29 Mart 2012 Perşembe

“IŞIK SU GİBİDİR” /Senem DERE

Stefan Zweig’ın Montaigne’nin ölümünden dört yüz yıl kadar sonra kaleme aldığı Montaigne hakkındaki denemesi Can Yayınları tarafından basıldı. Bu kitabı okuduktan sonra Montaigne’nin yıllar önce bir lise ödevi olarak okuduğum ve açıkçası sıkıcı bulduğum denemelerini yeniden okuma ihtiyacı duydum. Zweig’ın deyimiyle kitle çılgınlığının doruğa vardığı bir zamanda Montaigne tarafından kaleme alınmış “Denemeler” i okudukça, Montaigne’nin içinde yaşadığı dünya ile mücadele ediş tarzı ve duruşu, değişik zamanlarda yaptığım okumalarla bazı noktalarda buluştu ve düşüncelerim bir hat üzerinde ilerlemeye başladı. Beni bu hat üzerinde yürümeye sevk eden soruyu Zweig, Montaigne hakkındaki denemesinde soruyordu: Hayatın soylu değerlerinin, barışın, bağımsızlığımızın, doğuştan sahip bulunduğumuz hakların, hayatımızı daha güzel, daha soylu ve anlamlı kılan her şeyin bir avuç bağnazın ve ideoloğun çılgınlığına kurban edildiği böyle zamanlarda, içinde yaşadığı zamanın etkisiyle insanlığını yitirmek istemeyen insanoğlu için bütün sorular tek bir noktada odaklaşır: Nasıl özgür kalabilirim?

Güvenlik diye bir şeyin kalmadığı, insanın, kaderinin her saat değişebileceği olasılığı ile karşı karşıya kaldığı yeryüzünde, Montaigne bu özgürlüğü, şatosunun kulesindeki çalışma odasında sürekli yazarak ve okuyarak, bu yolla kendini yani insanı arayarak korumaya çalışır. Çünkü ona göre “Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.” Montaigne, Goethe’nin “iç kale” diye adlandırdığı kalesine çekilerek kendisine içinde yaşadığı dünyanın ve zamanın dışında bir dünya kurmuştur. Bu tavır, dış dünyanın dayattığı çirkinliklerden, zorbalıklardan, baskıdan bir kaçış gibi algılanabilirse de bana göre bu dünyanın ancak başka bir dünya tasavvuruyla dönüştürülebileceğine inanan bir karşı duruşu sergilemektedir. Böyle olmasaydı Montaigne’in denemeleri etkisini hiç kaybetmeden hâlâ okunuyor olmazdı.

Bu karşı duruşa daha önce, Montaigne’ni de derinden etkilemiş olan Erasmus’un Deliliğe Övgü’sünde rastlıyoruz. Deliliğe Övgü’nün kahramanının, içinde yaşanılan dünyanın toplumsal öğretilerinin ve şartlanmışlıklarının dışından, utanma ve korku duymaksızın konuşabilen Delilik Tanrıçası olması boşuna değildir. Erasmus da tıpkı ruhunun sürekli bir arayış ve oluş içinde olduğunu düşünen Montaigne gibi, insana ait şeylerin hepsinin, Alkibiades’in Silenleri gibi, birbirinden büsbütün farklı iki yüzü olduğuna, her şeyin, hangi taraftan ele almak istenirse ona göre her an değiştiğine inanır. Bu yüzden Delilik, Dünya’da her şeyin karanlık ve değişken olduğunu, hiçbir şeyi kesin olarak bilmenin mümkün olmadığını, bizi yalnız kanaatlerin mutlu edeceğini savunur durur bütün kitap boyunca. Belki de hayata yöneltilmiş bu bulanık, değişken bakış sebebiyle şarabın, coşkunun ve sınır tanımazlığın tanrısı Bakkhos’un adı sık sık anılır. Hatta Delilik, Bakkhos kızı Methe (yani Sarhoşluk) ve Pan kızı Apodia (yani Cehalet) tarafından emzirildiğini iddia eder.

Erasmus’un, hayatın bir sahneden ibaret olduğunu, hayat komedyasını oynamanın da delilikten başka bir şey olmadığını, kendimizden ayrıksı tuttuğumuz, bizimkinden başka, bilinmez bir dünyaya ait olduğunu düşündüğümüz Delilik aracılığıyla yüzümüze vurması müthiş bir ironidir. Delilik, söylevinin bir yerinde, “Fakat hayat nedir?” diye sorar. Sonra cevap verir: “Böyle şekillere girmiş insanlar, sahneye çıkarlar, rollerini oynarlar ve tiyatro sahibi bazen kıyafetlerini değiştirdikten, onları kah kralların görkemli erguvanı içinde, kah esaret ve sefaletin iğrenç paçavralarına bürünmüş olarak gösterdikten sonra nihayet sahneyi terk etmeye zorlar.”

Çok uzaklarda, La Mancha’nın bir köyünde bütün vaktini şövalye romanları okuyarak geçiren bir asilzade, Delilik’in bu söylevini duyarak harekete geçmiş gibidir. Evet, burada bir başka deliyi, Don Kişot’u anmadan geçmek olmaz. Gerçekten de Don Kişot, Jale Parla’nın sunuş yazısında (Don Kişot’tan Bugüne Roman-İletişim Yay.) tespit ettiği üzere bir tiyatro sahnesindeymiş gibi okurun gözü önünde yavaş yavaş Don Kişot’a dönüşür. Dünyayı değiştirmeye, haksızın karşısında haklıyı savunmaya, kötüleri cezalandırmaya karar veren Don Kişot yollara düştüğünde, Erasmus’un yalnızca kanaatlerin gerçek olduğuna ilişkin inancını taşımaktadır. Ona göre değirmenler birer dev, koyun sürüleri ordu, hanlar şato, basit, kaba bir köylü kızı olan Aldonza dünya güzeli sevgilisi Dulcinea del Toboso’dur.

Fuentes, “Ben ve Ötekiler” isimli kitabında Don Kişot’a göre hiçbir şeyin kuşku uyandırmadığını, her şeyin olanaklı olduğunu söyler. Oysa gerçek dünya, her şeyin olanaklı ve her şeyin kuşku götürür olduğu bir dünyadır artık. Bu iki dünyanın, yani Don Kişot’un şövalye romanlarında okuduğu kesinlikli dünya ile her şeyin kuşku götürür hale geldiği dünyanın gerçekliğinin örtüşmemesi, Don Kişot’a okuduklarını gerçekliğe kabul ettirme olanağını vermiştir. Gerçek dünya ile Don Kişot’un içinde yaşadığı dünya arasında bir farklılık varsa da bunlar Don Kişot’a düşman büyücülerin işidir. Yoksa Don Kişot’un anlattıklarının doğruluğuna olan inancı hiç sarsılmaz.

Dahası, hikâyenin bir tiyatro sahnesi gibi başlamasıyla sezdirilen gerçeği, ilerleyen sayfalarda Don Kişot’un kendi ağzından duyarız. Don Kişot’un, Sancho’dan köye giderek Dulcinea’yı bulmasını ve onun uğruna yaptıklarını ona anlatmasını istediği bölümde, Don Kişot içinde yaşadığı dünyayı kendisinin kurguladığını itiraf eder. Sancho, Dulcinea isminde birini tanımadığından Don Kişot’a onun hakkında sorular sorar. İşte o anda Don Kişot’un verdiği yanıt çok çarpıcıdır. Don Kişot baştan beri Dulciena’yı kendisinin yarattığının farkındadır. Dulciena’nın eşsiz güzellikteki bir prenses değil Aldonza Lorenzo adlı kaba köylü kızı olduğunu da bilmektedir. Burada Cervantes belki de dış dünyanın tüm acımasız gerçekliğine karşı bir tepki olarak düş dünyasına varlık kazandırır. Hiç olmamış, yaşanmamış bir dünyanın tasarlanabilir ve yaşanılabilir olduğunu ortaya koyarak onun gerçekliğini kanıtlar.

Nitekim Don Kişot’un şövalye romanlarından esinlenerek kurduğu ve içinde yaşamayı başardığı düş dünyası, önce kendisinin ve yaşadığı serüvenlerin yazıldığını yani bir roman kahramanı olduğunu öğrendiğinde sonra da kendini gerçekten bir şatoda, Dükler Şatosu’nda bulduğunda sarsılır, yıkılmaya başlar. Yarattığı dünya, gerçek dünya ile örtüştükçe de Don Kişot, La Manchalı korkusuz şövalye olarak değil iyi insan Alonso Quijano olarak ölmeyi seçer. Çünkü gerçek dünyaya karşı faklı bir dünya tasarlama yeteneğini, bu kurgusal dünyaya olan inancını yitirmiştir. Roman belki de bu yönüyle, Dostoyevski’nin söylediği gibi en acıklı kitaptır.

Gerçek dünyanın gittikçe Don Kişot’un düş dünyasına benzemesiyle birlikte başlayan bu sürecin, çocukluktan yetişkinliğe geçilen süreçle benzer bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Burada, yazının başından itibaren üzerinde ilerlediğim hat, oynadığımız oyunların oyun olduğunu unutup gerçekten içinde yaşayabildiğimiz, olmayacak şeylere inanmakta tereddüt etmediğimiz çocukluğun büyülü dünyasını anlatan iki öyküden bahsetmeye zorluyor beni.

Marquez’in “On İki Gezici Öykü” kitabında yer alan “Işık Su Gibidir” isimli öyküde Toto ile Joel, iki kardeş, salonda yanan lambalardan birinin ampulünü kırarak odayı ışıkla doldururlar ve bu ışıktan deniz içinde sandalla dolaşmaya çıkarlar. Anne ve babalarının sinemaya gidip onları evde yalnız bıraktıkları akşamlarda apartman dairesini iki kulaç derinliğinde doldurup dalarak, mobilyalarla yatakların altında uysal köpekbalıkları gibi dolaşarak ve yıllardır karanlıkta kaybolmuş olan şeyleri ışığın dibinden çıkararak vakit geçirirler.

Öykünün sonunda bu ışıktan dünyanın gerçekliği yetişkinlerin dünyasına da hakim olur ve Castellana’dan geçmekte olan insanlar, çocukların yaşadığı, ağaçlar arasına gizlenmiş eski bir binadan bir ışık şelalesinin aktığını görürler. Işık balkonlardan taşıp binanın cephesinden hızla akıyor ve kenti Guadarrama’ya kadar aydınlatan altın renkli bir sel halinde geniş caddede bir yol çiziyordur.

Çocuk dünyasını anlatan ikinci öykü ise Cortazar’ın “Ayakizlerinde Adımlar” kitabındaki “Silvia” öyküsüdür. Fernando, Silvia ile kalabalık bir bahçe partisinde karşılaşır. Partide Fernando’nun arkadaşları ve onların çocukları vardır. Silvia hep çocukların yanındadır, onlarla ilgilenir, onlarla konuşur. Zaten Silvia’yı sadece çocuklar görebilir. Büyüklerse Silvia’yı çocukların uydurduklarını söylerler. Silvia’yı görebilen ve bir yandan da yetişkinlerin dünyasında yer alan Fernando sayesinde öykü boyunca çocukların ve yetişkinlerin dünyalarının birbirinden nasıl ayrılmış olduğuna tanıklık ederiz.

Gerçekten de dış dünyanın alışılagelmiş gerçekliklerinden farklı gerçeklikler yaratabileceğimizi düşünmekten vazgeçtiğimizde yani herkes gibi olduğumuzda büyüyoruz. O zaman çocukken içinde yaşadığımız o büyülü dünya bize çok uzak ve hayret verici görünüyor. Cortazar’ın bir diğer öyküsü “Yaz”da öykü kahramanı Mariano “İnanılır gibi değil” diyordu, “Bu çocuklar ne kadar ulaşılmaz bir dünyada yaşıyorlar, düşünsene bir zamanlar biz de aynı dünyada yaşamıştık.” Bizi, genelinkinden farklı değerleri, düşünceleri, yaşamları olan veya olabileceğine inanan herkesi yok saymaya iten; bu uzaklık, bu uzaklığın verdiği artık geriye dönülemeyeceği duygusu mu?

Oysa bu dünyayı biz kurduk. Savaşların, açlığın, silahların, paranın, işkencenin, toplu mezarların, yakılan kitapların, yakılan insanların, sınırların, devletlerin olmadığı bir dünyaya hayal ürünü, ütopya, masal diyen de biziz. Başka türlü olabilirdi, olabilir, olmalı! Çocuklar, deliler, Don Kişot ya da Montaigne gibi kendi iç kalesinde yaşayanlar, onlar bu dünyadan kaçmıyorlardı; aksine bu dünyaya rağmen ve bu dünyanın içinde kendilerine özgü dünyaları ile varolmayı başararak başka bir dünyanın mümkün olabileceğini ispatlıyorlardı. Evet, belki de “Işık su gibidir. İnsan musluğu açar, o da akar.”


Kim aksini iddia edebilir ki?




Senem DERE