28 Eylül 2009 Pazartesi

JORGE LUİS BORGES – III

DÜŞ KAPLANLARI’nın önsözünde şunları yazıyor:

“Yetmişini aşmış biri için, bildik becerileri, arasıra ılımlı çeşitlemeler ve sıkıcı tekrarlarla, işlemeyi sürdürmek dışında umulacak çok az şey vardır. Ben bu tekdüzelikten kaçınmak için, belki de düşüncesiz bir konukseverlikle, her günkü yazar dikkatimle kesişen çok değişik ilgileri buyur etmeyi seçiyorum. Mesel itirafı izliyor, serbest ya da uyaksız bir soneyi... Eski zamanlarda -ki muğlak akıl yürütmelere, ve evrenin kaçınılmaz düzenlenişine karşı çok duyarlıydı onlar...şiirsel olanla düzyazılar arasında bir ayrılık olmayabiliyordu. Her şey büyüyle renklenmeliydi.. Bir dil bir gelenek, gerçekliği kavramak için bir yoldur, keyfi simgeler topluluğu değil..”

“Gerçek bir şair için varoluşun her anı, her eylem özünde öyle olduğu için şiirsel olmalıdır. Bildiğim kadarıyla bugüne kadar hiç kimse bu yüksek uyanıklık durumuna ulaşamamıştır. Browning ve Blake başkalarından daha çok yaklaştılar ona...Whitman bu yöne yöneldi..ama dikkatli sayıp dökmeleri sayılıdır...”

“Edebiyat okullarına güvenmem, vaaz ettiklerini basitleştirmek için tasarlanmış didaktik yapılar görürüm onları...ama şiirlerimin ardındaki etkinin adını vermeye zorunlu olsaydım, köklerinin modernismo olduğunu söylerdim.”

“Düş Kaplanları’nda kendini gösteren etkilere gelince... En önce, tercih ettiğim yazarlar... Robert Browning’i söylemiştim...ardından, okuyup yankılandıklarım...daha sonra, hiç okumadığım halde bende olanlar.”


Borges, 1961’de Uluslararası Yayıncılar Ödülü’nü aldıktan sonra Avrupa çapında bir üne kavuştu...yirminci yüzyıl edebiyatının klasikleri arasında anılmaya ve gittikçe artan bir hayranlık kazanmaya başladı...Giderek günümüz edebiyatının en seçkin yazarları arasında yerini alan Borges, Latin Amerika Edebiyatının akademik bir okur çevresinin sınırlarını aşıp dünya çapında da geniş bir aydın kitlesine ulaşmasında çağdaşı yazarlara oranla daha büyük bir rol oynadı...

“Ün de bana tıpkı körlüğüm gibi yavaş yavaş geldi. Ünü hiç beklemedim, hiç ardında koşmadım onun. Bana ilk el uzatan yazdıklarımı 1950’lerin başında yüreklilikle Fransızca’ya çeviren Nestor İbarra ve Roger Callonis oldu. 1961’deki ödülü Samuel Beckett’le paylaşmamı sağlayan da sanırım onların bu gözüpek girişimeri oldu... Çünkü Fransızca’ya çevrilinceye kadar yalnız dışarda değil, Buenos Aires’te de pek tanınmıyordum...Ödülden sonra tüm Batı dünyasında kitaplarım mantar gibi bitti.”

Borges’un yarattığı türler arası yazın tarzına belirli bir ad vermek olanaksızdır...Düzyazısında şiire yaklaşan bir ölçü ve uyum bulmak olasıdır...Aynı zamanda felsefi tartışmanın ve yerginin de kaynaştığı bu kurgular, akıldışı ve gerçeküstü görünümlerinin ardında, kapsamlı bir felsefi anlatımı içerirler...Çok okuyan bir okur, Borges’ta dünya edebiyatının klasiklerinden çoğuna, sürekli olarak yapılan göndermeleri keşfetmekte gecikmez.. Dili dış dünyaya ya da gerçekliğe doğrudan gönderme yapan düz anlamlardan değil,çok katmanlı yan anlamlardan örülüdür...Bu yüzden Kafka’nın karabasanlarından, Tolkien’in tümüyle düşsel dünyasına her türlü gerçekdışı ve gerçeküstü öge, Borges’ın kurgularında yerini bulur.. Ancak Borges’in fantastik evreni ,”gerçek dünya”dan tümden kaçış değil, ondan belirli bir uzaklaşmayı, araya bir uzaklık koyarak eleştirel bir bakışı içerir..Bir yandan anlamlar zenginliği içinde metafizik bir özerkliğe kavuşan edebi metin, yalnızca kendisine gönderme yaparak dış gerçekliğe kendisini kapatır...Bilinçli olarak yarattığı bu kapalılıktan çıkış, ancak onun diğer edebi metinlere yaptığı dolaylı göndermeleri izleyebilen “kültürlü” okurların kavrayabileceği bir durumdur...Bu yüzden yarattığı türlerarası tarz, tüm yeniliğine ve zenginliğine karşın, yaygınlaşmamış, sadece yazara özgü bir yenilik denemesi olarak kalmıştır...



“Kendisini daha beyhude bilenim ben,
beyhude gözlemciden, kardeşinin aksini,
gövdesini...ya da (aynı şey bu ikisi),
sessizliğin ve camın aynasında izleyen.
Ben ki sessiz dostlarım, bilenim unutuştan
başka hiçbir intikam yolu olmadığını,
ya da bir bağışlama. Bu garip anahtarı,
bütün nefretler için, bir tanrı, bağışlayan,
Ben ki bütün o parlak dolaşmaların ardından
zaman labirentini çözemeyenim hala,
hem tekil hem de çoğul, yorucu ve hep başka,
hem bir kişiye hem de herkese ait olan.
Ben hiç kimse olanım, kılıç bile değildim
savaşta. Yankıyım ben, unutuşum, hiçliğim.


Türk okurunun karşısına ilk kez ÖLÜM VE PUSULA’nın çevirisiyle çıkan Borges,adı demin de söylediğim gibi adı 1960’lara değin Batı dünyasında da çok dar aydın -okuyucu tarafından biliniyordu...

Gerçi Valery Labaud gibi James Joyce'un ilk tadına varan ve Fransa da tanınmasına önayak olan bir yazar, daha 1925’te Borges’e ilgi duymuştur ama Borges’in ilk Fransızca çevirisi ancak 1953’te yayınlanabilmiştir...Borges’in yıldızı 1961’de Formentor ödülünü (Batı Avrupalı büyük yayınevlerinin kurduğu bir ödüldü bu) Beckett ile paylaştıktan sonra başlar....Ama bu kez kısa bir sürede “Borges Efsanesi” doğmuş ve yazarın adı çağımızın büyük yazarlarıyla (Joyce, Proust, Kafka, Woolf, Beckett gibi) anılmaya başlamıştır.

Bu yazarlar arasında romana el atmayan tek yazar Borges’tir. Onun yapıtı (şiirlerini saymazsak) özellikle küçük öykülerden denemelerden oluşur...Romanı bir moda olarak görür, dolayısıyla modasının geçeceğine inanır...Öyküyü romandan çok daha eski bir yazın türü olduğu için seçer. “Öykü” der Borges, “okunmasa da kalır, çünkü anlatılır. Oysa roman anlatılamaz..”

Ve şöyle ekliyor:

“Hayatım boyunca kendimi neredeyse bütünüyle kitaplara vermeme karşın, pek az roman okumuşumdur. Okuduklarımda da eğer son sayfaya kadar gelebilmişsem, bunda çoğu zaman yalnızca görev duygusunun etkisi olmuştur. Buna karşılık iyi bir kısa öykü okuru olduğum söylenebilir...birçok öyküyü tekrar tekrar okumuşumdur...Kendimi bildim bileli Stevenson, Kipling, James, Condrad, Poe, Chesterton, Lane’in Arabistan Geceleri’ndeki masallar, Hawthorne’un bazı öyküleri tiryakilik olmuştur benim için...Don Quixote ve Hucleberry Finn gibi büyük romanların neredeyse biçimden yoksun olduğu kanısı, kısa öykülerden aldığım tadı daha da pekiştirmiştir. Kısa öykünün iki vazgeçilmez özelliği vardır: Biri tutumluluğu, ötekiyse açık seçik bir başı, ortası sonu olması...Ne ki kısa öykünün yazar olarak gücümü yeteneğimi aştığını düşündüm yıllarca...Gerçekten öykü yazmaya ancak uzun yıllarımı alan bir yığın ürkek anlatı deyeminden sonra başladım...”

Roman/öykü konusundaki bu görüşleri yazarın çelişkilere olan tutkusunu da biraz olsun açıklayabilir...Çünkü okunduğunda görülecektir ki, Borges’in öyküleri, dilden dile dolaşacak bir konu ve yapı niteliğine sahip olmadığı gibi, yazılı olarak özetlenmeleri bile olanaksızdır. Borges ‘in öykülerinin konusu Zaman, Ölüm, Labirentler, Düşler, Kitaplar ve sözcüklerdir...Bu öykülerde günlük gerçekliğin yeri yoktur.Ya da söz konusu gerçeklik bir takım düşsel ya da düşünsel değişikliklere uğramaktadır...

Metafor (istiare ) mi? Gibi.....

Simgesel mi? Gibi...
.
Gibi...çünkü hiç bir kesinlik yoktur Borges’in öykülerinde,çok kesin çizgilerle çizilmiş kişilerinde, konularında bile belirsizlik ağır basar. Anlatılanın bir yüzü ışıktaysa öbür yüzü karanlıktadır...Resim diliyle konuşacak olursak, bu ışık/gölge oyunu, yazarın sözcüklerine değin yansır. Bu labirentler tutkunu yazar, okuyucuyu gezdirdiği labirentte, onu kendi kendisiyle baş başa bırakır...Çıkış yolunu bulacak, öykünün anlamını kavrayacak (ya da sezinleyecek) olan hatta öyküye gerçek anlamını (dolayısıyla yaşamını ) verecek olan odur....Okuyucudur.

Zaman taşsız bir satranç oynar
avluda. Bir dalın çıtırtısı
geceyi kemirir. Dışarda ova
toz ve düş fersahları savurur
İkimiz de gölgeyiz, suretini çıkarırız dediklerinin
başka gölgelerin: Heraklitos ve Guatama”


Arjantinli Borges, yalnız İspanyol ve Güney Amerika kültüründen değil, Fransız, Alman, İngiliz, ve İslam kültüründen beslenir...Kendisi kabul etmese de kozmopolit bir kültür ve sanat dünyasının insanıdır...Bu kozmopolit dünyada, Don Kişot, Kafka ile Stevenson Talmud ile, Edgar Allan Poe İslam mistikleriyle buluşur ve ortaya Borges’in bunlardan hiçbirine benzemeyen fantastik dünyası çıkar....Bu fantastik dünyada hiçbir öge, olay, cümle, sözcük raslantıya bırakılmamıştır.Düşler bile kendi mantığının içinde oluşur...Düşünsel, felsefi hiç bir soruya geçerli ya da geçersiz bir yanıt vermez, tam tersine yanıtı bilinmeyen sorular sorar ve bunları yanıtsız bırakır....

Marquez’in anlattığına göre, bir gün, Buenos Aires’ in sokağında kendisine “Siz Borges değil misiniz?” diye soran bir yabancıyı, “Evet, arada bir” diye yanıtlamıştır..

Belki Borges’i en iyi bu olay ele vermektedir...

Borges, çeşitli kitaplarından derlenen öykülerinde okuyucuya, sokaktaki yabancının sorusunu yöneltir gibidir....

“Bu anlattığım öyküler sizin öyküleriniz değil mi?..

Yıllarca gözleri görmeyen bu ihtiyar bilge yazara okuyucunun yanıtı: “birkaçı, bazı yerleri, evet...” olabilir sanıyorum...

Akşamla
Soluverdi renkleri avlunun.
Koskocaman doğan ay
Aydınlatamıyor göğü bile .
Öyle karanlık ki her taraf
Bir melek öldü sanki.
Avlu ve bir parça gök.
Tanrının ruhları seyrettiği
Bir penceredir avlu.
Bir yamaçtır ki avlu,
Ordan kayıp gelir eve gökyüzü.
Sessiz
Yıldızların buluştuğu yerde ölümsüzlük
Bir dehlizin, bir saçağın, bir sarnıcın
Yaşamaktan hoşnut
Karanlık içtenliğinde herşey.


Borges, KUM KİTABI’na yazdığı önsözde şöyle diyor:

“Bu yaşımda sevilen temalar üzerine şu birkaç çeşitlemeden fazlasını vaad edemem, kendime bile...Bilindiği gibi öykü yazmak onarılmaz tekdüzeliğe karşı klasik çareye başvurmaktır. Gene de izninizle bir iki ayrıntıya işaret etmek istiyorum....

“Kitap on üç öykü içeriyor.Bütün bu öykülerden yalnızca birini seçmem gerekseydi, sanırım en otobiyografik (anılarla en zengin olan) hem de en düşsel olan KONGRE’yi seçerdim... Kum Kitabı’nı da çok sevdiğimi saklamayacağım.. Ayrıca bir aşk öyküsü, bir psikolojik öykü, bir de Güney Amerika tarihinden dramatik bir olayın öyküsü var...


Bizde 1975’te yayınlanan KUM KİTABI’ındaki ÖTEKİ adlı öyküyü ele alalım... Robert Luis Stevenson’dan Dostoyevski’ye kadar birçok yazarda raslayabileceğimiz “ikinci kişilik” ,” benzeri” ya da “öteki” olgusu aslında edebiyat tarihinde örnekleriyle sıkça karşılaştığımız bir durum... Bu izler O’nda “Borges ve gençliği” biçiminde ortaya çıkıyor. Ama ona göre bu hortlaksı görüntü aynalardan, sudaki yansımalardan ya da doğrudan doğruya insanın belleğinden kaynaklanıyor. insanı hem izleyici, hem oyuncu kılıyor. “Bu öyküde” diyor Borges “birbiriyle konuşan iki kişinin, hem birbirinden yeterince farklı iki kişi, hem de birbirne yeterince benzeyen iki kişi olmasını sağlamaya çalıştım.”

“Bu araştırmalarımda basit, zaman zaman günlük konuşma diline yakın üslupla fantastik bir olay örgüsünü birleştirerek, H.G.Wells örneğine sadık kqlmaya çalıştım...Meraklı okur Wells’in adına, Swift’in ve E.A.Poe’nunkini de ekleyebilir....”

“Ne bana anlamsız gelen seçkin bir azınlık için, ne de yığınlar diye bilinen, şu göklere çıkarılan ideal Platoncu kendilik için yazıyorum.. Demagogların sevdiği her iki soyutlamaya da inanmıyorum.Kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum...”


“Zaman beni sürükleyen bir nehir,ama nehir benim;
beni parçalayan bir kaplan,ama kaplan benim.
Beni tüketen bir ateş, ama ateş benim.
Evren, ne yazık ki, gerçek;
ben, ne yazık ki Borges’im...”


Bir söyleşide Borges, “Yazarken her zaman uyuşuk ve ağır davrandım...her tümce kendini farklı şekillerde ortaya koydu: Bir sözcüğe varmadan önce bir çok eşanlamlıyı elden geçirmem, sayısız eğretileme içinden seçim yapmam gerekiyor....Başlarda şaşırtıcı sıfat ve eğretilemeler ararken şimdi şaşırtıcılığın önlenmesi ve herşeyin okuyucu için kolaylaştırılması gerektğini hissediyorum...bence eseri okuyucu kendisi yaratır...” diyordu.

Jorge Luis Borges adının kapladığı, edebi dünyaya girmenin en etkin yolu, belki öncelikle içiçe girmiş bir çok yazından oluştuğunu kabullenmektir. Borges bu tanımı birçok batılı yaratıcı için kullanmıştır. Joyce, Dante, Geothe,Quevedo, Shakespeare) kendini de bu listeye katarsak sanırım pek yanılgıya düşmüş olmayız.. Gerçekte çağdaş Arjantin ve Latin Amerika edebiyatının bir bölümü veya bir başlığı değildir..Lirikten metafizik masala, ultraist döneminden; son zamanlardaki arkeolojik düşleme, serbest nazımdan; son şiirlerinin neoklasikliğine, kendisi başlıbaşına bir edebiyatı oluşturur.. Bu edebiyatın kendi retoriği ve biçembilimi, ilk bakışta bölük pörçük görünen bir yapıtı tutarlı bir bütüne dönüştüren birleştirici metafiziği, uydurma alıntılara dek uzanan benzersiz bir anlatımı vardır...Tüm çeşitliliğine karşın bu edebiyat, yaratıcısının gizli gizli bütün kişiliğini açığa çıkartır...

Latin Amerika’ nın en iyi yazarları arasında; Borges’i yadsımak için yazanların SABATO, MARECHAL gibi veya onu aşmak için yazanların sayısı çoktur. MARQUEZ, CORTAZAR gibi.. Ama bir anlamda hepsinin varlığı yalnızca ondan ibaret bir geçerlilik kazanır...

KAYNAK: www.yazimhane.com

26 Eylül 2009 Cumartesi

JORGE LUIS BORGES -II

Bu arada geçimini sağlayabilmek için ailesinden birinin adını taşıyan bir Buenos Aires kütüphanesinde çalışmaya başlayan Borges’in oradaki dokuz yılı mutsuzluk içinde geçti. O yıllarını da şöyle anlatıyor:

Kütüphanede bir şey yaptığımız yoktu. On beş kişinin rahatça yapabileceği bir işte neredeyse elli kişi çalışıyordu. Benim asıl işim onbeş-yirmi kişiyle birlikte, kütüphanenin o güne kadar kataloglanmamış kitaplarını sınıflandırmak ve kataloglamaktı. Ama kütüphanede o kadar az kitap vardı ki, hangi kitabı arasanız herhangi bir sınıflandırmaya gerek duymadan elinizle koymuş gibi bulabiliyordunuz. Bu yüzden de kılı kırk yararcasına hazırlanmış olan bu sistem hiç bir zaman kullanılamıyordu..İlk gün namusumla çalıştım. Ertesi gün iş arkadaşlarım beni bir kenara çekip böyle çalışırsam kendi aylaklıklarının göze batacağını söylediler. “Kaldı ki” dediler “bu kataloglama işinin biz boş durmayalm diye icadedildiğini sen de biliyorsun. İşimizden mi etmek istiyorsun bizi?” Artık biraz gerçekçi olmamı istiyorlardı...”
“Neredeyse dokuz yıl çakılı kaldım o kütüphanede...Dokuz mutsuz yıl... İşin tuhafı o zamanlar bayağı tanınmış bir yazardım. Kütüphane dışında tabii... Çünkü kütüphanede çalışanlardan birinin bana bir ansiklopedide Jorge Luis Borge adını gösterdiğini anımsıyorum; hem adımızın hem de doğum yılımızın aynı oluşuna çok şaşırmıştı...”

1938 yılında babası öldü...Borges ise başındaki bir yaranın iltihaplanması sonucu ağır bir hastalık geçirdi ve bir süre konuşma yetisini yitirdi..
“1938’in Noel arifesinde..babam da o yıl ölmüştü.. ağır bir kaza geçirdim..Merdivenden hızla çıkarken kafa derimin sıyrılıverdiğini hissettim... Kafamı yeni boyandığı için açık duran pencerenin kanadına çarpmıştım. Gerçi hemen pansuman yaptılar ama, yara yine de iltihap kaptı..Bir hafta uyku uyuyamadım. Sabahlara kadar ateşler içinde yanarak karabasanlar gördüm... Bir akşam bir de baktılar konuşamıyorum... Hemen hastaneye yetiştirip ameliyata aldılar, kanım zehirlenmişti. Bir ay kendimi bilmeden hayatla ölüm arasında gidip geldim...Artık iyileşmeye başlamıştım ki bu kez de acaba aklım yerinde mi diye kuşkulandım... O sıralar anneme yeni bir kitap aldırmıştım..Annem kitabı bana okumaya başladı...bir iki gece için için anlayamamaktan korktuğum için okumasını ertelemiştim. okuduklarını anladığımı ayırdedince ağlamaya başladım.. Bu kez de yazamayacağımdan korkmaya başladım.. Bir eleştiri yazmaya kalkar da beceremezsem işimin bitik olduğunu düşünüyordum.. ama daha önce hiç denemediğim bir şey yazmaya kalkıp başaramazsam bunun o kadar kötü bir şey olmayacağını dahası beni kötü sona hazırlayacağını düşünüyordum...Sonunda öykü yazmayı denedim...ve ortaya Quixote Yazarı Pierre Menard çıktı...”

Ancak 1938’i izleyen yıllarda edebiyat türleri arasındaki sınırları zorlayan yeni tarzının başarılı örneklerini verdi...1944’te yayınlanan KURGULAR dizisinde ve 1949’da basılan El Aleph’te, Kafkamsı bir dünyayı betimleyen metafizik öykülerden, gerçekte var olmayan kitapların eleştirilerine kadar her tür yazıyı denedi....Borges gene aynı dönemde Adolfo Bioy Casares’le birlikte, her ikisinin atalarının adlarından oluşturulmuş takma adla dedektif öyküleri yazdı...Öyküler 1942’de DON İSİDRO PARODİ iÇİN ALTI SORUN adıyla yayınlandı... Borges, düş dünyasını ilk kez bu yapıtlarında sergiledi...

1944’de Yolları Çatallanan Bahçe’yi genişletti, adını da ANLATILAR diye değiştirdi..

“Kitaplarım ki (bilmezler benim varolduğumu)
bu yüz kadar parçam benim,
gri şakaklı ve gri gözlü,
sırçalarda boşuna aradığım
ve içbükey elimle izlerini sürdüğüm.
Mantıklı bir acılık duymaksızın
düşünürüm, beni anlatan
asıl sözler benim kim olduğumu
bilmeyen bu sayfalarda, yazdıklarımda değil.
Böylesi daha iyi. Ölülerin sesleri
konuşacak benimle sonsuza kadar.”

Jorge Luis Borge, Juan Peron 1946’da iktidara geldiğinde, daha önce İkinci Dünya Savaşı sırasında Müttefiklerden yana olduğunu açıklamış olduğundan kütüphanedeki görevinden uzaklaştırıldı.. 1946-1955 yılları arasında hayatını kazanmak için yayıncılık yaptı...konferanslar verdi..kitaplarının geliriyle geçinmeye çalıştı....1955’te Juan Peron devrilince Ulusal Kütüphane’nin müdürlüğüne getirilen Borges tam o sıralar , ailesinden gelen bir hastalık sonucu tamamen kör oldu..

“Körlüğüm çocukluğumdan beri adım adım yaklaşıyordu. Ağır ağır inen bir yaz alacakaranlığıydı sanki...Üstelik hiçbir dokunaklı ya da acıklı yanı yoktu bu işin..Aslında 1927’den başlayarak tam sekiz göz ameliyatı geçirdim, ama 1950’lerin sonlarından başlayarak okuma yazma yönünden kör sayılabileceğimi söyleyebilirim. Körlük ailemden geliyor...”

“Bir şiirimde bana aynı anda sekizyüzbin kitabı bahşeden Tanrı’nın bu ironisine değinmeden edememiştim...”

“Tanrı’nın acı alayı bana kitaplarla birlikte geceyi armağan etmesiydi, yalnızca düşler kitaplığında, tan sökümlerinin bağışladığı anlamsız paragrafları okuyabilecek ışıksız gözleri bu kitaplar kentine vermesiydi...Amaçsız adımlarla yüksek ve derin kör bir kitaplığı arşınlıyorum...Atlaslar, ansiklopediler, Doğu ve Batı, hanedanlar ve yüzyıllar, simgeler ve dünyalar, neler sunuyor bu duvarlar... Ama boşuna... karanlıkta ağır ağır, kararsız bastonumla anlamdan yoksun yarıgölgeyi arşınlıyorum...Cennet’i kıtaplık biçiminde düşleyen ben...”


I
Değişen dünya alındı elinden
ve nasıldıysa aynı kaldı yüzler,
uzakta kalan bitişik caddeler,
içbükey mavi, sonsuzdu eskiden.
Kitaplar da alındı,ona kalan
belleğinde, bu unutma şeklinde,
formülü tutan, duyguyu değil de,
ve sadece başlıkları yansıtan.
Yolum bozuk. Attığım her adımda
düşebilirim. Yalnızım.
Kullanıp şiiri, yaratmalıyım yalnız evrenimi...


II
O içbükey asma ve derin sarnıç yanında
doğduğum sene olan 99’dan beri
o parça parça zaman, az kalır hafızada,
hep uzak tuttu benden görünür biçimleri.
Gündüzler geceler sildiler hatlarını
o insani harflerin ve sevilen yüzlerin;
boş yere soruşturdu benim yorgun gözlerim
bomboş kitaplıkları, kimsesiz salonları.
Mavi ile kırmızı sadece bulut şimdi,
ve iki yarasız ses. Baktığım ayna ise
sadece gri bir şey. .....
.....
Şu anda yalnız sarı şekiller var yanımda,
ve gördüğüm kabuslar, baktığımda..
Bana bakan hangi yüzdür bilemem,
aynadaki yüze baktığım zaman;
öyle sessiz yorgun düşmüş öfkeden.
Görünmez çizgilerimi, gölgede,
elimle keşfederim.Bir parıltı
düşer üstüme. Gördüm saçlarını,
kül grisi, hem de altın renginde.
Tekrarlarım yok benim hiçbir kaybım
nesnelerin dış derisinden başka.
ama harfler, güller gelir aklıma.
Düşünürüm, görebilsem yüzümü,
ben kimim bilirdim bu akşamüstü.

“Kör olmanın başka kolaylıkları da var.. Ben kimi armağanları gölgeye borçluyum. Anglosakson dilini, eski İzlandaca’nın önbilgilerini, birçok cümlenin bir çok dizenin, birçok şiirin verdiği keyfi ve sanki meydan okuyormuş gibi, bir ikiyüzlülükle, Gölgeye Övgü adını verdiğim bir kitap yazmış olmanın sevincini....”

“Körlüğün ilginç sonuçlarından biri de yavaş yavaş serbest vezni benimsemem oldu. Aslında körlüğün, yeniden şiir yazmama yol açtığı da söylenebilir. Karalama yapma olanağından yoksun kaldığım için belleğe dayanmak zorundaydım. Şiiri akılda tutmak düzyazıyı akılda tutmaktan daha kolaydır.; tıpkı kurallara dayalı şiir biçimlerini akılda tutmanın daha kolay olabileceği gibi. Yolda yürürken ya da metroya giderken bir soneyi kafanızda oluşturabilir, üstünde oynayabilirsiniz... Çünkü uyak ve ölçü belleğe yardımcı olur. O yıllarda on bir heceli dörtlüklerden oluşan düzinelerle sone ve uzun şiir yazdım...”

Aynı zamanda Buenos Aires Üniversitesi İngiliz ve Amerikan Edebiyatı profesörü olan Borges’in yapıtlarının yazılmasını annesi, sekreteri ve arkadaşları üstlendi...1955’i izleyen yıllarda artık kendine özgü bir tür haline gelen tarzında, fantastik ögeleri gittikçe ağır basan kitaplar yayımlamayı sürdürdü.. DÜŞ KAPLANLARI(1960), DÜŞSEL VARLIKLAR KİTABI(1967), BRODİE’NİN RAPORU(1970) gibi kitaplarında düzyazıyla şiir arasındaki sınırı neredeyse tümüyle kaldırdı...BRODİE’NİN RAPORU ‘nda ve KUM KİTABI’nda (1935) , okurlara, iç dünyasının derinliklerindeki labirentleri keşfeden bir bireyin, karmaşık imgelemi ile yalın bir masal dilini birleştiren alegorik öyküler sundu...

KAYNAK: www.yazimhane.com

25 Eylül 2009 Cuma

Keder gibi ödünç / Haydar Ergülen

*
Eskiden köpeğim gibiydi şiir
ne zaman üzülsem hissederdi
ve yanıma gelirdi

Yaşlı bir köpek şimdi şiirim
Ne kulağı duyuyor ne yüreği


*
O zamanlar öyle yaralıydım ki
bunu yalnızca bir hayvan anlayabilirdi

Hayvandan anladığım bir şey varsa
insanlardan bir bok anlamadığımdır hayatta

Anladım ki:Bir insanda hayvan şart

*
Bazıları ağaçtan toplar kelimelerini
bazıları taştan çıkarır şiirini
bazıları aşkını çölden…

Geceye kalmış gibi olurum
bir sokak pavyonu var da ona
düşmüş bir şair gibi

Benimki ne şiir ne keder
onların terkettiği gölgeyi bulsam
bana yeter

*
Sende denize inen bir sokak
bende başkente giden bir ev
eski duman,eski kömür,eski ray
aramızdan güzel bir karanlık geçti

*
Yağmur yağınca şairler aranmalı
Ve onlara elmadan sormalı,nedir sır,
Yoksa elma da,sır da,şair de
unutulmalı yağmur da ve “susanlara
hiçbir şey sormamalı”

Sana bir elma borcum var ama
Elma biliyor sen bilmiyorsun bunu

*
Kağıttanmış kederi kelimelerin
boşluğun acısı cümleden ince

Ağacın kederi yapraklarından
aşklar yerle bir oluyor gazelden önce

Yağmurun kederi mırıldandığı şeyler
ahşap hanesine bir yetim düşünce

Kiracıya benziyor aşkın kaderi
yerleşmeden çıksa evsiz
yerleşip kalsa yersiz

Benim şiirden başka kederim yoktur

- Şiirde tren yok
Bu ne kederdir?

*
Hüznün son sayısı gibi çıkar
şiir dergilerinin her sayısı



*
Öleceği zaman hayvanlar gibi
saklanmak istiyor ya insan
saklanacak bir yeri olmalı
aşka,çocukluğa,anneye,şiire
yoksa fazla gelir ölüm
ve eksik ölür insan


*
Suyu görünce taşmak istiyorum
onun bir bardağı var benim hiç kimsem

Bir dize daha olacaktı burada ama
Aklım suya gitti,unuttum

*
Gözler var aramızda
Hasan’ın gözleri
Selahattin’in gözleri
Ece’nin gözleri
Seyhan’la konuştuk da
Ece gibi bakmış sona doğru
onun babası da
‘beni bırakma’ der gibi
çocukluğuna baktı babamda

Gözler dolaşıyor ruhumuzda
çarpmayın bakarken
kırmayın geçerken
o gözler bizim şiirimiz
sıcacık ekmeğimiz
ta çocukluktan kalma
o gözler hem çocuk hem baba

*
Anne ağladığında gördüm
çocuğun büyüdüğünü
hayvan ağladığında
ağacın küstüğünü duydum

Dağlar dikine gidiyor
bunda bir his var


*
Hangi yalana inanacağını şaşırdıkça
yalnızca inanmaya inanıyor insan
ve hiçbir yalan kalmıyor sonunda
her şeyin gerçek olduğundan başka

*
Eski yazıda;
‘yüz’ yazmak resimdi
‘göz’ yazmak aşk
ve şiir derlerdi ‘söz’ yazmaya
öyleyse bir ilgisi olmalı
‘güz’ yazmanın kalple
ve ‘yaz’ı çocuklukla
yazmanın



*
Sabah çok zordur
şiirden de zor



*
Bir gülü taşıyamadım dostuma şımarır diye

Haydar ERGÜLEN
KAYNAK: Keder gibi ödünç / Haydar Ergülen /Yasakmeyve
Galiba insanın yakışıklı bir kalbi olmalı önce
sık sık tozu alınmalı,parlatılmalı aynalı sözlerle
benimse kalp hususunda cilalı bir cümlem bile yok
mırıldandığım sözlerin çoğu ondan gelse de… ( kitabın arka kapağından)

24 Eylül 2009 Perşembe

JORGE LUIS BORGES - I

24 Ağustos 1899’da Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te doğan Jorge Luis Borges’ın çocukluğu, bazı yapıtlarında da belirttiği gibi yoksul Palermo mahallesinde geçti. Arjantin tarihinde önemli bir yeri olan İngiliz kökenli bir aileden geldiği için, İngilizce’yi İspanyolca’dan önce öğrenen Borges, daha dokuz yaşındayken Oscar Wilde’in Mutlu Prens’ini İspanyolca’ya çevirdi...Edebiyatla ilk tanışıklığı, kültürlü bir insan olan babasının kitaplığındaki İngilizce kitaplar arasında bulunan H.G. Wells’in yapıtlarını, Binbir Gece Masalları’nı,Hucleberry Finn’i, Cervantes’in Don Quixote’unu okuyarak oldu...

BORGES VE BEN’de bu yıllara ait anılarına şöyle değiniyor:
“Bana ilk felsefe derslerini veren babam olmuştu...hem de hiç sezdirmeden...Çok gençtim; bir satranç tahtası üzerinde Zenon çıkmazlarını, Akhilles ve kaplumbağayı, okun kımıltısız uçuşunu göstermişti bana... Daha sonraları Berkeley’in adını bile anmaksızın, idealizmin temel ilkelerini öğretmek için akla hayale gelmedik yollar denedi...”

“Annem her zaman açık fikirliydi...babamdan İngilizce öğrendikten sonra, çoğunlukla bu dilde kitap okumaya başlamış... Ama babamın ölümünden sonra bakmış ki hiç bir kitabı doğu dürüst okuyamıyor, hep kafası dağılıyor...kendini zorlamak için oturmuş William Saroyan’ın İnsanlık Komedyası’nı çevirmeye koyulmuş...Daha sonraları Hawthorne’un bazı öykülerini ve Herbert Read’in sanat üstüne kitaplarını çevirdi. Bana yakıştırılan Melville, Virginia Woolf ve Faulkner çevirilerinden bazıları da onundur. Annem özellikle daha ilerki yıllarımda, kör olduğumda benim için her zaman bir yoldaş, anlayışlı ve bağışlayıcı bir dost olmuştur. Uzun yıllar yakın zamanlara kadar, sekreterliğimi üstlendi, gelen mektupları yanıtladı, bana kitap okudu, söylediklerimi kağıda döktü...birçok kez benimle birlikte yurt içi - yurt dışı gezilere çıktı. Gerçi o sıralar aklımın ucundan bile geçmiyordu; oysa, aslında beni yazarlığa sessizce, ama karşı konulmaz biçimde özendiren oydu...”diyor. “Ama daha çocukluğumda , hayatın babamdan esirgediği yazar olma yazgısını benim üstlenmek zorunda kalacağım neredeyse anlaşılmıştı. Ailemizde herkes benim yazar olacağıma kesin gözüyle bakıyordu.. (zaten böyle şeyler, açıkça söylenen şeylerden daha önemlidir.)..Benden yazar olmam bekleniyordu!”

1914’te , Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden hemen önce, ailesiyle birlikte İsviçre’nin Cenevre kentine giden Borges, orada kaldığı beş yıl boyunca Fransızca ve Almanca öğrendi...College de Genevie’yi bitirdi. Bu yıllara da “Borges ve Ben” şöyle değiniyor:

“ Walt Whitman’la, Cenevre’de Almanca çevirisiyle tanıştım. Whitman’ı uzun süre yalnızca büyük bir şair olarak değil, tek şair olarak gördüm. Dahası 1855’e kadar, dünyanın tüm ozanlarının eninde sonunda Whitman’a vardığını, ona öykünmemenin cahillikten başka bir şey olmadığını düşünüyordum. Böyle bir sanıya daha önceleri de şimdi artık hiç katlanamadığım Carlyle’ın düzyazısı ve Swinburne’ün şiiri karşısında da kapılmıştım. Daha sonraları da bazı yazarlardan müthiş etkilendiğim benzer deneyimler yaşayacaktım..”

“İsviçre’deyken bir ara Schopenhauer okumaya başladım. Bugün bana “tek bir düşünür seç kendine” deseler, Schopenhauer’i seçerim. Eğer dünyanın gizleri sözcüklerle dile getirilseydi, o sözcükler sanırım Schopenhauer’ın yazılarında yer alırdı.


1919’da yine ailesiyle birlikte Mayorka’ya, oradan da İspanya’ya gitti...İspanya’da Ultraismo akımını benimseyen genç yazarlara katıldı...Ultraissmo yanlıları, çöküş içinde olduğunu düşündükleri 98 kuşağının tanınmış yazarlarına karşı çıkıyorlardı...

1921’de Buenes Aires’e döndüğünde,doğduğu kenti yeniden keşfeden Borges, bu dönemde yazmaya başladığı ilk şiirlerinde, kentte yaşadığı günleri ve geçmişini yeniden yarattı...1923- 1929 yılları arasında yazdığı, benzetmelerle yüklü üç şiir kitabı, BUENOS AİRES TUTKUSU, YOLUN ÖTESİNDEKİ AY, ve SAN MARTİN DEFTERİ” ni yayımladı.

Borges’in kentiyle olan ilişkisini; kendi iç dünyasıyla dışındaki kent arasında kurduğu karmaşık iletişimi, kentin geçmişiyle bugününü benzetmelerle açığa vurdu.. Bu döneminde , sonradan karşı çıkacağı Ultraismo akımının Güney Amerika’da yayılmasına öncülük eden Borges, şiir kitaplarının yanı sıra, üç edebiyat dergisi çıkardı...denemeler yazdı...1930’da EVARİSTO CARRİEGO adlı bir yaşamöyküsü yayınladı....

Kendisi bu dönem için de şunları aktarıyor:

“1921’den 1930’a kadar uzanan bu dönem çok verimli geçti, ama yazdıklarımın çoğu bir bakıma pervasız, dahası amaçsız şeylerdi. O dönemde yedi kitap yayınladım. Bunlardan dördü deneme, üçü şiir kitabıydı. Ayrıca üç dergi çıkardım.. ve bir düzine süreli yayına sık sık katkıda bulundum. Oysa bugün artık o dönemdeki verimliliğimi düşündükçe şaşırıyorum, hem de o yılların ürünlerine zerre kadar yakınlık duymuyorum...Dört deneme kitabından - adlarını hiç anımsamasak daha iyi- üçünün bir daha basılmasına hiç izin vermedim. Deneme kitaplarının birinde, iki İspanyol XVII. yy. yazarına maymun gibi öykünüyordum.. İspanyolca’nın arasında bol bol Latince kullanmak için elimden geleni ardıma koymuyordum. Tabii kitap da karmakarışık tümcelerle, tumturaklı anlatımların dayanılmaz ağırlığı altında çöküveriyordu...Daha sonraki başarısızlığım da bir tür tepkiden kaynaklandı... Bu kez de öteki uca savrularak elden geldiğince Arjantinli olmayı denedim...ve o kadar yerel sözcük ve deyim kullanmaya başladım ki, kendi yurttaşlarımın çoğu bile yazılarımı anlayamaz oldu..Adını bile anmak istemediğim kitapların üçüncüsü, bir bakıma kefaret ödemek gibi bir şeydi.. İkinci kitapta kullandığım anlatımdan emekleye emekleye sıyrılıyor, yavaş yavaş aklın yoluna geri dönüyor, mantıklı yazmaya ve süslü püslü yazılarla göz kamaştırmaktansa okurun işini kolaylaştırmaya çalışıyordum...”

Şimdi bakıyorum da o yıllarda yayınlanan kitaplarımda belli başlı edebiyat günahlarının çoğunu işlemişim...Ne miydi bu günahlar?..Ağdalı anlatım, yerel renkler, umulmadık olanı aramak ve XVII.yy anlatımı...Artık bu aşırılıklardan suçluluk duymuyorum, o kitapları başka biri yazmıştı...”
[

b] “BUENOS AİRES TUTKUSU’ ndaki şiirleri 1921-22 arasında yazmıştım.. Kitap da 1923 başlarında yayınlandı.. Avrupa’ya dönmek zorunda olduğumuzdan topu topu beş günde,300 adet, üstelik çok acemice basılmıştı. Kitap çelimsiz bir üslupla yazılmış, veciz metaforlarla doluydu...ama temelde romantikti.. Günbatımlarından, ıssız yerlerden, bilinmedik köşelerden söz açıyor; Berkeley’ci metafiziğe, ve aile tarihine dalıyor, ilk aşkları dile getiriyordu.. Korkarım kırk ambara çevirmiştim...yamalı bohçaya benzetmiştim.. Ama yine de dönüp geriye baktığımda, o kitaptan hiç ayrılmadığımı görüyorum. Daha sonra yazdığım her şeyin, ilk kez o kitapta ele aldığım izleklerin, geliştirilmiş biçimlerinden başka bir şey olmadığını duyumsuyorum...O gün bugündür, o kitabı durmadan yeniden yazdığımı düşünürüm....”


“Onun çoğunu eşe dosta dağıttım..Kitabevlerine ya da dergilere göndermek aklıma bile gelmedi...Ama kullandığım yönemlerden birini hiç unutamıyorum...O dönemin köklü ve eski edebiyat dergilerinden birinin bürosuna gidenlerin, paltolarını bıraktıkları bir vestiyer vardı...Altmış yetmiş kadar kitabı yanıma aldım, derginin yayın yönetmenlerinden birinin yanına gittim. Yönetmen şaşkınlıkla bana baktı: “bunları senin için satmamı istemiyorsun herhalde “ dedi...”Hayır” dedim...”bu şiirleri ben yazdım, ama o kadar da deli değilim...Ben yalnızca onları şurada duran paltoların ceplerine bırakmanızı rica edecektim sizden...” Yönetici istediğimi yerine getirdi..Bir yıl sonra Buenos Aires’e döndüğümde, paltoların sahiplerinden bazılarının kitabımı okuduklarını öğrendim; hatta birkaçı kitapla ilgili yazı yazmıştı...Doğrusu şair olarak küçük bir ün bile sağlamıştım....”

“BUENOS AİRES TUTKUSU’ndaki şiirler “ultraist” şiirler miydi? Avrupa’dan döndüğümde, ultraizmin bayraktarlarındandım..Nitekim bugün hala edebiyat tarihçileri “Arjantin ultraizminin babası” diye bilirler beni...”


“Oysa bizler trenlerden, pervanelerden, vantilatörlerden, uçaklardan fazla etkilenmemiştik...Gerçi manifestolarımızda hala metaforun önceliğini, geçişlerin ve süslü sıfatların bir yana bırakılması gerektiğini savunuyorduk. Ama asıl yazmak istediğimiz gerçek şiirdi...Güncelliklerin ötesinde, yerel renklerden ve günlük koşullardan uzak şiirlerdi... Bence bu sorunun yanıtını en güzel Fransızca çevirmenim ve yakın dostum Nestor İberra vermiştir. “Borges yazdığı ilk ultraist şiirle, ultraist olmaktan çıkmıştır...” o ilk ultraist denemelerime bugün hala yazıklanmaktan başka bir şey gelmiyor elimden... 1930’dan sonra deneme, şiir, eleştiri ve kısa öykü türlerini birleştirerek oluşturacağı, kendine özgü ve hiç bir edebiyat türüne sokulamayan biçimin ilk denemelerine girişti...1935’te yayınladığı bu tür kısa öyküler, kıssalar,çeviriler ve uyarlamalardan oluşan REZALETİN EVRENSEL TARİHİnde adı kötüye çıkmış kişilerin yaşamlarını anlatmayı denedi..O zamanlar henüz felsefi ve eleştirel denemelerini “kurgu” larından ayırmakta olan Borges bu tür denemelerden oluşan SORGULAMALAR, UMUDUMUN BOYUTLARI VE SONSUZLUĞUN TARİHİ’ni yayınladı...

“Gerçek öykücülüğüm, 1933 ve 1934 yıllarında yayınlanan REZİLLİĞİN EVRENSEL TARİHİ’yle başlar...İşin tuhafı “SOKAĞIN KÖŞESİNDEKİ ADAM” , gerçek bir öykü olmasına karşın, beni yavaş yavaş doğru düzgün öykülere yönelten bu skeçlerin ve daha sonra gelen anlatısal metinlerin birer deneme oyunu niteliği taşımasıydı...Ve 1942’de YOLLARI ÇATALLANAN BAHÇE’yi yayınladım..”

“Kafatası ve gizli kalp, içimde,
görmediğim kan yolları, sonsuz,
gizli düş dünyası, o Proteus,
iç organlar, ense, iskelet bir de...

Ben bu şeylerim. Şaşırtıcı ama,
hem de bir kılıcın belleğiyim ben,
bir güneşin batarken tek başına
altına, gölgeye, hiçliğe dönen.
Ben yaklaşan gemileri görenim
limandan; ben eskimiş kitaplarım,
eskittiği oymalarım zamanın;
ölmüş olanlara gıpta edenim.
Daha da garibi, sözleri böyle
ören olmak, bir odada, bir evde.”


KAYNAK: www.yazimhane.com

22 Eylül 2009 Salı

İÇBÜKEY SONNET /HİLMİ YAVUZ

yalnızlık kalıtımdır... aynalara bıraktım;
kim bakarsa onundur aynaya benden sonra....
âh, sözlerde açtığım yaraları kanattım;
durmadan arayarak tenimi sora sora
ona yıktım kendimi... ben içine kapanık
bir gece güneşiyle yolu yitiren yolcu!
Belki onu bulmaya, belki de o bulanık
Yolcu için durulan nehirlerle sonuncu
Kez büyük gösterirken o kalıtı, öteki
Durmadan küçültüyor... ortası bulunamaz!..
Pazarları verilen kanlı yalnızlık ek'i
seni hep alıştığın aldanışa bırakmaz...

gündüz herşey öyle düz, öyle dümdüz ki herşey;
ben öyle bir aynayım, akşamları içbükey...

kaynak:www.siirdostu.com

19 Eylül 2009 Cumartesi

YAZARLAR VE EVLER / Gürhan Tümer

YAZARLAR VE EVLER / Gürhan Tümer

Nermi Uygur’un Soruları

Doğrudan,düpedüz ve yalın olarak,Ev başlığını taşıyan denemesinde ,”Nerde başlar ev,nerde biter ?Ne olmazsa ev olmaz ?” diye sorar Mermi Uygur.

Zor sorulardır bunlar.Kırk yıldır bir evde yaşamış olsanız da;mimar olarak,kırk yıldır bir çok ev tasarlamış,inşa etmiş olsanız da,o soruları,sular seller gibi kolaycacık yanıtlayamazsınız.

Uygur,sözünü edegeldiğim denemesinin bir başka yerinde de şöyle der:

“Her yapı ev değildir.Evce bir yönü vardır gene de her yapının […]İşçilerin bir bakıma evidir fabrika.Yemek yemek için kurulup düzenlenir lokanta;aşevidir ama lokantanın öbür adı.Kimsenin evi sayılmasa da,han,otel her konuğun evi olabilir.Kervansaraylar yolcuların eviydi eskiden.”

Haklıdır denemeci,çünkü bugün de,Anadolu’nun herhangi bir yerinde,sözgelişi Kütahya’da,“Kütahya Palas-Kütahya’daki eviniz tabelasını taşıyan otelde geceleyebilirsiniz.

Ziya Osman Saba’nın Çok Nostaljik Evi

Ziya Osman Saba’nın doğrudan,düpedüz,yalın olarak,Ev başlıklı bir denemesi vardır.O denemenin küçük bir bölümünü aşağıda aktarıyorum:

“Ön bahçenin parmaklık kapısını itip çimento yolda ilk birkaç adımı attıktan sonra,yaylı kapının arkamdan hep o ‘şırak’la kapanışını,çimentoya süs diye çizilmiş çizgileri tanır gibi olurken mi duyacağım ? Yoksa mevsimlerden bir eski bahar olacak da,önce durup kapının iki yanındaki ikiz ağaçların yeni açmış leylak kokularını mı koklamak isteyeceğim ? Veya,geçmiş günlerden biri sona ermeye yüz tutmuş bulunacak da,Şerif Ağa’yı […]her zaman ki iskemlesinde akşam sefası eder mi bulacağım ? Artık o kadar gerimdeki yıllardan hangi yıl,hangi mevsim,hangi gün geri dönebilecek de beni o deniz kıyısındaki evin kapısına böyle bırakacak ? […] O evin kapısını,taşlığını geçtikten sonra ,birinci kata götüren merdivenlerini bir sabahın sevinci ve canlılığı içinde çıkmak isterim.

Abdülhak Şinasi Hisar ve Bığaziçi Yalıları

Evlere böyle duygusal,bu kadar nostaljik bakanların,Abdülhak Şinasi Hisar’ın kitaplarını,özellikle de eski zaman köşkleri’ni,Boğaziçi Yalıları’nı mutlaka okumaları gerekir;çünkü o kitaplarda şöyle satırlar vardır:

“Eski Boğaziçi’nin yalıları güya hendesi bir hesap neticesi değil de,bir kalbin temayülleri,bir hevesin alakaları,bir vücudun hastalıkları,bir ömrün tesadüfleri ve bir nasibin tecellileriyle hasıl olmuş hissini veren;büyümüş,ihtiyarlamış,pörsümüş,solmuş,rengi uçmuş,kısmen göçmüş,kadit olmuş,su ile şişmiş,bir yanına yatmış veya ilk gençliğin enkazı üstüne yeniden boyanmış […],akraba veya yabancı;hep canlı mahluklar gibi görünürler.hep bir ruh,bir hürriyet ve bir hayat ihtiva ederlerdi […] Bütün bu yalılar eski Boğazici hatıralarını sayıklarlar;içlerinde çok ihtiyarlamış bazıları da geçmiş bütün bir ömrün destanını anlatır gibi mahzun görünürlerdi.”

Gaston Bachelard,Düşlerimiz ve Evlerimiz

Posta ve telgraf idaresinde çalışırken,matematik dalında yüksek eğitim gören Gaston Bachelard daha sonra felsefeye ilgi duymuş,1940-1954 yılları arasında,Sorbonne’da ders vermiş ve çok sayıda kitap yazmıştır.

Bu kitaplardan biri,La Poétique de l’espace (Mekanın Poetikası) ev konusunu, ev kavramını,Mahzenden Tavanarasına Ev,Ev ve Evren gibi başlıklar altında,oldukça kapsamlı bir biçimde işler.

Aşağıdaki kısa alıntı,Bachelard’ın evler ve düşler arasında kurduğu ilişkiyi açık seçik bir anlatımla ortaya koymaktadır:

“Ev bize hem dağınık imgeler,hem de bir imgeler bütünü sağlar.[…] Evimiz bizim dünya köşemizdir.Bizim – sık sık yinelendiği gibi – ilk evrenimizdir […] Ev,düşü barındırır,düş kuranı korur.
Ev,dinginlik içinde düş kurmamızı sağlar[…] Ev olmasaydı,insan dağılıp giderdi.Ev,düşü barındırır,düş kuranı korur.Ev,dinginlik içinde düş kurmamızı sağlar.Ev olmasaydı,insan dağılıp giderdi.Ev,insanı gökten inen fırtınalara karşı koruduğu gibi,yaşamında yaşadığı fırtınalara karşı da ayakta tutar.Aynı zamanda hem beden,hem ruhtur.İnsan varlığının ilk evrenidir.”

Evleri Birşeylere Benzetmek

İnsanoğlu,birşeyleri birşeylere benzetmeyi sever.Divan şairleri,sevgililerin dudaklarını kiraza,gözlerini bademe,boyunu selviye benzetirler.Nazım Hikmet’e göre ise,Anadolu Yarımadası bir kısrağın başına benzer.

Kimi yazarlarda,evleri birşeylere ya da birşeyleri evlere benzetirler.Örneğin James Joyce’un ünlü romanı Dublinliler’de,Thomas Malone Chandler,Gırathan Köprüsünden aşağıya baktığında gördüğü evleri ,”paltoları kir ve kurum kaplı bir serseri çetesine”;Emile Zola,Le ventre de Paris (Paris’in Karnı) adlı romanında,kentin Haller bölgesindeki kimi sokakları hamile kadınlara;Rönesans mimarı Andrea Palladio,I quattro libri dell’architettura (Mimarlık Üzerine Dört Kitap) adlı yapıtında,evi küçük bir kente;Henri Bosco ise ,esen büyük bir fırtınaya kahramanca karşı koyarak,içinde bulunan kişiyi koruyan evini anaç bir dişi kurda benzetir

. Efsanelerdeki Masallardaki Evler

Homeros,İlyada’da gerçekten yaşanmış bir savaşın öyküsünü anlatır.Ama bu yapıt,bir tarih kitabı değildir,bu yapıt bir destandır.Onun için de,efsanelerle,mitolojik kahramanlarla,insanların yanında savaşan;savaşın yazgısını belirleyen Zeus’la,Hera’yla,daha birçok tanrıyla,tanrıçayla doludur.

Homeros,bu çok ünlü destanında,evlerden de söz açar.Bu evlerden biri,Troya kralı Priamos’un evidir.Homeros,İlyada’da şöyle anlatır bu yapıyı:

“ Sonra vardı [Hektor] Priamos’un çok güzel evine, / tam elli tane oda vardı orda, / cilalı taştan,yan yana odalar, / Priamos’un oğulları yatardı asil karılarıyla.Avlunun öbür yanında,karşıda, / kızlarının odaları vardı iki tane / cilalı taştan,yan yana,düz damlı.”

Bu dizelerde,gerçekliğin ağır bastığı söylenebilir.Oysa aynı yazar,öteki ünlü destanında,Odysseia’da bir başka evi,Phaiaklar kralı Alkinoos’un konağını,daha coşkulu,daha masalsı bir üslubla anlatır:

“Bu ara Odysseus’da gitti Alkinoos’un şanlı konağına, / giremedi içeri,gözleri kamaşıverdi, / durakaldı tunç eşiğin önünde, / ulu canlı Alkinoos’un yüksek çatılı sarayı / ışıldıyordu güneş gibi,ay gibi. / Tunç duvarlar uzanıyordu iki yanda, / girişten,ta içerilere kadar, / kuşaklar vardı bu duvarlarda,mavi mineden, / altın kapılar açılıyordu sağlam evin içerisine doğru, / eşikleri tunçtan,şöveleri gümüştendi, /iki yanları ve kapı tokmakları altından.”

Kimi masallarda karşımıza çıkan evler,iyiden iyiye ilginçtir.Örneğin,Grimm kardeşlerin derledikleri masallardan birinde,iyi yürekli bir ninecik,bir gecede hiçbir eksiği olmayan kocaman bir saray inşa eder.

Şu satırlar ise,asıl adı Charles Lutwidge Dodgson,asıl uğraş alanı matematik ve mantık olan,ama bu yönleriyle değil de,yazdığı masallarla tanınan Lewis Carol’ün,Alice’s Adventures in Wonderland (Alice Harikalar Ülkesi’nde ) isimli masalından alınmıştır:

“Alice pek o kadar uzun yürümemişti ki Mart Tavşanı’nın evi gözüktü.Bunun tavşanın evi olacağını tahmin etti,çünkü evin bacaları tavşan kulağı şeklindeydi.






Şiirlerdeki evler

Ev vardır,dağın tepesindedir;ev vardır,denizin kıyısındadır,evlerinkimileriKahramanmaraş’tadır;kimileri Kopenhag’da.Kimi evleri ise şiirlerin dizelerinden başka hiçbir yerde bulamazsınız.Yani,eğer o şiirler,o dizeler olmasaydı,o evler de olmayacaktı.

Örneğin,Hacıvat’ın çok sevdiğim evi böyle bir evdir:

“Hacivat’ın evi / Köşede ufaraktan / Bir tüfek atımı duraktan / Kapı pencere elekten / Döşemeler zemberekten / Dökülmekten / Sökülmekten / İncelmiş süprülmekten.”

Elekten pencereleri,zemberekten döşemeleriyle,Hacivat’ın evi,bu türün çok özel bir örneğidir.Ama daha başka şiirler,o şiirlerde daha başka evlerde vardır.Örnekse işte Yusuf Ziya Ortaç’ın Evim;Behçet Necatigil’in Evler başlıklı şiirleri;İlhan Berk’in Ev başlıklı şiir kitabı ve o kitaptaki ev şiirleri.Berk,o kitabında,evleri oluşturan çeşitli öğelerin,kapıların,pencerelerin,duvarlarında şiirini yazmıştır.SabriEsat Siyavuşgil’in de,Odalar ve Sofralar başlıklı bir şiirininde bulunduğunu hemen belirteyim.

Mark Twain’den Bir Ev Şakası

Asıl adı Samuel Langhorne Clemens olan bu Amerikalı yazar,The Adventures of Tom Sawyer (Tom Sawyer’ın Maceraları) ve The Adventures of Huckleberry Finn(Huckleberry Finn’in Maceraları )
başlıklı kitaplarında,çocukluk ve gençlik serüvenlerini anlatır.Bunlar nostaljik yapıtlardır.Ama bilindiği gibi Mark Twain’in asıl özelliği,usta bir mizahçı olmasıdır.Aşağıdaki örnekte yazarın bu özelliği ,konumuz bağlamında açıkça ortaya çıkmaktadır.Şöyle ki;

Tevrat’a göre Tanrı dünyayı altı günde yaratmıştır.Anlaşılan,bu süre yeterli değildir.,yaratılış aceleye gelmiştir,bu nedenle de dünyamız binbir kusurla doludur.Bizler,o kusurları düzeltebilmek için
sürekli çalışmak zorundayızdır.Benzer biçimde evlerimizi yaparkende aceleci davbranmamalıyız,yoksa bir takım gerekli şeyleri yapmayı unutabiliriz.Yine Mark Twain’in vurguladığı üzere,bu eksiklikleri daha sonra tamamlamak çok daha pahalıdır.

Aziz Nesin: Maçinli Kız için Ev

Bir mizahçıdır Aziz Nesin.Ama onun bu öyküsü hüzünlü bir öyküdür.

Adamın biri,”iki buçuk katlı”,”pencereleri panjurlu”,”her katında küçük balkonları olan”,alt katı taş,üst katı ahşap bir ev yapmıştır.Adam bu evi sevgilisine armağan edecektir,çünkü sevdiği ve onu severmiş gibi davranan bütün kadınların düşlerinde ev sahibi olmak vardır.Ama adam,bu kadınlara,
böyle bir armağanı hiç veremez.Veremeyince de ,”çıtır sesli”den “çilli yüzlü”ye,”en kültürlü”den,”Maçinli”ye,bütün sevgilileri onu terk ederler.

En sonunda anlaşılır ki,gerçekte ne “çıtır sesli” vardır,ne Maçinli.Dahası ,”öyküdeki pencereleri panjurlu” ev de düşten başka bir şey değildir.Onu,ne yapılırken,ne de yapıldıktan sonra gören yoktur;öykünün kahramanı olan adamdan başka:

“ Adam,yaptırdığı o güzel,sevimli eve gitti.Anlatılmaz bir şaşkınlığa uğradı.Ev yoktu.Çiçeklerini açmış erguvan ağaçları da yoktu.Nerdeydi,ne olmuştu eve ? Ne ev,ne eşya,ne bahçe,ne ağaçlar,hiçbiri yok.Evin temel izleri,evden kalmış tek iz,tek im bile yoktu.Evin temel alanındaki düzlükte ,hiç bozulmamış ve çiğnenmemiş çayır otları vardı.”

Aziz Nesin’in Maçinli Kız için Ev öyküsü şöyle sona erer:

Saçları ağarmış adam oralardan uzaklaştı.Maçinli Kız’la birlikte yaşadıkları eve dönmekten korktu.Nasıl bir yıldan uzun bir zaman çalışarak kurduğu o güzelim ev yoksa ,kimbilir belki Maçinli Kız da yoktu.”

KAYNAK:SÖZCÜKLER DERGİSİ,SAYI 8

13 Eylül 2009 Pazar

Bana iyi bak general! / Ece Temelkuran

ŞİİR DÜZERKEN KAHKAHA ÇİÇEKLERİ ÜRETMEK!

ŞİİR DÜZERKEN KAHKAHA ÇİÇEKLERİ ÜRETMEK!

(Sözden Söze / Zeynep Oral)

Can Yücel,merhaba…Nasılsınız,iyi misiniz?...Bu günlerde kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
İki insan karşılaştığında hal hatır sormak için söylenen bu sözlere gümbür gümbür yanıt gelmeye başladı.

“Kendimi zaman zaman pek kötü hissediyorum.,zaman zaman da çok fiyakalı bir adam gibi…
Kendimi nasıl hissettiğim havaya bağlı,yaptığım işe bağlı,bulunduğum yere bağlı,arkadaş ihaneti ve dosluğuna bağlı,yazılarımın düzeltilecek denli güzel olmasına bağlı,çiçeklerin açması,kelebeklerin uçması,kuşların ötmesine bağlı ve sevişmeme bağlı…”

Son iki sözcükte gözlerime bir soru işareti takılmış olmalı ki Can Yücel fırsatı kaçırmadı:
“Arada kaçamak yaparım ya,bunun hiç önemi yok.Babam bana “Sen tek karıyla yaşamaya mahkumsun” derdi.Güler’le yaşıyorum.Çok da seviyorum.(Güler Can Yücel’in 1956’dan beri eşi,Hakan,Su ve Güzel adlı çoçuklarının annesi.)Kendi içimden gelen bir güdüyle bir kadını,tek kadını sevmenin,büyük dikkat ve yoğunluk isteyen ve mutluluğu çağıran bir yaşam tarzı olduğuna inanıyorum.Yani ben Muhammedi değilim,bu açıdan,İslamiyetten ayrılıyorum.Dört değil,tek kadınım var.”

Bu konuyu kapıyoruz sandım…Hayır,henüz kapamıyormuşuz:

“Benim sevişmede dikkat ettiğim şu:Sevişme dokunma olduğuna göre,dokunmayı yüceltmeli,düşünce tarzına dönüştürmeli.”

Bir an durdu,üzerine basa basa ekledi:
“Temas,en büyük düşüncedir.Bu,tekraren yaşanan düşüncedir.Tekrar edilmezse zaten yaşanmaz.Temasın,sevişmenin,düşüncenin hayat tarzına çevrilmesi tekrarına bağlıdır.Yani müzik gibi bir şey!Her zaman sevdiğim şeyleri,sadık bir köpek olduğumdan,tekraren sevmişimdir.Tıpkı Bach gibi…
Söylediklerim çocuk eğitimi içinde geçerli.Çocuk eğitiminde,tekrar çok önemli.Çocuk nasıl tekrarla eğitilirse,organlar da tekrarla eğitilir.”Demek sevişmenin tekrarında yarar vardır.”

Merhaba deyip,röportaja paldır küldür girmemiz ve sevişme üzerine düğümlenmemizin,önlenemez hercailiğini ortadan kaldırmak için olsa gerek,”sevişme…yani aşk…öyle mi?” diyecek oldum.O koca davudi ses dolu dolu bir kahkaha attı:

“Vallahi,bu işte rivayet muhtelif!” diye kahkahayı noktalayıp,sözü sürdürdü:
“Benim gördüğüm aşk sevmekten başlayan azgınlıktır.O kadar çok sevmek ve azmak lazımdır ki hiçbir boğa seni tutamasın,hiçbir toreador sana kırmızı şal gösteremesin…Evet aşk kendine mahsus bir boğa güreşidir.Picasso dahi bunu çok iyi bilir.”

Bir yandan onu dinliyorum,bir yandan kafamda evirip çeviriyorum:Yeryüzünde çocuk eğitimiyle sevişmek arasında paralellik kurabilecek herhalde tek insan Can Yücel.”Bugünlerde nasılsınız?” sorusunu Bach,Picasso ve Hz. Muhammed’ten geçerek,boğa güreşleriyle,özür dilerim,yani “aşk”la yanıtlayacak çok insan yok galiba…Benim röportajın başı sonu,sağı solu altüst olmuş durumda.Önceden hazırla-dığım tüm soruları bir yana bıraktım..Pupa yelken Can Yücel’in peşine takıldım.
“Kendimi nasıl hissettiğim çalışmama bağlı demişti.Çalışma dönemleri de böyle fırtına gibi mi gelip gidiyor?

“ Yoo,ben muntazam bir adamım.Şimdi şiir yazmada intizamım var.Hep şiir düşünüyorum…
Ben ki,büyük planlarda,İşçi Partisi döneminde on yıl şiir yazmadım…Şimdi ciddi olarak çalışma olanağım var.Rahatım yerinde.W.B.Yeats’in dediği:Ben gençken ilhamım ihtiyardı.Şimdi ben ihtiyarım,ilhamım genç…”

“Şimdi rahatım”ın ardından gelmişti:”Eskiden babaanneme anlatırdım.Bak şimdi,şu yazıdan elli lira kazanacağım,ötekinden şu kadar… diye.Kadıncağız kahkahalarla gülerdi.Hiçbiri doğru çıkmazdı.Para kazanmak için birtakım işler yaptım.,tercümeler,fıkra yazarlığı.Ama aldığın para para değil.,ekmek parası bile değil.Peki nasıl geçiniyorum:Ankara ve Dragos’taki babaevlerini sattık,Kuzguncuk’ta ev aldım.
Artık babam sayesinde parasızlıktan şikayetim yok.Nuh Kuşçu’dan daha iyi durumdayım.Türkiye’deki ekonomi politikadan para geldi.Bu heriften istemezlerdi ama,güttükleri enflasyon politikasıyla bana para kazandırdılar.”

“Şimdi ben ihtiyarım,ilhamım genç”…Notlarımın arasında çizmişim bu sözün altını…İlham ya da esin dediğimiz şey,peri padişahının kızı değil ki genci,yaşlısı olsun…Esin,olsa olsa Can Yücel’in dediği gibi,”şiire temel olan şiir güdüsü,şiir gücü,etleşmemiş şiir düşüncesinden başka bir şey değil.Bu güdü,bu güç,bu düşünce,çalışarak geliştirilir;bu güdü,bu güç,bu düşünce insanın kendi içinde hazırlığına ya da hazırlıksızlığına bağlı,insanın kişiliğine bağlı.”

Can Yücel’in 1946’dan bu yana yazageldiği kitapları önümde.(“Yazma”,”Sevgi duvarı”,”Bir Siyasinin Şiirleri”,”Ölüm ve Oğlum”,”Rengarenk”,”Gökyokuş” ve “Canfeda”…) Tüm şiirlerini toplu olarak yeniden yeniden okuyorum.Ve herbirinde şairin yaşı kaç olursa olsun ilhamının ne denli “genç” olduğunu görüyorum.Çünkü onun ilhamı yaşanılandan,yaşamakta olduğundan başka bir şey değil.Kişiliğiyle,engin kültür birikiminin getirdiği çağrışımlarla,dil ustalığıyla yoğunlaştırdığı yaşamın ta kendisi.

80 sonrasında,”Şili’deki Tencere’ye”,”Tencere dibin kara/Seninki benden kara” derken,ya da “Shakespeare Üzre”,”Türkiye’nin Manimarkası’nda bir şeyler kokuyor / Kimine göre tuz,kimine göre et,/
Hamlet!/Hamleet! Diye seslenirken de;”1972 Yazı”nda “(…) Garson dedim,bana biraz sabır ver /Allah’
tan isteyeceğinizi benden istiyorsunuz paşam,dedi /Öyleyse bir Allah ver,dedim / Gitti,bi daha da gelmedi “ derken de Can Yücel’in ilhamı hep genç.

Can Yücel’le şiir üzerine konuşuyoruz.Şiirin bütünlüğünü oluşturan dili ve ayrılmaz nitelikleri olan ironi,humor ve başkaldırı üzerine konuşuyoruz.Ama her birinde “babam” sözcüğü o kadar sık geçiyor ki…
“Dil” diyorum…”Ben dili babamında dahil olduğu Dil Kurumu planında görmedim” diye söze başlıyor…

“Başkaldırı” diyorum…”Böyle bir memlekette böyle bir babadan doğduğun zaman…” diye söze başlıyor….

Evet,en iyisi şu baba işini halletmek!
(Hala bilmeyen var mı ? Can Yücel yazar,felsefe ve edebiyat öğretmeni ,Maarif Müfettişi,Milletvekili,Milli Eğitim Bakanı ,Konservatuvar ve Köy Enstitüleri ve Tercüme Büroları kurucusu Hasan Ali Yücel’in oğlu)

“Babam bana garip düştü…Böyle bir memlekette,böyle bir babadan olduğun zaman Atatürk ideolojisinin bünyesinde yaşadığını yavaş yavaş kavrıyorsun ki,bu iş temelde yeterli hal çaresi değil.”

Can Yücel’in bunu kavraması ve başkaldırıya sarılması 1942-43 yıllarına rastlıyor.Yani yirmili yaşlarının başına.Ama daha önceye dönecek olursak:

“İlkokul üçteyim.Küçücük çocuk.Boğaziçi okulunda okurdum.Evden yolladılar.Leyli yollandım.Hem aynı şehirde oturacaksın,hem de okula leyli yollanacaksın.Çok bozuldum,çok üzüldüm.Evde,ikiz kardeşimle kavga ediyorum diye yollandım.”

Karşımdaki kocaman Can Yücel,şimdi küçücük oluverdi.Ve o “çok bozuldum” büyüdükçe büyüdü.Peki çok üzülüp,çok bozulup da ne yaptı?

“Hiiiç.Benimsedim.Herşeyi benimsediğim gibi…Futbol vardı,futbol oynuyordum…İyi bir futbolcu olacaktım.Nasıl gol atacağım hala rüyama girer…Zaten şiirde de hep nasıl gol atacağımın peşindeyim ya!”

Futbol ve gol atma sayesinde tam okula ve leyliliğe alışmıştı ki…”Haydi Ankara’ya!Babam vekil oldu.Annemin başına şapka kondu,doğru Ankara’ya…Annem Romanyalı,mahzun kadın.Çok güzel. Boy:1.80.Müthiş şevkatli.Babamın zamparalığı malum.Metreslerini –bu söz kadına ayıp ama- işte onları eve getirir.Hepsi uzun sürer.10 yıl aynı kadın…Annem hep kabullenir.Annem hepsine göğüs gerer.Annem aşık babama…Babam tatlı herif,bütün bunları idare eder.Kırkından sonra kabakulak oldu,…kalk-madı ya,o da başka…Yahu babam haklıydı da.Babam hep seferberdir.Herkesi çalıştırır.Kendi de çok çalışır….İt.Serseri.Çok da severim o serseriyi,o tatlı herifi!Annemin aşık olmamasına imkan yok.Ben de aşıktım ona aslında…Birden terslenir.Öyle insan canlısı ki.Annem peşinde pervane.Bir de dedem var,
telgraf nazırı Ali Rıza Bey…”

(Öyle dolu dolu anlatıyor ki,durdurmaya,kesmeye kıyamıyorum.)

Dedem babama kızıyor.Kemalizm meselesi.Dede,Mevlanakapı tekkesi müridi,ney üfler.Babam da orada yetişti.Babama kızıyor,annem şapka giyiyor diye anneme kızıyor.Sonunda evi terk etti.Atatürk düşmanı.Ben 8 yaşında falanım.Hep herifle kavga ediyoruz…(Bir dakika şimdi bu hangi “herif?” Tüm sevdiklerine herif diyor da…Baba mı,dede mi?)Dedem.Bir tekme indirdim,hiç unutmam.Kavga ediyoruz ama çok da seviyorum herifi.Kemalistim diye bana kızıyor.Şu Kemalizm bana dedemi doğru dürüst sevdirmedi…Babaannem de bir harika.Türkçeyi ben ondan öğrendim.Dede evden gitti,küs…Ben dedeyle babaanaeyi barıştırdım.İkisini bir hastanede buluşturdum,ikisini öpüştürdük.Anti Kemalist olarak döndü,’bu Can’da iş var’ dedi…En çok babaannemle babamı sevdim…Nesil dalgaları bunlar…”

Şey…Annenizin başına şapka ve haydiiii Ankara!Okul durumları ne oldu?

“Ankara’da Taşmektep.Ahır gibi.Futbolda yok.Üstelik vekil oğlusun.Hiç sevmedim…Ortaokul bitti…Atatürk Lisesi.Aynı numara.Orayı da sevmedim.”

Ve babasının önayak olduğu klasik şube.”Harikaydı.Harika kadro.Nurullah Ataç,Cevdet Kudret ders veriyor.Nazım okuyoruz.Dünya edebiyatını tanıyoruz.Latince öğreniyoruz.Sekiz öğrenciyiz.Gazi Yaşargil’de orada.Gazi çok çalışkan,bize karışmaz.Orada komün kurduk.Harçlıklarımızı komüne verip para biriktiriyoruz.Dışarı gitmek için.Sonra tüm topladıklarımızı Gazi’ciğimize verdik,onu dışarı yolladık.”
(Çok sonraya sıçrayıp bir ayrıntıyı belirteyim:Can Yücel’in büyük oğlu Hasan’ın yurt dışındaki yüksek eğitimini yıllar sonra,o Klasik Şube’deki can dostlarından biri Gazi Yaşargil üstlenecekti.)

“ Ben babama hep posta koyuyorum.Tek parti numarası vardı ya.Utanıyorum senden derdim.
O da niye utanıyorsun diye çıldırıyordu.Arabasına binmezdim.Öyle bir gerginlik işte.Sonunda beni Cambridge’e postaladılar.(Yıl 1946)Bu da çılgınlık.Ben Dil Tarih Fakültesi’nde Almanca öğrenmiştim,Alman edebiyatını biliyorum,İngilizce bilmiyorum.Niye yolluyorsunuz Cambridge’e.Çılgınlık işte! Züppelik!

“Cambridge’de Allah muhafaza,kuş gibiyim.Ben de hayatta kuş gibiliğine razı değilimdir.Bütün Katolik papaz çocukları benim Latince’min on mislini biliyor.Ben de kafayı modern tarihe taktım.Bertrand Russel derse gelir.Ama hem kuş gibiliğe,hem de ukala İngiliz numaralarına yokum.Ayrıldım,Linkfield’a gittim.Bülent,Rahşan orada.Ali Neyzi,Yavuz Bayraktar orada.Havuzlu,tenis kortlu lüks evlerde oturuyorlar amayemek yiyecek paramız yok.Babam geldi ziyarete.Mezarlıktan ebegümeci toplayıp ikram ediyoruz…Londra’da,resim tarihi öğrenmek için ‘Court of Institude of Art’a gidiyorum.Orada bizim ressamları buldum.Avni,Bedri Rahmi’ler,Selim,Şadi Çalık,,İlhan Koman.Orada hem eğlendik,hem öğrendik.Arada şişeye giriyoruz…”

Can Yücel anlatırken araya girmek çok güç,neredeyse olanaksız ama burada dayanamadım:Ne demek şişeye girmek?

“Hani reklam için.Karton levhalar takarlar önüne arkana,yürüyen reklam olursun.Para kazanmak için.Sonunda babadan emir geldi,memlekete dön diye.Oysa ben Paris’te patatesle idare ediyordum.”

Emre uyup döndüğünde yıl 1950.”Döndüğümde…”(noktasız sürdürüyor Can Yücel anlatmayı. “…Babam mebusluğu kaybetmiş.Boyuna imtihan kazanıyorum ama işe alınmıyorum.Sonra Güler’le evlendim.(Yıl 1956) Güler’i Şair Nigar Sokağı’nda İlhan Koman’ların evinde buldum.Aşık oldum.Pek severim karımı haa!”

Bir çırpıda girip çıktığı işleri anlattı.Hindistan sefaretinde çalışırken verem olduğunu;1957’de Londra’ya BBC’ye gidişini;dönüşünde,Marmaris’te turizm şefiyken,palmiyelerin kesilmesine engel oldu diye,bina yapılacak yere Atatürk büstü koydurttu diye,kafasına şemsiye vura vura onu nasıl bezdirdikle-
rini ve Marmaris’ten tüyüşlerini anlattı…

Can Yücel,şiir diyorduk…

“Bir kez,gözaltındayken,hayatını anlat dediler,bir başladım,nasıl susturacaklarını bilemediler,sonunda …tir ol deyip kovdular!”

Gözaltında herkesi konuşturmak için baskı yaparlar.Can Yücel’i susturmak için yapmalarına şaşmamak gerek.Bayılıyor yaşamı oluşturan o minicik anlara ve yaşamı zenginleştiren binbir ayrıntıya!

Ve bakmayın demin araya girip tepki gösteremediğim “babamdan utanıyorum”a falan,o en çok babasını sevdi.”Hayatta ben en çok babamı sevdim” başlıklı şiiri okumadan şunu da eklemeliyim:Hayatta en çok bir de Güler’i sevdi.Bir de Hasan’ı,Güzel’i,Su’yu…(Tüm şiirleri onlarla dolu.)

Hayatta ben en çok babamı sevdimKaraçalılar gibi yerdenbitme bir çocuk / Çarpı bacaklarıyla – ha düştü,ha düşecek - / Nasıl koşarsa ardından bir devin / O çapkın babamı ben öyle sevdim / Bilmezdi ki oturduğumuz semti / Geldi mi de gidici – hep,hepp acele işi- / Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi /
Atlastan bakardım nereye gitti / Öyle öyle ezber ettim gurbeti / Sevinçten uçardım hasta oldum mu / Kırkı geçerse ateş çağ’rırlar İstanbul’a / Bi helalaşmak ister diğ’mi,oğluyla /Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu / Ohh dedim,göğsüne gömdüm boynumu / En son teftişine çıkana değin / Koştururken ardından o uçmaktaki devin / Daha başka tür aşklar,geniş sevdalar için / Açıldı nefesim,fikrim,canevim / Hayatta ben en çok babamı sevdim.”

Can Yücel,şiir ne zaman başladı?

“ İlk şiirimi on yaşında yazdım.Babamın metresi olan hanımın yuvasındaydım.Yuvada bir çocuk öldü.Çok üzüldüm.Arkasından şiir yazdım.”

“Şiire babamın yardımı çok oldu.Hep şiir çevresindeydim.Babam okur,babaannem okur…Şiire elverişli bir dünya yaratmıştı babam bana…İlgiltere dönüşümde çevreme çok dikkatli baktım.Herkesle beraber olmayı ve dinlemeyi seçtim.Cahit’le,Orhan’la…Bu arada insan şiiri kaybedebilir de.Ama temelde şiir güdüsü yatıyordu.Dili iyi biliyorsan,şiirin ne olduğunu biliyorsan yazmadan duramazsın.”

“Goethe der ya:Dil orman gibidir.Ağaçlar çürür,orman kalır.Biz de ağaçları kesmeye kalktılar.Biz de katıldık buna.Hala kahroluyorum.Yanlıştı.Sadeleştirme meselesi,o bütünlüğün içinde sözcükleri,tümceleri nereye oturttuğunun hesabını vermek meselesidir.Türkiye kendi içinde bünye halinde gelişiyor.
Kötü yanı,bu bünye çok milliyetçi,çok İslamiyetçi bir gidişte.Biz akıllıca sentaksı kurabilirsek,’dur’ noktasını buluruz.Şimdi ‘dur’ deme noktasındayız.Türkçeyi konuşamıyoruz,öğrenemiyoruz.Evren basın toplantısında “Türk milleti huzur ve sükuna müstehaktır.’ Diyor.Olmaz böyle Türkçe…”

Aman konuyu dağıtmayalım şiir ve dil konusuna baştan başlıyoruz:

“Oktay Rifat’ın söylediği gibi:Kelimeler günlük konuşma ve iletişimde yıpranırlar.Oysa kelimeler bütünselliğin parçalarıdır.Şiir,kelimeleri bu galaksiye iade etmektir.Bu arada kurulan güzellikler,bütünlükler büyük bir ‘happening’ olur.”

“Şiir gürültüden müziğe geçmektir.Şiir evrenin – bak kainatın demiyorum – içinde büyük seslerin,molekül ve atomlardan başlayan bütünlüğü,bu bütünlüğün müziğidir.Şairin görevi bu musikiyi kurmaktır.Kosmostan aşağı şiir yazılmaz.Üst tarafı minördür…Harika o ki,insanlar kendi adlarına değil,
kainat adına yazarlar.Bütünselliğin dışında şiir yoktur.Hayat ve ölüm de bütündür.Şiir bu bütünden çıkan büyük çılgınlıktır.”

“Hani La Fontaine’de ‘Dağ fare doğurmuş’ ya…Diyelim Cilo Dağı.Habire duruyor.Değişmesi çok zor.Rüzgarlarla,sellerle,yıllarla değişecek.Birdenbire Cilo Dağı fare doğurmuş.Mühhiş bu.Fare müthiş.
Dağ kıpırdayamıyor,fare kıpırdıyor.Dağ yürüyemiyor,fare yürüyor.Dağ koşamıyor,fare koşuyor!İşte şiir mucizesi de böyle.Dağın fare doğurması gibi.Doğan fare şiirdir.Düşün koskoca Habsbourg imparatorluğundabir serseri Mozart çıkıyor..İmparatorluğun yapamadığını yapıyor…İşte şiir böyle bir faredir.Ve
Millet korkuyor bu fareden! “

Can Yücel şiirinde humor ve ironi de o bütünlüğün parçaları.O konuda ne diyecek?

Yüzü yine kahkahayla aydınlanıyor:

“Bak biz evde kahkahayla yaşardık.Gece geç gelip sabaha dek babamla konuşur eğleniriz…Humor bir sığınma mekanizmasıdır.Savunma ama,bir baskaldırıya,bir saldırıya dönüşür…Hani idam edilecek adam,,tam sehpadayken,’bu bana iyi bir ders olacak’ demiş ya!İşte öyle…

“Çok ağır geçen hayatımızın içinde,ironi,bütünselliği bozmayacak ana çaredir.Bir direnç kahkahasıdır.Bence kahkaha çiçekleri yaratmak Baudelaire’in ‘Şer Çiçekleri’den daha iyidir.Hiç olmazsa kahkaha çiçeklerinden L.S.D. yapılır.”

Yanlız humor’du,ironi’ydi,bizim hükümetler bu işlerden pek hoşlanmıyor.Can Yücel’in bir de tutuklanıp iki buçuk yıl hapis yatması var.Düzeltti.”Şiirden değil,çeviriden yattım” diye.
“İki çeviri yapmıştım.Biri Che Guevera’nın ‘İnsan ve Sosyalizm’iöteki ‘Gerilla Harbi’.İkincisi üç bölümden oluşuyordu.Guevera’nın,Mao’nun ve bir Amerikalı generalin günlüğünden.Amerikalı general kontra-gerillayı anlatıyor.Dava dört yıl sürdü.Amerikan general yüzünden mahkum olduk.Adamın sicilini öğrendim.Parlak bir sicili varmış.Telgraf çektim:Sayın General sakın buralara gelmeyin142’den sizi bekliyorlar diye…Ya işte Amerikan general yüzünden ben yattım.Bu da CIA’nın en güzel oyunudur.İki buçuk yıl yattım…”

Sonra:Af bir atıfettir / Şartı bunun nedamettir / Nedamette hıyanettir / Hıyanette fazilettir, / Fazıleti faşizmin…/ Bunlar eveleye,geveleye böyle / Eninde sonunda Af’fı verecekler bize / Amaaaa/Biz onları,biz
onları affetmeyeceğiz,azizim…”

1974’de yayınlanan “Bir Siyasinin Şiirleri “ kitabındaki şiirler,o iki buçuk yılın ürünü.Hani diyordu ya:Yaşamak istiyorum / Yaşamayı bu soğumuş cehennemde / Ölü bir dost gibi içim titreyerek düşünmek değil /Yaşamayı yaşamak istiyorum / (…) Bu damsız damda / Bu Havvasız havada / Saf şair olamıyor adam / Sökmüyor sırf şiirsel yorum. / Hani ben artık şarkı söylemek değil,şarkı söylemek istiyorum diyor ya Nazım,/ Ben de artık şiir düzmek değil,şiiri düzmek istiyorum./ Yaşamayı yaşamak istiyorum demiştim. / Neylersin ki bu damda bu dem / Ayaklarımla uyaklarımda zincir,/Böyle topal koşmalarla geçiyor günlerim, / Oysa – methetmek gibi olmasın kendimi ama - / Yaşamım benim engüzel şiirim.

Çeviriden girmişti içeri.

Çeviri deyince.Can Yücel’in “Özü çevirmek”ten yana olduğunu biliyorsunuz değil mi?”Salozun Mavalı” (P.Weiss),”Sırça Kümes” (T.Williams),”Güneşin Çocukları” (Gorki), “Bahar Noktası”(Shakespeare) oyunlarını izlediyseniz,”Her Boydan” kitabındaki çevirileri okuduysanız,biliyorsunuz.

Şiirimizin asi çocuğu Can Yücel,(bunu kim söylemiş,başkası mı,ben mi,bilmiyorum) kendini uygunsuz diye tanımlıyor.(Gavurcası,”Non-Conformiste).

Uygunsuz…Hani gazetelerde uygunsuz biçimde yakalandılar denir ya,öyle…Ben insanlara baktığımda sezgiye bakarım.İyilerini ararım.Doğrusu ben insan görmek bulmak istiyorum. Asilik aslında bir asalettir.Şairler asildir.Aristokrat olmadan elbet.İnsanın iyisini-yemeğin,içkinin iyisini seçmek gibi bir asalet vardır.Yoksa insan yaşayamaz.İşte benim asiliğim bu!Bu memleket paçavra olsun istemiyorum,hepsi bu.Şimdilik bu memleket,kadrosuz kız bisikleti gibi.”

Can Yücel,kavgacı mısın?

“Değilim.Bazen düşünüyorum.,hani insanın içinden gelir ya…Bu herifler denizi kirletiyor,rüşvet veriyor,hırsızlık ediyor,kızıyorum…Bir arkadaşın hıyarlığına,aptallığına kızıyorum…Bir çocuğun adam olması lazım,olmamış kızıyorum.Kitap bulamıyorum kızıyorum.Babama kızıyorum.İçki içiyorum diye kızıyorum,memlekete kızıyorum,niye daha iyi adam olmadım diye kızıyorum…Kızıştırmak için değil:Ama heyecan,’heylican’ olsun istiyorum.Patlasın istiyorum!Sigortalar atsın istiyorum!”

Heyecan ya da ‘heylican’ dışında özlemlerin var mı?

“Hiç yok.Evimdeyim,tavuklar geliyor,ağacı görüyorum,sabah olmuş,ne özlemim olsun ki…”
Sevinçlerin neler?

“Geçen hafta kızı evlendirdik.Nikah kıyıldı İzmir’de.Sonra Efes’te Igor Oistrach’ı dinlemeye gittik.Güzel (Can Yücel’in kızı) de geldi gelin elbisesiyle.Gürer Aykal’ın çiçeğini verdi.Gürer’de ona buketini verdi..İşte bu benim için en büyük sevinç…”

Can Yücel’in her doğan günle kendine ve çevresine yeni sevinçler ürettiğinden hiç kuşkum yok,nedense.Ya bugün.Bugünün sevinçleri ne?Bugünü anlatır mısın?

“Bu sabah yatağımda uyandım.Taktuk taktuk’la uyandım.Tamirci gelmiş.Yanımda Güler.Onun yüzünü okşadım,elini okşadım.O taktuk bile güzel geldi.Çay içtik.Su uyandı.Benim nah şu giydiğim gömleği ütülediler…Evden çıktım.Yolda elektrikçi nerelerdesin dedi.Sonra başkasına rastladım…Sevinçliyim.Buraya geldim…”

Ben sormadan o söyledi:”Sevinç şiire bağlıdır.Tüm şiir,birer sevinçtir.Ağıt bile sevinçtir.Paco de Lucia sevinçtir…Sevincim her gün değişiyor.Bir numara,bir kahkahayla günüm aydınlanıyor.Evimin yanına çocuk parkı yaptılar,sevincim arttı…Çocuklarım sakat doğmadı,onla-rı kaybetmedim.Sevinçliyim.Daha ne isteyeyim ki..”

Galiba çok iyimser bir insan Can Yücel…

“İyimser değilim.Hatta kötümser bile sayılabilirim.Ama kainatın da kendisi olan umut yok edilemez.O olmasa yaşanır mı?

Ya düşler?Düşlere yer var mı?

“Ben hep iki tür düş görüyorum.Ya futbol düşleri – şuradan pas verdi,oradan karşıladı,gole gidiyor falan diye,ya da erotik düşler…

Peki yaşlılık korkusu?Ölüm endişesi?

“Yaşlılık…Siroz işi başladı.Karaciğer büyüyor.Bütün gayretime rağmen Kemalist olamıyorum.Ölüm:ölmekten değil,ölümün acısı olmasından,işkenceden korkuyorum.Ölüm
içimizdedir,her doğan çocuğun içinde.Ölüm bütünselliktir.Bu bütünselliği bozacak,beni parçalayacak acıdan korkuyorum.Türkiye’deki durum malum…Ama artık korku olmaktan çıktı.
İnsan ezici,bütünselliği bozucu her şeyden nefret ediyorum.Yavaş yavaş ölümle anlaşmak istiyorum.Ama acı çekeceğimi bilirsem bu işi temelden hallederim.Hemingway gibi…”

Tanrı korusun.Ama Can Yücel böyle gümbür gümbür şiir düzdükçe,gümbür gümbür sevdikçe,sevindikçe,yaşamın her anından kahkaha çiçekleri ürettikçe,karıncaya dokunamayan Can Yücel,ölümü öldürür demeyeceğim,ölümle öyle bir dost olur ki,kimse,hiçbir şey onun bütünlüğünü parçalayamaz.

( 15 Temmuz 1988)

Zeynep Oral / Sözden Söze

12 Eylül 2009 Cumartesi

BİHTER'E DAİR DÜŞÜNCELER / Yeşim DİNÇER

BİHTER'E DAİR DÜŞÜNCELER

Bihter'in hikâyesini anlatmaya nereden başlamalı?
O, dünya 19.yüzyılı geride bırakmaya hazırlandığı sırada romancı Halit Ziya'nın imgeleminden doğdu. Bir asrı geçkin süredir Aşk-ı Memnu'nun sayfaları arasında yaşıyor . Annesi, "Melih Bey takımı" olarak bilinen aileden Firdevs Hanım, Istanbul mesirelerinin en ünlü simasıydı. Babası hakkında pek az şey biliyoruz. Sadece, evlendiği günden başlayarak, "Firdevs Hanım'ın beyi" ve bu aileden kız alan diğer bütün damatlar gibi, "Melih Bey takımı"ından biri olarak anıldığını.
Bihter'le Madam Bovary arasında bir kan bağı olduğu söylense de bu akrabalığa bir hudut çizmek şimdilik daha yararlı olacak. Hem Bihter'i bunca uzakta aramak yerine, İstanbullu genç bir hanım olarak geçirdiği, yirmi iki ya da yirmi üç yıl süren yaşamına odaklanma fırsatını elden kaçırmamalı. Aşk-ı Memnu'yu öncelikle yasak bir aşkın hikâyesi olarak çözümleyen Berna Moran, Bihter'in roman boyunca üç aşamadan geçtiğini yazar:
1. Genç kızlık emellerine kavuşacağı umuduyla zengin Adnan Bey ile evlenen ve görevini yapmaya çalışan Bihter.
2. Hayal kırıklığına uğradığı için mutluluğu yasak bir sevgide bulan Bihter.
3. Bıkıldığını ve terkedildiğini anlayarak kıskançlıkla boğulan ve intikam için her şeyi yakıp intihar eden Bihter.

Bihter'in (ve hepimizin) kişisel tarihinin arka planında karmaşık ve çok katmanlı başka bir hikâye daha var. Kimilerince kaderimiz olduğu söylenen ve kendisinden asla kaçamayacağımızı ileri sürdükleri "Tarih"ten söz ediyorum. Tarih kitapları Hamit Efendi'nin 1 Eylül 1876'da II. Abdülhamit olarak tahta çıktığını ve Meşrutiyet'e kadar kesintisiz otuz üç yıl iktidarda kaldığını yazdıklarına göre, Bihter kısacık yaşamında başka padişah görmemiş olmalı. Jön Türklerin ensesinde boza pişiren jurnalcileri, Sason'daki Ermeni ayaklanmasını, Hamidiye Alayları'nı, Hicaz demiryolunu, Osmanlı'nın dış borcunu takiple görevli Düyun-u Umumiye İdaresi'ni acaba duymuş muydu? Bu türden siyasi kaygıların, açık sarı yalının açık kalan panjurlarından sızarak, şen şakrak "Melih Bey takımı"nın keyfini bozduğunu tahayyül etmek olanaksız. Ağırbaşlı Adnan Bey'in görkemli yalısı'na gelince; burası da "Adnan Bey, çocukları, yeğenleri, mürebbiye ve hizmetçileriyle, dışa kapalı, kendi kendine yeten, sevgi, masumiyet ve mutluluğun dünyası" olarak çizilmiştir romanda. Bu ortam Bihter'in gelişiyle bozulacak, ancak dışa kapalı karakterinde bir değişiklik olmayacaktır.
Kişisel tarihlerimizin "Tarih"in büyük olaylarına/olgularına böyle bir çırpıda, doğrudan eklemlenmesi, ne yazık ki (ya da ne iyi ki) her zaman olanaklı değil. Resmi olanın dışında, küçük harfle başlayan başka bir "tarih" var ki orada herkese az çok ayrılmış bir yer; bizden kalma büyük ya da küçük bir iz var. Kadınların, çocukların, seyyar satıcıların, hizmetçilerin, mahalle imamlarının, kısacası sıradan halkın tarihi bu. Belki Bihter'in izini bu kalabalığın; örneğin Istanbul kadınlarının arasında sürmeliyiz. Fırıncılık yaparak geçinen bir Ermeni bu yıllara ait anılarında şunları yazıyor örneğin:
"Kapıdan 'Ekmekçi!' diye bağırırdık. Tesadüfen evin beyi veya oğlu varsa onlar, yoksa kadınlar gelir alırlardı. Bizim her günkü işimiz kadınlarlaydı. Az bir aralıkla kapıyı açar veya bir kol çıkacak kadar pencerenin kafesini kaldırırlardı. Onlar bizi görür, biz onları göremezdik. Ekmeği alanın kolu görünmez; uzanan elden, içeridekinin, genç mi, orta yaşlı mı, ihtiyar mı, beyaz veya zenci mı olduğunu anlardık."

Yabancı gözlerden katı kurallarla sakınılan bu evlerin içinde nasıl bir hayat olduğunu da biliyoruz:
"Sabah namazında evinden çıkan memur ve esnaf, akşam ezanına doğru işinden dönünce, üstünü değiştirip sırtına entarisini, ayağına terliğini geçirir; fesini ve sarığını çıkarıp takkesini giyer. Namazı kıldıktan sonra ailesiyle sofraya oturur. Sofra, odanın ortasına konulmuş genişçe bir sinidir. Çevresine serilen yer minderlerinin üzerine herkes bağdaş kurup oturur; elle yemek yer. Masa önünde sandalyeye oturmak, yemeklerde çatal bıçak kullanmak henüz orta halli ailelerde yeni başlamıştır."

Oysa Bihter'in hikâyesi büsbütün başka bir mecrada akıyormuş gibidir ve bu noktada, iki ayrı Istanbul'un varlığından söz edecek olanlar, herhalde, ileri gitmiş sayılamazlar:
"Eğlenmekte bu aile efradının, hele bugün en ziyade tanınan Firdevs Hanım'la kızlarının ne dereceye kadar ilerlediklerini herkes tamamıyla tayin edemezdi. Onları Istanbul'un zevk hayatında üstünlük mertebesine çıkaran hususi bir şöhret vardı ki sebepleri pek araştırılmaksızın herkesce kabul olunmuş idi. Bütün Göksu, Kâğıthane, Kalender, Bendler müdavimleri onları tanırlar; Boğaziçi'nin mehtap alemlerinde en ziyade onların sandalı takip olunur; en ziyade onların yalısının önünde duraklanarak pencerelerin saklı şeyleri ortaya çıkarması beklenir; bir piyano sesine, perdelerin arkasından fark edilen bir iki zarif gölgeye dikkat olunur; Büyükdere çayırında onların arabası halkın nazarlarını arkasına takıp sürükler...
.......Onlarda taklit edilemeyen şey giydikleri değiş giyinişleriydi. Peçelerini bir iliştirişleri vardı ki onu herkesin peçesinden başka bir şey yapardı...Çarşaflarının kıvrımları, omuzları, kalçalarını sıkarak dökülüşü onları görenlere, tanıyanlara hemen kim olduklarını ifşa ederdi." (s. 30-32)

"Gelenek" kadına örtünmeyi emreder; göze çarpmamayı, fark edilmemeyi öğütler. Osmanlıca'da "harem", hem "herkesin girmesine müsaade edilmeyen, saygıdeğer ve kutsal yer" anlamını taşır; hem de "nikâhIı kadın, zevce" demektir. Her durumda yabancı bakışlarla kirletilmemesi gereken, erkeğe ait bir "uzam"dan söz ediyoruz; kadının bedeni de dahildir buna. Felatun Bey ile Rakım Efendi'yi anımsayalım: Rakım Efendi, kızlarına ders verdiği ve daima sofralarına konuk olduğu İngiliz aileyi, onların ısrarı üzerine kendi evinde ağırlarken, genç cariyesiyle yaşlı dadısı Mister Ziklas'ın huzuruna çıkmamışlardı. Söz konusu bile olmamıştı yüz yüze gelmeleri.
Modernleşme sürecinde tanıştığımız kapitalist Batı kültürü ise, sözde hareket özgürlüğü vererek kadını seyirlik bir nesneye dönüştürme eğilimindedir. "Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir", diye yazmıştı John Berger. "Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz varlığının ikiye bölünme pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır. Bir odada yürürken ve babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona."
Bihter'in son dakikaları böyle bakıldığında bir kat daha acıklıdır:
"...Beşir'in dehlizden çıktığını, merdivenleri yavaş yavaş tırmandığını gördü. Öyle zannetti ki geçerken derin ve vahşi bir lezzetle ona bakıyor. Artık herkeste bu nazarı bulacaktı. Hatta annesinde, hatta hemşiresinde, hatta, eniştesinde; hususuyla bu herifin her vakit onun gözlerini inmeye mecbur eden gözlerinde bu nazar ne çirkin anlamlar kazanacaktı.
Yaşamak, böyle, bu nazarların altında yaşamak? Lakin ne için yaşayacaktı? O zaman ölümü düşündü." (s. 507)
"...Kenarda Şayeste ile Nesrin, duvar dayanmış, görüşüyorlardı. O geçerken vaziyetlerini değiştirmediler. Arkasından onu gülen gözlerle takip ediyorlar zannetti." (s. 508)
"En evvel mumu yakmak istedi. Her halde karanlıkta ölmeyecekti. Kendisini bir defa daha görmeksizin ölmek..." (s.508)
"...elinde hep o küçük zarif oyuncağın siyah ağzı kıvrılıyor, kıvrılıyor, ona çevrilmek, karanlıkta onu bulmak istiyor ve ikna eden bir sesle:
- Evet, güzel, genç, nefis kadın, senin için yapılacak yalnız bu var, diyordu." (s.510)
(vurgular bana aittir y.d.)

Olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorunda olan Bihter, ölüme kendi imgesiyle birlikte gider. Tanpınar, Aşk-ı Memnu'nun mükemmel tekniğini överken, Halit Ziya'nın yapıtlarında "bize ait çok esaslı bir şeyin yokluğundan gelen bir tad eksikliği" olduğunu söylemişti. Tuhaftır ki bunca yıldan sonra, Bihter'in "modern kadın" kimliğinde bulabiliyoruz bu tadı.
Bihter edebiyatımıza erken gelmiş bir figürdü ancak kalıcı oldu. Adnan Bey'le Nihal'in giderek solan portrelerinin yanında, daha dün buradaymış gibi sahici ve taze duruyor.


Yeşim Dinçer

Halid Ziya Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu, Özgür Yay., Ocak 2005
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İletişim Yay., 2004
a.g.e. s. 93
Hagop Mintzuri, Istanbul Anıları 1897-1940, Tarih Vakfı Yurt Yay., Eylül 2002, s.24
Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yay., Eylül 1992, s.40
John Berger, Görme Biçimleri, Metis Yay., Şubat 1993, s.46

10 Eylül 2009 Perşembe

Tanrı Kent ve Yitik Şarkılar / Pakize Barışta

Tanrı Kent ve Yitik Şarkılar / Pakize Barışta

Jale Sancak,İstanbul’u damardan yakalamış;sokağın dilini,mahallenin bin bir katmanlığı,deyişin bıçkın falçatalı renklerini,devrimin ve aşkın nasıl körleştirildiğini heyecanlı ve ateşli bir ıslık diliyle taçlandırılmış.


Edebiyat,dişidir.Dişi olduğu için bu kadar kapsayıcı ve tahammüllüdür ya zaten.Hem şefkatli hem de hüzünlüdür aynı zamanda.

Edebiyatın türküsü yanıktır,hissiyatı alevlendirir.Aklın zorbalığını yumuşatır.

Edebiyat,insanın gözü,kulağı,sözü olduğu gibi,bir kentin de ruhu,nabzı,rengi ve kokusu olur.

Zaten kentler de dişi değil midir ?

Erkek kent düşünülebilir mi hiç ?

Mesela İstanbul…bıçkın bir dişi,yüz kırk cilveli(Stinpolis,Konstantinapolis,Asitane,Novaroma,Dersadet,Antoninya,Konstantiniyye, İslambol,Belde-i Tayyibe…bunlar cilvelerden bazıları) adı olan bir güzel,edebiyatın kaynaklarından biri olan unitas-multipleks bir rahimkent değil midir ? Neredeyse dünyanın,Anadolu’nun farklı kültürlere sahip bütün kadınları bu kentte bir araya gelip bir olmamışlar mıdır ?

Jale Sancak’ın yüz kırk adlı İstanbul’u Tanrı Kent ve Yitik Şarkılar’da konuşuyor adeta;İstanbul Jale Sancak’a hikayelerini aktarması için el vermiş sanki.

İstanbul konuşuyor…Bulutları şiirleşiyor,martıları kanatlarıyla sesleniyor…yokuşları ağıt yakıyor,hayalleri trajedileşiyor,tutunmaya çalışanları feryat ediyor,taşının ruhu inliyor,denizinin renkleri senfonikleşiyor,Kule sakinlerine selam durmak için eğilirken,bin yıllık bir tekerleme şarkı söylüyor,binlerce
isyanın mirasına sahip mahallelerinin renkleri seslenerek sokak aralarında kayıp gidiyor…velhasıl bir Sulukule’nin kelamı İstanbul’dur.

Bütün bunlar ve diğerleri,İstanbul’un diğer nameleri,on sekiz kısa hikaye içinde yazar tarafından mükemmel bir biçimde ve gerçek popülerlikten hiç taviz vermeden edebileştirilmiş bence.

Tanrı Kent ve Yitik Şarkılar’da Galata,Tarlabaşı,Kulaksız,Hasköy,Nişantaşı,Fener,Çarşamba,Sulukule,Gazi Mahallesi,Bağdat Caddesi,Yeldeğirmeni,Kuzguncuk,Ortaköy,Etiler,Küçükarmutlu,Laleli, Hacı Hüsrev ve Kadırga,kitabın kahramanları adeta.Her biri kendi dilinden konuşuyor;damıtılmış hayatın özüyle hal hamur olmuş bir popüler dil biçimlenmiş,Jale Sancak’ın İstanbul edebiyatında.

Jale Sancak İstanbul’u damardan yakalamış;sokağın dilini,mahallenin bin bir katmanlılığını,deyişin bıçkın falçatalı renklerini,devrimin ve aşkın nasıl körleştirildiğini,heyecanlı ve ateşli bir ıslık diliyle taçlandırmış;dört imparatorluğa ana rahmini sunmuş bu tanrı kenti seslendirmiş.

“Nazdrovya!Hadi Nazdrovya!Lila Leyla’nın odasında gece yarılarına kadar içiliyor böyle.İstanbul kanına girmiş bir kere,puslu dumanlı İstanbul.Adamın teki,Leleli de tezgahtar,feleğin çemberinden geçmiş,şeytana papucunu ters giydirmiş,öyle biri.Giderek Lila’nın hayatındaki bütün herifleri devre dışı bırakmış,sonra kadının iliğini,kemiğini sömürmüş,sonra da karısına dönmüş.Racon mu böyle ? Her terk edildiğinde Moskova’yı özlüyor Lila Leyla,çocukluğunu,komünizmi,karda yürümeyi…Istanbul’a pek kar düşmüyor.Jale Sancak’a göre İstanbul’dan kaçamazsınız,adım başı hikayedir burası.

Tanrı Kent’in gerçekliği,Jale Sancak’ın kitabında yer verdiği şairlerin edebi gerçekliğiyle de dile getiriliyor.Örneğin Orhon Murat Arıburnu’nun şu dizeleriyle:

“Lalelim /Lalelide oturur / Laleli lale kokar lalelimden / Laleliden geçilir / Lalelimden geçilmez.”

Tanrı Kent ve Yitik Şarkılar’ın ilk hikayesi olan Galata,kısacık sayfalara sığdırılmış,hem gökyüzünden,hem de sokaklarından,sokak taşları üzerinden kayarak gezinen bir kuş,bir insan,bir kadimlik ve bir edebilik…

“Banklarda bir iki ihtiyar;güz başlangıcı;meydan şimdilik sessiz;martı küçük,yorgun kanatlarında binlerce kanatla kulenin etrafında dönüpdurmakta.Galata’ yı yeniden yazacaksın.İlkin bir tiyatro metninde Kule’nin bütün serüvenini onunla anlatmıştın.Sonra bir öykünün yalnız,yaralı başkahramanlarından biri oluvermişti.Gök yakut bir akşamüzeri yorgun kanatlarını dinlendirdiği bu şehirden bir daha ayrılamamış,aşağıda Karaköy’deki limanda bıkıp usanmadan sevdiği adamın dönüşünü bekleyen genç bir kadına aşık olmuş,bu yüzden soyundan kovulmuştu.Pek çoğu gibi bu da umarsız bir aşktı.Kimileyin kanatları ağırlaşıyor,onları taşıyamaz oluyor,çakılmaktan korkuyor,buna rağmen vazgeçmiyordu sevmekten ve beklemekten.Kule’nin eteklerinde yeniden birliktesin onun küçük ak kanatlarıyla.”

Jale Sancak’ın edebiyatı aslında dili kazıyan,yani pek çok nedenle – ki bunların içinde sistemlerin çabaları da var - üzeri örtülmüş,gömülmüş bir halk dili keşfine çıkmış.Değer arayan bir edebiyat bence.Özle biçimin,içeriğin bağrında buluşup yeşerdiği bir ifade biçimi;dilin ritmi zorlanmadan su gibi akıp gidiyor.Hikayelerin kısalığı okurun muhayyilesini uzatıyor ve genişletiyor.İstanbul zamanının dilimleri,yitirilmiş gibi gözüken ama aslında diplerde her zaman yaşayan zamanlar olarak kalıyor ilelebet:”Öykü ve Hayat…Kurgu ve gerçekle birliktesin.Dille ve dilsizlikle.Dönüştürenle ve dövüştürenle.Tutkuyla ve öfkeyle.

Jale Sancak’ın yazısı da her an yeniden keşfedilmeyi hak eden İstanbul kadar derin bir edebiyata sahip bence.

Tanrı Kent ve Yitik Şarkılar / Jale Sancak / Turkuvaz Kitap 160 s.

KAYNAK: K Dergisi ,24 Temmuz 2009,Yaz Özel Sayısı,sayı 147

6 Eylül 2009 Pazar

Yeşim Dinçer’den ‘Ecinniler'in Gölgesinde’

Yeşim Dinçer’den ‘Ecinniler'in Gölgesinde’ / Aslı Uluşahin

‘Hiçbir edebi eser boşluktan doğmaz’

- En baştan başlarsak,böyle bir çalışma yapma fikri nasıl doğdu ?

- Fethi Naci’yle Berna Moran,Huzur hakkında yaptıkları değerlendirmelerde Tanpınar’da ciddi bir Dostoyevski etkisinden söz etmekteydi.Bu konuyu daha ayrıntılı işlemeye niyetlendiğim sırada,belleğimin bir köşesinde gizlenen, Dostoyevski’yle ilintili öteki yazarları da bir bir anımsamaya baş-ladım.Oğuz Atay,Rus yazarı ne çok sevdiğini defalarca yazmıştı.Yakup Kadri’nin ‘Hüküm Gecesi’nde anlattığı idam gecesi,bizzat Dostoyevski’nin başından geçmemiş miydi ? Başkaları da vardı:Değişik zamanlarda okuduğum Kaan Arslanoğlu,Leyla Erbil,Orhan Pamuk.Bir kitabı dolduracak kadar çoktu.

- Kitabın hazırlık aşamasından söz edebilir misiniz ? Nasıl bir yöntem izlediniz ?

- Kitabı yazmaya başladığımda,çalışmamı Ecinniler’le sınırlamayı aklımdan geçirmiyordum.Fakat sonra bir eksen etrafında ilerlemenin hem kitabın yazılmasını,hem de okunmasını kolaylaştıracağını düşündüm.O ana dek yazdıklarımı çöpe atarak,nihilistler hakkında yazılan ilk romana,Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ına geri döndüm.Söze buradan başladım.Gerek Babalar ve Oğullar gerekse Ecinniler benim defalarca okuduğum,sevdiğim romanlardı.Ecinniler,gelmiş geçmiş politik romanların en ünlüsü ve en iyilerinden biriydi.Ne var ki kapsamı böyle sınırlayınca ilk düşündüğüm yazarları,Tanpınar’ı,Atay’ı ve Yakup Kadri’yi çalışmama alamadım.

- Türk yazınında genel olarak Dostoyevski’nin etkisi nedir sizce ? Türk okuru ve yazarı sizce Dostoyevski’yi benimsemiş midir ?

- Yazarlarınız ve okurlarımız Dostoyevski’yi okumuş,samimiyetinden etkilenmiş ve meselelerini benimsemişlerdir kuşkusuz.Bunda tıpkı Rusya gibi geç kapitalistleşen ya da modernleşen bir ülke olmamızın da payı var mı ? Hiç yoktur diyemeyiz ama Dostoyevski,basit bir Doğu-Batı karşıtlığı üzerinden okunamayacak kadar çok boyutlu ve evrensel bir yazar.Kitabımın giriş bölümünde de değindiğim gibi,modern edebiyatın tamamının Dostoyevski’nin ayak izlerini takip ettiği söyleniyor ki ben de katılıyo-
rum bu saptamaya.

“MESELESİ OLAN YAZARLAR”

- Ecinniler’in evrensel ve zamansız olduğu savından yola çıkıyorsunuz.Kitapta da söz ediyorsunuz ancak sizce bu romanın evrensel ve romandan bağımsız olmasını sağlayan özellikleri sizce nelerdir ?

- 1905 devriminden sonra Dostoyevski’ye “Rus devriminin kahini” denilmiş ve Ecinniler devrim karşıtlarının gözde romanlarından biri olmuştu.Gorki gibi sosyalist bir yazar da aynı kabulden yola çıkarak bu romanı sahiplenmedi.Bence Ecinniler,herhangi bir dönemi ya da rejimi değil,politikayla,etik arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır.Henüz okumayanlara tuhaf gelebilir ama Ecinniler’in Gölgesinde,Ebu Garip tutukevinde yaşanan çirkinlikleri anarak sonlanıyor. Dostoyevski karakterlerinden biri,”ben bir sosyalist değilim,bir düzenbazım” diyordu.Siz onun yerine rahatlıkla Bush’un suretini koyabilirsiniz:”Ben bir muhafazakar değilim,bir üçkağıtçıyım.Irak hakkında söylediğim yalanlarla hepinizi uyuttum.”

- Arslanoğlu,Erbil ve Pamuk ortaya koydukları eserler,yazın anlayışları,fikirleri bakımından yakın bulunamayacak üç isim.Onların Dostoyevski ve Ecinniler bağlamında buluşmalarını nasıl yorumluyor sunuz ?

- Haklısınız,Kaan Arslanoğlu,Leyla Erbil ve Orhan Pamuk’un bir aradalığı zor gibi görünüyor.Bence onları buluşturan ortak payda,Türk edebiyatında “meselesi olan yazarlar” listesine dahil olmaları.Dünya görüşleri benzemese de “siyaseten doğruculuk” adına “orta yolcu” bir tutum izlemekten kaçınmaları.”Mesele”nin yapıtlarına yansıması ne şekilde olmuştur,ele aldığım romanlar özelinde ben de bunu irdelemeye çalıştım zaten.

- Hemen önsözde bu kitabı yazmaktaki amacınızın bir intihal tartışmasına zemin hazırlamak olmadığını söylüyorsunuz.Buna karşın,herhangi bir tedirginlik duyuyor musunuz ?Örneğin,sözünü ettiğiniz yazarlardan çalışmanızla ilgili herhangi bir tepki aldınız mı ?

- Böyle bir tepki almadım henüz.Fakat içim son derece rahat.Ne yapmaya çalıştığım - bunu başarıp başaramadığım bir yana – kitabı okuyan herkes tarafından anlaşılacaktır sanıyorum.Hiçbir edebi eser boşluktan doğmaz. Dostoyevski gibi büyük bir yazar bile Shiller,Balzac,Gogol gibi başka büyük yazarlardan öğrenmiş,etkilenmiş ve esinlenmiştir.İlk hscimli yapıtlarının kurulumunda Dickens’ı örnek aldığı söylenir sözgelimi.Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u ile Balzac’ın Rastignac’ı,hayalleri ve hakikatleri bakımından olduğu kadar isimleriyle de andırırlar birbirlerini.

- İntihar,Mektup Aşkları ve Kar romanlarını hem biçim hem içerik anlamında inceliyorsunuz.Kar romanı kitabınızda en geniş alana sahip.Bu onun Ecinniler ile fazla benzerlik göstermesinden mi kaynaklanıyor ?

- Bu tamamen Orhan Pamuk’un metinler arasında gezinmeyi sevmesinden,bunu irdelemeye de hevesli eleştirmenlere de fazlasıyla malzeme sağlamasından kaynaklanıyor.(Benim kaynaklarım arasında yer almıyor ama,Kar’ın başında alıntılanan dört epigraf üzerine Bilkent Üniversitesinde bir yüksek lisans tezi yazıldığını biliyor muydunuz ? ) Dostoyevski ile aralarında edebi rekabet ortadayken,
Kar’da Turgenyev’e yapılan göndermeleri atlayamazdım.Babalar ve Oğullar’ın yazarı Ecinniler’de de hayli gülünç bir karikatür olarak çıkıyor karşımıza.Tüm bu bağlantıları tasvir ve hikaye etmek,en önemlisi de doğru bir bağlama oturtmak için daha “geniş bir alan” gerekti.Orhan Pamuk Kar’da Turgenyev’in lirizmi ile Dostoyevski’nin dinamizmini bağdaştırmaya çalışmış benim görebildiğim.Cesur,fakat hallolmamış bir çaba.Lirizmin öne çıktığı yerlerde hareket yavaşlıyor;hareket başlayınca da lirik ton siliniyor.

ERGENEKON VE KAR

- Nesnel bir tutum içinde olmanıza karşın,sizin Ecinniler ve diğer üç romana bakışınızı görebiliyoruz.Bu bağlamda Kar ile ilgili bölümü eserden bağımsız bir roman eleştirisi olarak da okuyabilir miyiz ?

- Her bir bölüm kendi bütünlüğünü korusun;ayrı ayrı da okunabilsin istedim.Okurlar kendilerine ilginç gelen herhangi bir bölümden başlayarak okuyabilirler kitabı.

- Ülkemizde bu tür edebiyat incelemeleri sık karşımıza çıkmıyor.Siz bu alanda çalışmalar yapmayı sürdürmek istiyor musunuz ?

- Edebiyat üzerine yazmayı sürdüreceğim elbette.Yeni bir kitaba başlamak için gerekli motivasyonu ve enerjiyi bulamazsam,dergi sayfaları ne güne duruyor ?Yönümü biraz da bu kitabın göreceği ilgi ve alacağım tepkiler tayin edecek.

- En başta söz ettiniz ama,ben kitabı ilk elime aldığımda,peki ya Oğuz Atay diye düşünmüştüm.Siz de kitabınızın sonunda Atay ile Dostoyevski ilişkisinin çok daha kapsamlı olması nedeniyle kitaba dahil edilmediğini söylemişsiniz.Mesela ileride böyle bir çalışma yapmak ister misiniz ?

- Oğuz Atay’ın Dostoyevski’ye olan hayranlığı ve sevgisi besbelli.Tutunamayanlar’da,Dostoyevski’yi okul arkadaşlarından biriymiş gibi resmeden bir tabloya duyduğu özlemden söz eder.(Turgut’la Selim de Dostoyevski gibi mühendislik okumuşlardı.) Böylesine kapsamlı bir etkiyi Ecinniler’le sınırla-
mak,Yeraltından Notlar ve Budala’dan söz etmemek olmazdı.Kitabımın sonunda bu akrabalığa değinmekle yetindim. Dostoyevski’nin gölgesinde Oğuz Atay’ı okumak kadar,Oğuz Atay’ın kılavuzluğunda Dostoyevski’yi okumak da keyifli ve ilginç olabilir.

- Son bir soru:Kar romanındaki Sunay Zaim ve Doğu Perinçek benzerliği ve yıllar sonra Perinçek’in Ergenekon kapsamında tutuklanması gerçekten çok ilginç değil mi ?

- Hayat,sanatı taklit ediyorsa,taklit için bu olayı seçmesi hayli ilginç.Benim yaptığım kurgusal bir karakter olan Sunay Zaim’le Doğu Perinçek arasındaki benzerliğeişaret etmekti sadece.Bunu ilk fark eden de ben olmadım üstelik.Aslına bakarsanız Ergenekon savcılarının Kar romanını okuyup okumadığını ben de merak etmiyor değilim.

Ecinnilerin Gölgesinde / Yeşim DİNÇER / Yordam Kitap 190 s.

KAYNAK:Cumhuriyet Kitap,20 Ağustos 2009

3 Eylül 2009 Perşembe

BİR ŞEY / Ata ERBAYAV


BİR ŞEY / Ata ERBAYAV

Her şey ‘bir şey’e bağlanır sonra.

An gelir yalnızca kendime yakınımdır ve de yazıya.

’Her şey’e uzak.’Her şey' uzağımda,yabanıldır bana.

Her şey, ‘bir şey’e bağlanır sonra.

Her şey anlamsızlaşır ; ama ‘bir şey’ anlam kazanır.

Ve her şey o ‘bir şey’e bağlanır.

2008 - Zincirlikuyu