





CENAZE MERASİMİM / Nazım Hikmet RAN

Bizim avludan mı kalkacak cenazem?
Nasıl indireceksiniz beni üçüncü kattan?
Asansöre sığmaz tabut,
merdivenlerse daracık.

Belki avluda dizboyu güneş ve güvercinler olacak,
belki kar yağacak çocuk çığlıklarıyla dolu,
belki ıslak asfaltıyla yağmur.
Ve avluda çöp bidonları duracak her zamanki gibi.

Kamyona, yerli gelenekle, yüzüm açık yükleneceksem,
bir şey damlayabilir alnıma bir güvercinden : uğurdur.
Bando gelse de, gelmese de çocuklar gelecek yanıma,
meraklıdır ölülere çocuklar.

Bakacak arkamdan mutfak penceremiz.
Balkonumuz geçirecek beni çamaşırlarıyla.
Ben bu avluda bahtiyar yaşadım bilemediğiniz kadar.
Avludaşlarım, uzun ömürler dilerim hepinize...

963 Nisan, Moskova

YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR / Özgül Apaçe – III



YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR / Özgül Apaçe – III

Onun için artık yurtdışında yoğun bir tempoyla çalışma zamanıydı.Birçok uluslar arası kongreye katılıyor,kitapları basılıyor ve çeşitli dillere çevriliyordu.Uluslararası bir üne kavuşmuştu.Buna rağmen Moskova’da mutlu değildi.Hayal kırıklığına uğramıştı.Çünkü gençliğindeki Sovyetler Birliği’nin yerinde yeller esiyordu.Artık Moskova’daki sanat eserlerinde sadece Stalin övülüyordu.Bu durumu eleştirmeye başladı.Çünkü proleterya adına başlayan devrim,bir kişinin diktatörlüğüne dönüşmüştü:”Stalin Yoldaş’a büyük saygım var,ama onu güneşe benzeten şiirler okumaya dayanamıyorum,bu yalnız kötü şiir değil,kötü duyarlık “ diyordu.Partiden uyarı aldı.Hatta disiplinsiz davranışlarına devamederse;yemeklerine katılan ilaçlarla yavaş yavaş zehirlenebileceği ya da bir kazaya kurban gidebileceği kulağına fısıldandı.

Tam da Moskova’da huzursuz olduğu bu günlerde Prag’dan sevindirici bir haber geldi.Uluslararası Barış Ödülü’nü kazanmıştı.

Nazım Hikmet,Stalin öldükten sonra bu kez Yazarlar Birliği adına Sovyetler Birliği’nin doğudaki ülkelerine ziyaretler yapmaya başladı.Stalin’in büyük kıyım yaptığı bu bölgede Türkçe konuşan halklardan Azerilerden,Türkmenlerden,Kazaklardan dinledikleri onu çok rahatsız etti ve Stalin dönemini eleştiren İvan İvanoviç var mıydı yok muydu adlı oyununu yazdı.Bu oyun 11 Mayıs 1957’de tek bir gece sahnelendikten sonra yasaklandı.Bu olay Nazım’ı bunalıma sürükledi,intihar etmeyi düşündü.Bir de tabii özlen vardı…Münevver Hanım’ı ve oğlu Mehmet’i İstanbul’da bırakalı tam yedi yıl olmuştu.Oğlu Mehmet resimlerde büyüyordu.

Ama bu özlem onun başka kadınlarla ilişki kurmasına hatta aşık olmasına engel olmuyordu.Nazım Hikmet,Vera Tulyakova adında yeni tanıştığı genç bir kıza aşık oldu.Bu ilişki kısa sürede ciddileşti.
Birlikte senaryolar yazıyor ve neredeyse hiç ayrılmıyorlardı.Nazım ile Vera 1960 yılında Moskova’da evlendiler.Nazım son günlerini Moskova’da Vera ile geçirdi.Artık sağlığı da iyiden iyiye bozulmuştu.Buna rağmen Prag,Leipzig ve Bükreş gibi birçok yerde düzenlenen Yazarlar Birliği toplantılarına katılıyordu.
Bu toplantılardan birinden dönüşte,Moskova’daki evlerinde Vera ile sohbet ederken ona,hayatında hiçbir şeyden pişman olmadığını,ancak bir tek Piraye’ye haksızlık ettiğini söyledi.Büyük şair,sadece bu sözleri söyledikten birkaç gün sonra 3 Haziran 1963’te Moskova’daki evinde öldü…

KAYNAK:K Dergisi,11 Ocak 2008 tarihli sayısı

11 Haziran 2009 Perşembe

ADAÇAYININ AŞKI / Onur CAYMAZ

ADAÇAYININ AŞKI / Onur CAYMAZ

orada akşamın kıyısındaydım
sarışın ezgisinde çiçeğimin

-benim aklıma lodos geliyor, senin-

orada mavinin ürperen teninde
usul bir şarkı söylüyordu periler

-saçlarımı okşamıyor artık gece-


kadehimin elime acıdığını bilirdim
rüzgâra bırakılmış deniz kabukları

-bir çocuk nedir acaba göğe bakarken-

bağında üzüm saksısında karanfil
mektubumu meltem getiriyordu orada

-kimin eli bu güz ile güzel arasında-

çimenlere uzandığım bir zaman da oldu
yani türkümü yalnızca çocuklar bilir

-mutluluk, her şeyin yanından geçiyordu-

en iyisini yaşlı balıkçılar söylerdi ama
kekik, bin yıldır âşıkmış fakir kız adaçayına

-gün olur da gidersen, kırık bir plak...-

beride Bizans'ın surları vardı işte
kimsesiz istasyon, öksüz tren yolları

-ne yapalım, hepsini bağışladım, kendimi de…-

yaz 2008
Maslak



KAYNAK: http://www.bugeminezamandirburada.blogspot.com/

YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR / Özgül Apaçe – II



YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR / Özgül Apaçe – II

Adliye koridorlarını aşındırdığı o günlerde Nazım’ın aklını,en az bu dava sonucu kadar meşgul eden bir konu daha vardı:Aşk…Kız kardeşi Samiye’nin tanıştırdığı,yirmili yaşların başındaki genç bir hanımefendiye,Piraye Hanım’a,deli gibi aşık olmuştu.Ancak Piraye Hanım,kocası onu terk edip gitmiş de olsa evliydi.

Piraye Hanım,Nazım Hikmet’e tam iki yıl direndi.Ama sonunda evlenmeye karar verdiler.Ancak evliliklerinin önünde Nazım Hikmet’in bir türlü bitmek bilmeyen soruşturmaları,davaları,hapis cezaları vardı.O yıllarda basılan kitaplarından biri,Gece Gelen Telgraf başına dert açmıştı.Savcılar,Nazım Hikmet’i,bu kitabıyla,halkı rejim aleyhine kışkırtmakla suçluyorlardı. Gece Gelen Telgraf,1933 yılının Mart ayında toplatılmaya başlanmıştı ki şair,gizli örgüt kurmak,İstanbul,Bursa ve Adana’da devrim bildirileri ve kitapçıklar dağıtmak,yani komünizm propagandası yapmak suçundan tutuklandı.Bir buçuk yıl süren cezaevi günleri bittiğinde ilk işi Piraye Hanım’la evlenmek oldu.Artık Nazım Hikmet’in ve Piraye Hanım’ın ailesi Mithat Paşa Köşkü’nde birlikte yaşıyorlardı.Bu büyük aile aslında şairin düşüncelerini paylaşmıyor ama öte yandan onu çok da seviyorlardı.Hatta Nazım’ı tutuklamak için bir gün köşke gelen polisler daktilosunu aradıklarında,daktiloyu soyluluğa düşkün Altunizade Nurhayat Hanım,yani Piraye Hanım’ın annesi,bizzat pirinç ayıklarken etekliğinin altına saklamıştı.

Nazım,Piraye Hanım’ın ilk eşinden olma çocukları ile yakından ilgileniyor,onlara adeta babalık yapıyordu.Bu arada da,Nişantaşı’nda İpek Film stüdyosunda senaristlik,çevirmenlik,yönetmenlik kısacası ne iş olsa yapmaya başladı.Takma isimlerle gazetelere fıkralar,tefrika romanlar da yazıyordu.

Birgün Nazım Hikmet’in yanına,İpek Sineması’nda,bir Harp Okulu öğrencisi geldi. Nazım Hikmet’e şiirlerini okuduğunu,ona hayran olduğunu söyledi.Şair karşısındaki genç adamdan şüphelendi.Genç adamı “İşim var” diyerek başından savdı.Ancak çok sinirlenmişti.Emniyet Birinci Şubeye telefon ederek “Yapmayın,ben burada çocuklarımın ekmek parası için didinip duruyorum,siz hala benim peşim-desiniz” dedi.Telefona cevap veren komiser,genci kendilerinin göndermediğini söyledi ama Nazım Hikmet daha da sinirlenerek telefonu komiserin suratına kapattı.Bu olaydan kısa bir süre sonra Nazım,adı Ömer Deniz olan aynı genci bu kez evinde buldu. Nazım Hikmet,aynı genci bir kez daha karşısında görünce deliye döndü.Polis evimin içine kadar girdi diye düşündü.Genç adamı evine hile ile girdiği için azarladı.Ancak genç ısrarla Nazım Hikmet’e bağlılıklarını bildiriyordu.Nazım ona kapıyı gösterirken “E-
rata ne öğretelim ? “ diye sordu.Şairin cevabı “Anayasadaki altı umdeyi öğretirsiniz” oldu.

Böylesine tuhaf olayların yaşandığı günlerde Nazım,aslında her an tutuklanmaktan korkuyordu.Çok geçmeden de korktuğu başına geldi.Bir gece vakti,akrabası Celaleddin Ezi’ne’nin evinde otururken,kapıyı çalan polislerce gözaltına alındı ve tutuklandı.İki farklı davadan yargılandı ve toplam otuz beş yıl hapse mahkum oldu.

Piraye Hanım ve çocukları ile geçen mutlu günler uzun sürmemişti. Nazım Hikmet Çankırı,Ankara,İstanbul,Bursa hiç durmadan cezaevi değiştiriyordu.Piraye Hanım’da peşinden gidiyordu.Hatta Piraye Hanım,Nazım Çankırı’dayken,orada bir ev dahi tutmuştu.Eşini cezaevinde görebilmek için,iki çocuğunu geride bırakan İstanbullu genç kadın,taşrada tek başına yaşamayı göze almıştı.Nazım ise ziyaret saatleri haricinde hiç durmadan çalışıyordu.Memleketimden İnsan Manzaraları,Kuvayi Milliye Destanı,Derhat ile Şirin gibi önemli eserlerin yanında,Piraye ile aşklarını bir efsane haline getirecek mektuplarını da,satırlara hep demir parmaklıklar arasındayken döktü.


Şair cezaevine gireli on yılı aştığında,40’lı yıllar bitiyordu.İkinci Dünya savaşının sonuna gelindiği bu yıllardaisiyasi hava da yumuşamıştı.Yeni bir af yasasından söz ediliyordu.O sıralarda,Nazım’ın cezaevinden afla çıkacağı ümidi doğunca ,ziyaretçilerinin sayısı da arttı.Piraye Hanım’da Nazım’a af çıkmasını dört gözle bekliyordu.İşte tam bugünlerde Bursa cezaevine bir ziyaretçi geldi.Gelen Nazım’ın dayısının kızı Münevver Hanım’dı.Nazım Hikmet,kendisine yakınlık gösteren Münevver Hanım’a bir çırpıda aşık oldu.

Bu arada Nazım Hikmet’in serbest kalması için yurtiçinde ve yurtdışında imza kampanyaları düzenleniyor,çağrılar yapılıyor,meclise mektuplar gönderiliyordu.Şairin annesi Celile Hanım,köprüdeki Kadıköy İskelesi’nin önünde bir gösteri bile yaptı.Sonunda iktidara yeni gelen Demokrat Parti’nin çıkardığı af yasası ile şair özgürlüğe kavuştu.15 Temmuz 1950’de serbest kaldı.Sonrasında ise Piraye Hanım ile sadece avukatların katıldığı bir dava ile resmen ayrıldılar.Bu ayrılık,şairin Piraye Hanım için yazdığı destansı şiirlerden dolayı,aşklarının ölümsüz olduğuna inanan hayranlarını,büyük bir hayal kırıklığına uğrattı.

Nazım Hikmet cezaevinden çıktıktan sonra Münevver Hanım’la birlikte annesinin Cevizli’deki evinde oturmaya başladı.Yeniden İpek Film Stüdyosu’nda çalışıyordu.Nazım Hikmet’le Münevver Hanım’ın bir oğulları oldu,Memet koydular.Artık mutluydu ama ona hala bir türlü huzur vermiyorlardı.Bu kez askere çağrıldı.Oysa yıllardır cezaevindeydi ve sağlık durumu iyi değildi,kalbi tekliyor,karaciğeri doğru dürüst çalışmıyordu.Bu arada bir doktor kulağına bu işin sonunun iyi olmadığını fısıldadı.Korkusu iki yalancı tanıkla tekrar cezaevine girmek ya da bir kaza kurşununa kurban gitmekti.Kararını verdi,yurtdışına kaçacaktı.Zaten cezaevinden çıktığından beri yine izleniyor,evinin önünde her daim bir cip bekliyor-
du.Kitaplarını yayımlatma,oyunlarını oynatma olanağı da bulamıyordu.Kuvayi Milliye’nin yayın hakkını alan bir yayınevi vardı ama kitap bir türlü basılamıyordu.

Baba tarafından akrabası olan Refik Erduran ona “ Abi,hani uçar gibi denizde kayıp giden tek-ler var ya,seni o teknelerden biriyle Karadeniz’e çıkaracağım.Yukarıya çıkan teknelerden birine binip gidersin.” demişti.17 Haziran 1951 sabahı evden Ankara’ya gideceğini söyleyerek ayrıldı ve sadece üç gün sonra Bükreş radyosundan Romanya’ya ulaştığı haberi duyuldu.Nazım 25 Temmuz’da Romanya’
dan Moskova’ya geçtikten sonra,Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkartıldı.

KAYNAK:K Dergisi,11 Ocak 2008 tarihli sayısı

5 Haziran 2009 Cuma

YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR / Özgül Apaçe -I


YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ TEK VE HÜR / Özgül Apaçe -I

İstanbul ‘un işgalinin ilk günlerinde Nazım Hikmet,şehirde kurulan küçük çetelerden birine katılmış,karanlık çöktüğündeBeyoğlu’ndaki binaları örten yabancı bayrakları söküp kaçıyor sonra oturup coşkulu direniş şiirleri yazıyordu.

İstanbul boğazının suları,üzerinde gezen İngiliz,Fransız,İtalyan bayraklı gemilerden görünmez olmuştu.Şehri tanımayanlar birkaç gün önce bu gemilerden inip,sokaklara yerleşen yabancı askerleri,İstanbul’un gerçek sahipleri sanabilirlerdi.Oysa şehrin gerçek sahipleri evlerine çekilmiş,sessizce hınç-
larını büyütüyorlardı.İstanbul işgal edilmişti.Anadolu ise onun için direniyordu.İmparatorluğun dört bir yanından Anadolu’ya kaçan insanlar direnişe katılıyordu.Direnişe katılmak için yola çıkanlar arasında dört genç şair de vardı.Sirkeci’den kalkan yeni dünya vapuruna gizlice binmişlerdi.Tarih 1 Ocak 1921’di.

Aslında ne ölmesini biliyorlardı,ne de öldürmesini…Ama uzakta değil,kendi evlerinde yenilgiyi tatmış olmanın üzüntüsü,kırılan gururları onları bu vapura bindirmişti.İşgalin ilk günlerinde bu genç şairlerden biri,adı Nazım olan,şehirde kurulan küçük çetelerden birine katılmıştı.Karanlık çöktüğünde Beyoğlu’daki tüm binaları baştan başa örten yabancı bayrakları söküp alıyordu…Sonra ıssız sokaklar-
Dan koşar adım evine gidiyor,masasının başına oturuyor,çoşkulu direniş şiirleri yazıyordu.1920’nin son günlerinde yazdığı Gençlik adlı şiiri gençleri savaşmaya çağırıyordu.Beyoğlu’na bayrak sökmeye çıktığı gecelerden birinde az daha yakalanacaktı.O gece daha büyük riskleri almanın zamanı geldiğini anladı.

İnebolu’ya geldiklerinde dört arkadaş vapurdan indiler.O günlerde İnebolu,Kurtuluş Savaşı’na katılmak için Anadolu’ya gitmeye çalışanların ilk durağıydı.Burada direnişe katılmak için Almanya’dan gelen genç öğrencilerle tanıştılar.Almanya’dan gelen gençler,sosyalizmi savunuyor,Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği’nden övgüyle söz ediyorlardı. Bunlar Osmanlı’nın genç şairleri için yeni bilgilerdi.

İnebolu’daki genç şairlere Ankara’dan bekledikleri haber tam beş gün sonra geldi.Ancak gelen haberde sadece iki kişi için izin verildiği bildiriliyordu:on dokuz yaşındaki Nazım Hikmet ve Vala Nurettin için.Ankara’ya geldiklerinde onlara verilen ilk görev şiir yazmaktı.Yazacakları şiirle İstanbul gençliğini mücadeleye çağırmaları gerekiyordu.Üç gün içinde kendilerinden istenen şiiri yazdılar.Şiir çok sevildi,sokaklarda elden ele dolaştı.Sonunda Bolu’ya gitmelerine karar verildi.Bu küçük şehirde öğretmenlik ya-pacaklardı.Ancak İstanbul’dan gelen,camiye gitmeyen bu iki şehirli genç Bolu’da hemen yadırgandı.Yir-mi sekiz yaşında,genç,idealist bir adam olan Ziya Hilmi,iki genç şaire,Fransız Devrimi’ni,Rus Devrimi’ni anlatıyor,onlara Lenin’den bahsediyordu.Bolu ağır ceza mahkemesinin Ziya Hilmi dışındaki üyeleri,hem çok tembel,hem de çok yaşlı idiler.Bu yüzden davalar uzun süre karara bağlanamıyordu.Nazım’ın yeni görevi bu davalarda bir savcı gibi çalışmaktı.Nazım,suçluların fakir mi,yoksa zengin mi olduğunu araştı-rıyordu.Davaların kararları mahkemede değil,aslında Nazım Hikmet’in Vala Nurettin’le birlikte yerleştik-leri Katırcı Han’da veriliyordu.Ve genellikle Katırcı Han’daki odadan “zenginler suçludur” kararı çıkıyordu.Nazım Hikmet,Sosyalist fikirlerin o denli çabuk etkisinde kalmıştı ki bir mana da zengin düşmanı olup çıkmıştı.Oysa o da zengin ve köklü bir Osmanlı ailesinden geliyordu.

Bu küçük Anadolu Şehrinde bir yandan öğretmenlik,bir yandan savcılık yaparken,iyi bir eğitim görmenin hayallerini kurmaya başladı.Paris’e mi,Berlin’e mi yoksa Moskova’ya mı gitmeliydi ?Ziya Hilmi’nin etkisiyle Moskova’yı seçti.Vala Nurettin’le beraber 1921 yılının ağustos ayında Doğu Cephesi’nde Kazım Karabekir’in yanında öğretmenlik yapmak içingider gibi yola çıkıp ,Moskova’ya kaçtılar.Sovyetler Birliği topraklarına ayak basan yirmili yaşların başındaki iki genç şair,Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne yazıldılar.

Ama İstanbullu Nazım,Moskova’da iken de Anadolu’dagördüklerini,yaşadıklarını unutamıyordu: “Anadolu’ya geçtim.Millet sıska,Nuh’tan kalma silahı,açlığı ve bitiyle savaşıyordu Yunan ordularına karşı.Milleti ve savaşını keşfettim.Şaştım,korktum,sevdim ve bütün bunları yazmak gerektiğini sezdim.Şiirle yeni şeylerin,şimdiye kadar söylenmemiş şeylerin ifade edilmesi gerektiğini sezdim.Bu işte önce beni yeni öze göre yeni bir şekil bulmak meselesi ilgilendirdi.İşe kafiyeden başladım.Kafiyelerin mısraların sonunda değil de bir sonda bir başta denedim.”

Nazım Hikmet’in Moskova’da şiirinin biçimi gibi tüm dünya görüşü de değişti.,şair artık Marksizm’e bağlanmıştı.Bu yeni dünya görüşünün ipuçlarını veren şiirlerini 1923 yılından itibaren İstanbul’da Yeni Hayat ve Aydınlık dergilerine göndererek yayımlatmaya başladığında,üniversite eğitiminin de sonuna yaklaşıyordu.Diplomasını aldıktan sonra 1924 yılının ekim ayında çıktığı gibi gizlice girdi Türkiye’ye ve İstanbul’a gelerek Aydınlık dergisinde çalışmaya başladı.

Nazım Hikmet çalışmaya başlayalı bir yıl dahi olmamıştı ki,dergi kapatıldı.Doğu isyanı patlak vermişti.Şeyh Sait ayaklanmasının ardından Bakanlar Kurulu kararı gereği kapatılan pek çok gazete ve dergiden biriydi Aydınlık.Birçok dergi çalışanı ve yazarı yeni çıkarılan Takrir-i Sükun kanunu gereği yar-
gılanmak üzere İstiklal Mahkemelerine sevk edilmeye başlanmıştı.Nazım Hikmet T.K.P’nin ayarladığı sandalla,Mühürdar açıklarındaki bir takaya binerek Moskova’ya kaçtı.Oysa geleli sadece yedi ay olmuştu.Ama bu yedi ay zarfında polis takibinden bir kez dahi rahat nefes alamamıştı.Moskova’da bunları düşünürken Ankara’dan kötü haber geldi.Ankara İstiklal Mahkemesi onu gıyabında yargılamış ve on beş yıl hapis cezasına çarptırmıştı.Yurda dönemiyor,ömrü boyunca yaşayacağı memleket hasretini ilk kez tadıyordu.

1925 yılının haziran ortalarında ise bu kez Ankara’dan iyi haber geldi.Cezası,1926 yılı Cumhuriyet bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına giriyordu.Nazım Hikmet Türkiye’ye döndü.Zekeriya Sertel’in çıkardığı Resimli Ay dergisinde çalışmaya başladı.Resimli Ay’da bir yandan şiirlerini yayımlar-
ken bir yandan da “Putları Yıkıyoruz” başlığı altında bir yazı dizisine başladı.Edebiyatın yerleşmiş değerlerine ve Abdülhak Hamit,Mehmet Emin gibi şairlere ağır eleştiriler getiren bu yazı dizisi çok ses getirdi.
835 Satır,Jokond ve Si-ya-U,Varan 3 gibi yeni kitapları da ardı ardına basılıyordu.Ama bu huzurlu dönem çok sürmedi.Şairin kendi sesinden plağa alınan Salkımsöğüt ve Bahri Hazer şiirleri o kadar sevilmişti ki kahvelerde,lokantalar da çalınmaya başlamıştı.Çok geçmeden komünist şaire yoğun ilgi hem Ankara’yı,hem de polis teşkilatını rahatsız etti.Sonunda Nazım Hikmet kendini mahkeme salonunda buldu.

KAYNAK:K Dergisi,11 Ocak 2008 tarihli sayısı

2 Haziran 2009 Salı

Günden Notlar / 27 Şubat 2008

Günden Notlar / 27 Şubat 2008

İstanbul ayaklarımın altında durumu.Zincirlikuyu’da,çalıştığım birimin terasından – 9. kat- İstanbul’a kuşbakışı bir bakıştan söz ediyorum;bu devasa şehre ve onun yarattığı kaosa tepeden bakmaktan.

Tanrılar katındaki - Olimpos’taki - bir tanrının dünyaya bakışı gibi.Ve o kaosun üzerinde olmak - o kaosa dahil olmamak - hoşuma gidiyor.Herşeyin ve herkesin üzerindeyim sanki.Ve böyle bir perspektifden bakıyorum yaşama.Dert üstü,murad üstü denilen cinsten.Herşeyin uzağındayım.Hiçbir şey rahatsız edemez beni ve hiçbir şey üzemez bu durumdayken.Sonsuz bir sakinlik ve dinginlik hali.Benim için çok geç keşfedilmiş bir cennet burası.Buradaki sınırlı günlerimde bu cennetin tadını çıkarmalıyım.
Yani çok bencilim burada.

Bugün 27 Şubat 2008 Salı,saat öğleden sonra biri geçiyor.Ve ben bu anı ölümsüzleştirmek için yazmak istedim.

Ata ERBAYAV – 27.02.2008 – 13.12 -

METİN ALTIOK ŞİİR ÖDÜLÜ TÖRENLE EREN’E VERİLDİ

METİN ALTIOK ŞİİR ÖDÜLÜ TÖRENLE EREN’E VERİLDİ

‘ Kitabın yakıldığı yerde insanlarda yakılır ‘

Kırmızı Yayınları ve Metin Altıok ailesi tarafından 2008 yılında ikincisi düzenlenen ‘Metin Altıok Şiir Ödülü’ ;’ Ars Requiem’ ve ‘Bırakılma Koridoru’ adlı yapıtlarıyla,İTÜ Maçka Yerleşkesi Mustafa Kemal Amfisi’nde düzenlenen törenle Azad Ziya Eren’e verildi.Eren’e ödülünü Yaşar Kemal sundu.

Doğan Hızlan,Gülten Akın,Ülkü Tamer,Enver Ercan,Füsun Akatlı,Eray Canberk ve Talat Sait Halman’dan oluşan seçici kurul,”destansı özellikler taşıyan şiirlerinde,geleneğimizin ve dünya şiirinin içinden geçebilen tutumu;tarihi ve coğrafyayı buluşturup günümüzü ve insanını farklı boyutlarıyla kavrama çabası;Türkçe şiire yeni anlatım olanakları araması;acı ve hüznün ağırlığını şiir diline çevirebilmesi” nedeniyle Azad Ziya Eren’in yapıtlarını ödüle değer buldu.Eren teşekkür konuşmasında şunları söyledi:”Kitapların yakıldığı yerde sonunda
insanlar da yakılacaktır diye bir söz vardır.Bunun üstüne ne eklenir bilemiyorum.Ben kendi dönemimin genç şiir emekçileri adına alıyorum bu ödülü,çünkü şiirin bir toplam olduğuna inanıyorum.Sadece tek kişiyle yazıldığını,tek kişiden ibaret olduğunu düşünmüyorum.”

Doğan Hızlan ödül töreninde yaptığı konuşmasında “Bir Metin Altıok ödülünü daha vermek elbet bizim içimizi acıtıyor.Şairlerin etli gücü,okurdaki şiirselliği uyandırdıkları an-dadır.Metin Altıok bir kuşağın şairi.Azad Ziya Eren’e verildi bu yıl.Elbette her ödül alan,adına ödül verilen şairin doğrultusunda değildir.Ama zaman zaman da bir edebiyat akrabalığı ortaya çıkar.Azad Ziya Eren’de bu edebiyat akrabalığı var.Hüzün var,duyarlılık var.İnsanı insan yapan sadece küçük mutluluklar değil…Büyük mutsuzlukların,olumsuzluklarında şiiri var.Metin Altıok’un şiirini özümseyen bir izdüşüm var Azad Ziya Eren’de” dedi.Gecede Metin Altıok şiirlerine besteleriyle can veren Çiğdem Erken ve piyanosu eşliğinde Demet Sağıroğlu
konser verirken,Demet Evgar ve Selçuk Yöntem,Altıok’un şiirlerini okuyarak eşlik etti.

28 Mayıs 2009,Cumhuriyet

1 Haziran 2009 Pazartesi

KIYIDAKİ EV / CEVAT ÇAPAN

KIYIDAKİ EV / Cevat Çapan

Kanıt aramadı hiç;kuşku duymadı.
Düşündü durdu geride bıraktıklarını,
genç ölüleri.
Nereye yerleşeceklerdi karaya çıktıklarında ?
İşte şu boş ahşap ev kıyıda,Rumlardan kalma,
O bildik sesi denizin aynı dili konuşan.
Oysa susarak geçirebilir o,kalan günlerini.
Kim sürecek şimdi bıraktığı mallarına
Karşılık verilen on dönüm tarlayı,
Kim toplayacak zeytinlerini yüz kırk ağacın ?

Alış alışabilirsen yeniden
Bu yeni rüzgara,meraklı komşulara.
Martılar aynı martılar mı
Unutmaya çalıştığın adada uçan ?

Kanıt aramadan,kuşku duymadan
baktı durdu denize
onu çok uzaklardan
sağ kalanlarıyla
bu kıyıya getiren.

KAYNAK: SÖZCÜKLER DERGİSİ EYLÜL-EKİM 2007 SAYISI