30 Temmuz 2009 Perşembe

Nobel Orhan Pamuk'a verilmiş bir ücrettir / Demirtaş Ceyhun



Holding medyası Pamuk’u eleştirenlere yer vermedi

TÜRKSOLU: Orhan Pamuk Nobel Ödülü aldıktan sonra aleyhinde bir bildiri yayınladınız. Kısaca bir anlatır mısınız? Basında çok da yer bulmadı.
Demirtaş Ceyhun: Basın tabii imzacıların imzalarını reddettiğini göstermeye çalıştı. Oradaki imzalardan birkaçı yanlışlıkla alınmış. Alev Aratlı’yla konuşmuşlar. Ama başka birisinin ismini yazmışlar. Füsun Akatlı yazmışlar. Füsun Akatlı ben imzalamadım deyince gazeteciler onun üzerine gitmiş. O yüzden bazı gazetelere yansıdı. Bunun dışında, basında yeterince ilgi uyandırdığını düşünmüyorum.
Nitekim o gün basın toplantısı iki buçuk saat kadar sürmüştü. Beş televizyon en az 15-20 gazeteci vardı. Bence çok görkemli oldu. Toplantının sonunda dedim ki “Siz de sorular sordunuz, yanıtlarınızı aldınız. Yani açık kalan hiçbir nokta kalmadı. Bu konuda söylediklerim hakkında kafanızda hiçbir soru işareti kalmadı. Ama ne yazık ki siz bu basın toplantılarını yayınlama kararını verecek kişiler değilsiniz. Sizin bağlı olduğunuz kuruluşların yönetmenleri, sahipleri, yöneticileri, genel müdürleri sanmam ki bu söylediklerimin onda birine yer versin. İnşallah verir.”

Dediğim gibi yer vermediler. Yer vermemelerini doğal karşılıyorum. Orhan Pamuk Nobel Ödülü alınca bir grup “Türkiye’ye Nobel ödülü getirdi” diye alkışladı. Bir başka grup ise “Bir milyon Ermeniyi otuz bin Kürdü kestik” dediği için şiddetle eleştirdi. Orhan Pamuk’un bu yıl Nobel Ödülü almasında bu sözleri çok büyük ağırlık taşımıştır. Hiç kuşku duymuyorum. Çünkü Orhan Pamuk’a bu ödülü vermezlerdi. Henüz sıra ona gelmemişti. Bu ödülü gördüğüm kadarıyla Paul Auster ya da Philip Roth’a vereceklerdi. Ama Orhan Pamuk’un bu demeci ve Fransız Parlamentosu’nda bu konunun görüşüleceğinin bilinmesi Orhan Pamuk’a öncelik tanıdı.

Orhan Pamuk’un edebiyat anlayışına da karşıyım

TÜRKSOLU: Düzenlediğiniz açıklamada Orhan Pamuk’un sadece Nobel almasını sağlayan “1.5 milyon Ermeniyi ve 30 bin Kürdü katlettik” sözüne karşı çıkmadınız. Orhan Pamuk’un edebiyat anlayışına yönelik eleştirileriniz de oldu.
Demirtaş Ceyhun: Benim Türkiye’de 6 yıldan beri sürdürmeye çalıştığım bir kavga var. Daha önce yayınladığım bir kitabım vardı: “Edebiyatımı Geri İstiyorum.”
Orhan Pamuk’un temsil ettiği edebiyat akımına karşı olduğum için Orhan Pamuk’un ödülünü Türk edebiyatına verilmiş bir ödül olarak değerlendirmiyorum. Çünkü Türk edebiyatı postmodern bir edebiyat değildir. Türk edebiyatında postmodern roman ya da öykü yazan kimse yoktur Orhan Pamuk dışında. Peki postmodern edebiyat nedir? İşte bunu açıklığa kavuşturmak için bu basın toplantısını yaptım. Türk aydını bunu tartışsın istedim.
Türk Edebiyatı postmodern değil moderndir. Örneğin Türk şiiri çok büyük bir geçmişe sahiptir. Batıda henüz daha yazılı şiire geçilmemişken Anadolu’da 12. ve 13. yüzyılda yazılı şiir vardır. Divanlar vardır. Şiir açısından köklü bir geçmişimiz var. Ama düz yazı edebiyatı biliyorsunuz 19. yüzyılın sonlarında başlamıştır. AmaTürk edebiyatı asıl kimliğini Cumhuriyet’ten sonra bulmuştur. Mustafa Kemal’in dil devrimiyle, edebiyata verdiği önemle, sofrasında mutlaka bir edebiyatçıyı bulundurmasıyla...
Mensur şiir Avrupa’da da 19. yüzyılda başlamıştır. Ama mensur şiirin geçmişi doğuda çok eskidir. Muhammed’e kadar dayanır. Örneğin Kuran’ın dili mensur şiirdir.
Mustafa Kemal sayesinde bizim düzyazı edebiyatımız modernleşmiştir. 30’lu yıllardan itibaren Nâzım’lar, Orhan Veli’ler, Oktay Rıfat’lar ve daha sonra gelen şairlerle önce şiirimiz modernleşmiştir. 1950’de de Sait Faik’le hikâyemiz modernleşmiştir. Bugün Türkiye’de modern edebiyat vardır. Hikâyemiz romanımız moderndir. Türk edebiyatı modern hikâye ve romanla ayaktadır.

Emperyalizm tüm dünyada postmodernizm propagandası yapıyor

Ama İkinci Dünya Savaşı sonrası 1950’li yıllardan itibaren Amerikan İmparatorluğu çok bilinçli bir şekilde modernizme karşı postmodernizmi savunmuştur. Hangi postmodern metne baksanız söze modernizm ölmüştür diye başladığını görürsünüz. Dolayısıyla bugün emperyalizmin edebiyatta birinci amacı modern hikâye ve romanı yok etmektir.
Modern romanla postmodern roman arasındaki temel fark modern romanın gerçekçi oluşu, postmodern romanın ise mistik oluşudur. Postmodernizm masala ve efsaneye yeniden dönüştür. Bizde de Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” isimli romanı ile geçmişe dönüş yaşanmıştır. 16. yüzyılda III. Murat dönemindeki Nakkaşların hayatını anlatan bu roman da bir masallaştırmadır. Yani Osmanlı İmparatorluğu’nun gerçek yüzünü göstermeyi değil masallaştırmayı amaçlıyor.
Amerika’daki postmodernist edebiyatçılar modernizmi bir yandan dil açısından eleştirmektedir, bir yandan da 20. yüzyıldaki gerçekçi edebiyat eleştirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, bugün modern edebiyatın temel ögesi olan insan, postmodern edebiyatla birlikte temel öge olmaktan çıkarılmaktadır. Onun yerine sanal insan getirilip konulur. Yani geçmişe dönük bir mistikleştirme yoksa o zaman da romanlarda sanal insan gerçek insanmış gibi anlatılmaya çalışılmakta ve sanal bir dünya kurulmaktadır. Aslında yine masallaştırılmaktadır. Tüm bunlarda amaç insanları yaşadıkları günden uzaklaştırmaktır. Gerçeklikten uzaklaştırmak ve gerçekliği örtbas etmektir.
TÜRKSOLU: Postmodern edebiyat anlayışının Orhan Pamuk’un romanları üzerindeki etkisi nedir?

Postmodern anlayış Orhan Pamuk’un dilini mekanik ve anlaşılmaz kılıyor
Demirtaş Ceyhun: Öncelikle, Orhan Pamuk bence edebiyattan lirizmi alıp götürüyor. Duyguyu ve insani ilişkileri azaltıyor. Bunlar yok edilince de Orhan Pamuk’un dili kendiliğinden mekanik bir hal alıyor. Dilin elektriği gidiyor.
Dilde elektrik vardır. Sözcüklerde elektrik vardır. Şiir nedir? Şiir sözcüğün elektriğini okuruna ileten şeydir. Siz bir şiir okuduğunuzda yüreğiniz sızlıyorsa o sözcükle sizin yüreğinize bir elektrik akımı girmiştir. Yani şair veya romancı dili elektriklendiren insandır. Dilin elektriklenmesini sağlayan da insandır.
Ama Orhan Pamuk’ta bu yok. Çünkü postmodern edebiyatta insan yok. Okurların Orhan Pamuk’un kitaplarını “30-40 sayfadan fazla okuyamıyorum” diye eleştirmesinin nedeni işte budur.
Orhan Pamuk’un Türkçesi bozuk diyen birçok kişiye de rastlıyorum. Aslında Orhan Pamuk’un Türkçesi bozuk değildir. Bunun nedeni yaptığı edebiyatın postmodern olmasından kaynaklanıyor. Çünkü Orhan Pamuk postmodern edebiyatı düşünürken Türk okuru için düşünmüyor. Batıdaki, Amerika’daki, Fransa’daki, İngiltere’deki okuru düşünüyor. Yani kolay çevrilebilir ve Batı dillerine rahatlıkla aktarılabilir bir metin yazmak istiyor. Bu yüzden de Orhan Pamuk İngilizce düşünüp Türkçe yazıyor. Türkçesinin bozukluğu biraz da buradan kaynaklanıyor.
Orhan Pamuk Türk edebiyatını temsil etmiyor
Tüm bu nedenlerle bildirimde altını çize çize Orhan Pamuk’a verilmiş bu ödülün postmodern edebiyata verilmiş bir ödül olduğunu belirttim. Üstelik postmodern edebiyatın en iyi temsilcisi olduğuna inanmadığımı da vurguladım. Bugün kendisi de söylüyor zaten, postmodern edebiyatın dünyadaki en büyük ustası Paul Auster’dir. Ama ödül ona verilmiyor.
Bu yüzden Orhan Pamuk’a verilen bir ödül değil ücrettir dedim. Anlattığım gerekçelerle de Orhan Pamuk’un temsil ettiği edebiyat, yazış biçimi, Türkçe’ye verdiği önem, Türkçe egemenliği, Türkçeyi iyi kullanması gibi ögelerinin olmaması yüzünden Türk edebiyatını temsil etmesinin mümkün olmadığını belirttim. Bu nedenle Orhan Pamuk’a verilen ödülün Türk edebiyatına verilmiş bir ödül olması söz konusu değildir.
TÜRKSOLU: Peki, bir Türk romancısının Nobel ödülünü alması çok mu önemlidir?

Nobel Edebiyat Ödülü’nün önemi ve ciddiyeti kalmadı

Demirtaş Ceyhun: Bildirimde de iki şey üzerinde durdum. Bir, Nobel ödülü önemli midir? İki, Orhan Pamuk’un edebiyatı nedir?
Örneğin, Nobel Ödülü nedir onu tartışmak lazım. Nobel Ödülü 1901 yılında verilmeye başlanmış. 1901 yılında dünyada roman yazılan dil sayısı sanmıyorum ki beşi geçiyor. Gördüğüm kadarıyla Rusça, İngilizce, Fransızca, Almanca romanlar var. Onun dışında Japoncada, Çincede roman yok. İtalyanca, İspanyolca çok az var. 6 bilemedin 7 dil, 10 dil oluyor. Ne Bulgarcada var, ne Türkçede var, ne Arapçada var.
Roman yazan insan sayısı da 47’yi bulmuyor. Bilemedin 100 diyelim. Her yıl bu 100 kişinin %10’u roman yazsa 10 roman, 20 roman yayınlanıyor demek. Dolayısıyla o dönemde ciddi bir eleştirmenin yayınlanan tüm bu romanları okuyup değerlendirme fırsatı vardı.
Bugün ise dünyada en az 150 dilde roman yazılıyor. Roman, hikaye yazan insan sayısı da hiç kuşku duymuyorum bir milyona yakındır. Her yılda en birkaç yüz bin roman yayınlanıyor. Yani 150 dilde yayınlanan bu yüz binlerce yeni kitabı bir insanın okuyup değerlendirmesi söz konusu değil. Dolayısıyla 21. yüzyılda uluslararası bir edebiyat ödülü vermenin olanağı söz konusu değildir.
Ne verirsin? Fizik, matematik, tıp ödülü verirsin. Onlara bir şey demiyorum. Üç buluştan bir tanesini tercih edersin. Ama edebiyat eserini değerlendirme olanağın olmayınca ben en iyisini değerlendirdim demek şansına da sahip değilsin. Şunu da diyemezsin ki Nobel Edebiyat Ödülü’ne bundan böyle insanlar kendileri başvursunlar yazdıkları romanlarla. 80 dilde 3-5 bin roman başvursa ne yapacaksın? Değerlendirmenin hiçbir koşulu şartı yoktur. Edebiyat ödülü ulusal olur ancak. Bu bakımdan Nobel ödülünü de gereğinden fazla abartmamak lazım.
Nobel edebiyat ödülünün bir ciddiyeti de yok. Politik olduğu için. Bildirimde örneklerini verdim. Bunun tipik örneklerinden biri Necip Mahfuz’dur. Yıllar önce, “Arka Sokak” diye bir yazısını okumuştum. Ama önemsememiştim. Aradan yıllar geçti. Necip Mahfuz’a Nobel Ödülü verdiklerini gördüm. Şaşırdım kaldım. Sıradan bir yazar. Hiçbir özelliği yok. Dünya edebiyatına hiçbir katkıda bulunmamış.
Üstelik okuduğum roman hem sıradan hem de yanlış bir romandı. Gerçeği anlatmıyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Mısır topraklarında İngiliz ve Amerikan emperyalizmi savaşıyor.
Geçenlerde Bekir Coşkun’un bir yazısında gördüm. Sonra Oral Çalışlar’ın bir yazısında gördüm. Sordum soruşturdum. İlginç. Meğer Mahfuz’a Nobel ödülü verilmesinin sebebi Mısır-İsrail kavgasında İsrail’in yanında yer almasıymış.
Orada Arap-İsrail kavgasında İsrail dersen Nobel veriliyor, burada Ermeni dersen Nobel veriliyor. Sartre onurlu adammış, reddetmiş. Sartre beni kim değerlendirdi diye şaşırmıştır. Çünkü, değerlendirenlerin isimlerini de açıklamıyorlar.
TÜRKSOLU: Sizce Türk edebiyatında uluslararası bir ödül verilmesi gerekse, kime verilmeli?

Holdingler edebiyatı kontrol etmek için yatırım yapıyor

Demirtaş Ceyhun: Bence Türkçede Nobel alması gereken insan Sait Faik’ti. Roman, hikaye ödülü verilecekse Sait Faik’ti. Sait Faik’e verilmemiş. Nâzım’a verilmemiş.
Üstelik, Nobel dünyanın en iyi edebiyatçısına falan da verilmiyor. İlk olarak 1901 yılında verilmiş. Tolstoy 1910 yılında ölmüş. Yani 9 yıl yaşıyor. Çehov 1906 yılında ölmüş. 5 yıl yaşıyor. Çehov ki yeryüzünün en büyük hikâyecisi bence. Tolstoy en büyük romancısı. Demek ki niyetin iyi roman, iyi öykü iyi yazar aramak değil. Senin amacın başka bir şey.
TÜRKSOLU: Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü almasına tepki göstermeniz ne kadar yankı yarattı?
Demirtaş Ceyhun: Şu an Türk edebiyatı yayınevlerinin değil holdinglerin kontrolünde. Bugün bankalar yayıncılık yapıyor. Örneğin, Doğan Holding’in 60 tane kitapçı dükkânı, kitap dağıtım şirketi ve bir yayınevi var. Doğan Holding’in petrol şirketleri, nakliye şirketleri var. Olağanüstü büyük bir holding. Doğan Holding’in genel bütçesi içinde bu yayından para kazandığını sanmıyorum. Kazanıyorsa da genel bütçesi içerisinde bir damla değil. Para kazanmayacak işi niye yapıyor? Propaganda. Bu holdinglere teslim etmiş. İş bankası, Yapı Kredi, Doğan Holding... Kâr amacı gütmeden edebiyatı kontrol etmeye çalışıyorlar.
Her ne kadar holdinglerin yönetimindeki basında yer almasa da gerek edebiyat dergilerinin yansımasıyla, gerek kişilerin iletmeleriyle inanılmaz derecede olumlu tepkiler alıyorum. Anadolu’nun değişik yerlerinden telefon ediyorlar. Biz de katılmak istiyoruz, niye bize haber vermedin diye. Bugüne kadar hiç selamlaşmadığım kişiler telefon ediyorlar. Ankara’dan, İzmir’den, Adana’dan, Eskişehir’den telefon ediyorlar. Biz de imzalamak istiyoruz diye. Bu beni çok mutlu ediyor.

Demirtaş Ceyhun’un hazırladığı imza metni

Gerçekten, 21. yüzyılda yazınsal estetik açısından yapılacak bir değerlendirmeyle hâlâ “uluslararası bir edebiyat ödülü” verebilmenin olanağı var mıdır acaba?
Çünkü, Nobel Edebiyat Ödülü’nün verilmeğe başlanıldığı 1901’lerde dünyada öykü ve roman yazılan dillerin sayısı iki elin parmaklarını doldurmaz, romancı ve öykücü sayısı birkaç yüzü zor bulur, yılda yayımlanan yeni roman-öykü kitabı sayısı iki haneli sayıları geçmezken, unutmayalım ki bugün en az yüz küsur dilde, birkaç yüzbin insan roman-öykü yazmakta ve her yıl dünyada binlerce yeni roman-öykü kitabı yayımlanmaktadır. Bir eleştirmenin bunca dili bilmesi veya bunca kitabı okuyup değerlendirebilmesi bir yana, sanki eskiden dört köşeymiş gibi ağızlarını “dünya artık küreselleşti” diyerek açan aydınlarımızın insanlığı teslim etmeye çalıştıkları bilgisayarların bile bu işi gerçekleştirebilmesi olanaksızdır.
Bu nedenle Nobel Edebiyat Ödülü de artık yazınsal değeri olan bir ödül değil, hiç kuşkusuz emperyalizmin “toplumları sömürülecek tava getirmekte kullanılan” postmodern medya silahlarından biridir.
Doğrusu, Nobel Edebiyat Ödülü’nün kapitalizmle olan bu gizli çıkar ilişkisini daha ilk yıllarında başta Tolstoy, Emile Zola, Çehov, Lorca, Maksim Gorki, Marcel Proust, Mark Twain, Rilke gibi dünya edebiyatının kurucusu nice büyük yazar henüz hayatta olduğu halde, adı Edebiyat Sözlükleri’nde bile kolay kolay bulunmayan T. Mommsen, Sully Prudhomme, B. Bjornson, F. Mistral, J. Echegaray, G. Carducci vb. gibi yazarlara verilmiş olmasında da bütün çıplaklığıyla görmemek olanaksızdır. Gene, 1953 yılında edebiyatla bir ilişkisi olmayan İngiltere başbakanı Churchill’e verilen bu ödül, örneğin James Joyce, André Malraux, Jack London, Kazancakis gibi yazarlardan esirgenmiştir. Bir Rus yazarı olarak da ilk kez, Ekim Devrimi’ni lanetleyerek kaçıp Fransa’ya yerleşen Bunin’e 1933 yılında verilmiştir. 1958’de de Dr. Jivago adlı romanı henüz Rusya’da bile yayımlanmamışken, İtalya’da Rusçasını bastırıp Boris Pasternak’a vermişlerdir bu ödülü.
Bu yıl da ödülün Orhan Pamuk’un romanlarına verilmesi, bizce Nobel ödüllerinin bu niteliğini bütün çıplaklığıyla bir kez daha gözler önüne sermesinin yanı sıra, asıl modern edebiyata karşı postmodern edebiyatın saldırısına katkıda bulunularak modern edebiyatımızın büyük ustaları Nâzım’ın, Sabahattin Ali’nin, Orhan Veli’nin, Orhan Kemal’in, Aziz Nesin’in, Yaşar Kemal’in Kemal Tahir’in, Sait Faik’in daha nicelerinin halkla ilişkisinin kesilmesine çalışılırken, bir yandan da Hıristiyan Batı’nın Türklere karşı 12. yüzyıldan beri düzenledikleri Haçlı Seferi’nin bu kez Ermeni ve Fransız Parlamentosu görünümlü bir yenisinin Türk kamuoyuna şirin gösterilmesi de sağlanmaktadır. Ama ne yazık ki aydınlarımızın bile büyük çoğunluğu postmodernizmin ne olduğu konusunda pek kafa yormadıklarından, çoğu kişi postmodernizmin gerici emperyalist niteliğini tam kavrayamadığından, modernden de modern olmak sanmaktadır. Nitekim geçen yıl da, Amerikan emperyalizminin NATO aracılığıyla 12 Eylül’de kültür ve edebiyatımıza karşı başlattığı bu postmodern saldırıya karşı düşüncelerimi “Edebiyatımı Geri İstiyorum” başlığı altında kitap halinde yayımlamıştım.
Bu nedenle bir kez daha söylüyorum: Amerikan patentli postmodern romanlarıyla Orhan Pamuk’un modern Türk edebiyatını temsil edebilmesi olanaksızdır. Çünkü, postmodern edebiyat emeğe, özgürlüğe, bağımsızlığa, çağdaşlığa karşıdır ve gelenekçilik adı altında gericiliği savunmaktadır.
Orhan Pamuk’un, bugün postmodern Amerikan edebiyatının en önemli temsilcileri olan Philip Roth veya Paul Auster’e verilmeyen bu ödülle ödüllendirilmesi de zaten Nobel’in yazınsal değil, siyasal bir olgu olduğunu bütün çıplaklığıyla gösterse gerektir.
Tekrar ediyorum; Bu ödül kesinlikle Türk edebiyatına verilmiş bir ödül değil, Orhan Pamuk’a verilmiş bir ücrettir.
KAYNAK: http://www.turksolu.org/119/ceyhun119.htm

25 Temmuz 2009 Cumartesi


taştan başka yok verecek bir şeyim/ sevecekse elbet, kırık bir kemiğin hüznüyle sevecek kalbim/ vurma bana, vurma! içimin oyuncakları kırılıyor...

'Vurma bana, vurma! İçimin oyuncakları kırılıyor'
Hakkari'de polisin otomatik tüfek dipçiğiyle dövdüğü 14 yaşındaki Seyfi Turan için 95 şair dizeleriyle bir köprü kurdu. Bir daha çocukların kafaları copla kırılmasın, çocukların kafalarında hayat kırılmasın diye...

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nda taş attığı gerekçesiyle Özel Harekat polisi tarafından dipçikle dövülerek ağır şekilde yaralanan 14 yaşındaki Seyfi Turan için 95 şair bir araya geldi. Şairler dipçiğe karşı, kalemleriyle, dizeleriyle tepki verdi. Sennur Sezer'in dediği gibi, şairler şiirin herşeye çare olduğuna inanıyor.

Seyfi Turan Şiiri, aralarında Necmiye Alpay’ın da bulunduğu çevirmenlerce, İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça, Kürtçe ve Zazaca’ya çevriliyor. Çeviriler tamamlandığında tüm mağdur çocuklar yararına kitaplaşacak.

KAYNAK:http://www.ntv.com.tr/id/24986007/

Jacques artık o bankta yaşamıyor / M.Şehmus Güzel

Jacques artık o bankta yaşamıyor / M.Şehmus Güzel

Paris’in popüler bir mahallesindeyiz.

Kapalı Çarşı’nın hemen önünde.

Kapalı Çarşı’nın hemen önünde de bir bank.Sıradan bir bank.Ama yine de hemen belli oluyor.Bu bank sıradan belki ama alışılmışlardan değil.Çünkü bu bank bir çiçek bahçesi gibi donatılmış.Yaklaşıyorum ve çiçek saksılarını sayıyorum:Küçük boy otuz tane,belki biraz daha fazla.Ayrıca dört veya beş demet çiçek.,karanfil,gül ve leylak…Elli kadar mum.Minik mumlardan evet elli kadar.Naylonlara sarılıp sarmalanmış birer sayfalık ve bilgisayardan çıktıkları her hallerinden belli yazılar,notlar,şiirler…Ve iki adet fotoğraf.Onlar da naylonla korumaya alınmışlar.,sarılıp sarmalanmışlar.Çünkü yağmur yağar,kar düşer,rüzgar eser,fırtına çıkar,belli mi olur.Alıp götürmesinler diye.

Kaç ay oluyor,buraya yerleşmişti Jacques.Bu bank ve hemen önündeki otobüs durağını “mesken” tutmuştu.Sıkı ve sahici yağmur yağınca Jacques bankını terk eder ve önündeki otobüs durağına sığınırdı.Battaniyeleri,birkaç naylon torbadaki “malı mülküyle”.Evet yetmiş küsur yaşın sonunda Jacques’ın bütün varlığı şu birkaç naylon torbadakilerden ve sırtındaki giysilerle birkaç battaniyeden ibaretti.Yetmiş yıllık ömür,emek ve bu. Jacques’ın battaniye sayısı soğuklarla doğru orantılı olarak arttı.Bu kış da Paris’te pek insafsız oldu.Pek soğuk ve pek insafsız.Mahallede insanlıkla ve insanlarla dayanışma duygularını hala canlı tutanlar,kadınlar,erkekler ama bilhassa çocuklar ve gençler,neredeyse her biri bir battaniye hediye etti Jacques’a.

En son ne zaman gördüm Jacques’ı ? 16 Ocak Cuma günü yanılmıyorsam,Bankaya girerken.Ben bankaya giriyordum,iki genç ve şirin ortaokullu kız çocuğu ise Jacques’a soruyorlardı:
Biri:
Bir kahve ister misiniz ? Öbürü:
Bir de sandviç ?

Bankadan çıktığımda gördüm,iki kız çocuğu küçük ve ince bir tepside bir kahve ve bir sandviçle Jacques’ın yanındaydılar. Jacques’a ve çocuklara bir selam çakıp yoluma devam ettim. Jacques mutlu(mu)ydu.

Peki ya sonra ?

19 Ocak Salı sabahı kuşluk vaktinde öldü Jacques.O bankın üstünde yakasına yapıştı ölüm. Jacques bu,bizim mahallenin bilgesi,kavga etmedi,hır çıkarmadı.Bıraktı kendini ölümün ellerine.Bıraktı kendini usulca.Tek başına.Kimsesiz.Çaresiz.İtiraz etmedi.Ne ben ona selam verebilirdim o saatte ne de o iki şirin çoçuk ona bir kahve ve bir sandviç sunabilirlerdi.Ne de battaniyeler soğuğu sıcağa çevirebilirdi.
Jacques öldü evet.Tek başına.Kimsesiz.Çaresiz.İtiraz etmedi.Savunma hakkını bile kullanmak istemedi.“Son hakkı” olarak bir cigara rica ettiği rivayeti dolaşıyor ama sabah kuşları doğrulamaktan kaçındılar.
Evet, Jacques gitti:Bir bankın üstünde uyurken.Ölüm sessiz geldi.Bembeyazlarını giyinmişti ölüm.Ama kardeşlerim emin olabilirsiniz Jacques zaten buna önceden hazırlıklıydı.Kaç defa “Bu kadar yaşadım artık gitmek zamanı geldi” deyip durdu.Şaka değildi demek.Zaten şüphelenmeliydim yaşını sürekli fazla gösteriyordu.Ve iki günde iki yıl daha ekliyordu.Evet Jacques hazırlıklıydı.Bizi de hazırlıyordu.

Habere önce polisler geldiler.İlk yardımla.”Evet,ölmüş” dediler.Kağıtların bir kısmına polis el koydu…Sonra Jacques’ı alıp götürdüler.Sabah kuşları aniden mahalleyi terk ettiler.Kapalı Çarşı’nın damından iki,üç,beş…yağmur damlası düştü.Buz tuttu..Esnaf “İyi adamdı” dedi,dükkanların kapıları açıldı yeniden…Kapıların önü süpürüldü her zamanki alışkanlıkla.Tam o saatte çöpçüler geçtiler çöpçü arabalarıyla. Jacques’tan kalanları onlar “yuttular”.Battaniyeleri,naylon torbaları gitti Jacques’ın…

Metro homurtularıyla güne adım atan başkentte önce ortaokul çocukları “uyandılar” mahallede bir eksiklik olduğuna.Önce o iki şirin bızdık fark ettiler Jacques’ın gittiğini.Koşarak girdiler Kapalı Çarşı’ya:Hemen girişte soldaki çiçekçi dükkanına daldılar,kaç öro şu pensée’ler,tam mevsimidir,ikişer saksı aldılar ve bankın üstüne koydular.İlk derse biraz geç kaldılar ama olsun: Jacques’ın bıraktığı boşluk çiçeklerle doldurulmalıydı.Sonra bankada çalışan manken gibi şık ve nefes kesen genç kadınlar,sonra mahallenin alışverişe çıkan ev kadınları ve nihayet on ikiye doğru yaşlı nineler Jacques ‘ın bankını donattılar.Uzun saçlı,saçı sakalına karışmış oğlan Jacques’ın geçen gün süpermarketten alışverişten dönerken çektiği fotosunu bankın sırtına astı.On veya on iki yaşındaki bir bebe,birkaç gün önce Jacques bankıyla otobüs durağı arasında dolaşırken,yukarıdan,evinin balkonundan çektiği yeni bir fotoyu zımbaladı.Şair olacağı söylenen öğrenci,biraz “Mecnun” getirip şiirini yapıştırdı.Ve mahalleli Jacques’ın bizzat kendisinin silmek istediği ve silinmek üzere olan geçmişinin üstündeki tozları aldı.Silkeledi.Ve geçmişi kağıtların arasından bize göz kırpmaya başladı:

Böylece öğrendik:Jacques’ın soyadı Laurent’mış.Ulan Jacques alem adammışsın alacağın olsun.Hep sakladın soyadını.Jacques,kağıtlarına göre,Aralık 1933 doğumluymuş.Yani hesabını yapalım:
Jacques Lourent (madem ki soyadını öğrendik yazabiliriz) 76 yaşındaymış.Bu 78’i veya kimi gün 82’yi nereden çıkarıyordu o zaman.Belki 2,7 ve 8’i çok sevmesinden. Jacques kardeşim Belleville’de doğmuş.Bu sevimli ve harıl harıl emekçi mahallede.Mahallenin ismine bakar mısınız lütfen:Güzelkent. Jacques’lara da bu yakışır yani. Jacques’ın çocukluğu,ilk gençliği,gençliği,orta yaşlılığı ve yaşlılığı,tümü,hepsi,tamamı,otuzikikısımtekmilibirden (yazımda hata yoktur)aynı mahallede geçmiş.Ve ilkokul diplomasını cebine koyduktan sonra Jacques babasının garajında “mécano” olarak çalışmışVe bütün hayatını ev,garaj ve hemen garajın karşısındaki cafe ve restaurant’ta tüketmiş.Cafe restaurant’ın adı da bir alem:
La Boule d’Or.Altın bilye.Ama isterseniz onu “Altın Kafa” olarak da çevirmek mümkün.Artık keyfiniz nasıl isterse.Ancak aklınızda bulunsun:Cafe restaurant’ın logosunda “bilye” var.

Bütün bunları ve dahasını bütün mahalleli 27 Ocak Salı akşamı,iş çıkışı, Jacques’ı anma toplantısında öğrendik.Votkalarımız,sıcak şaraplarımız,viskilerimiz ve burada sayamayacağım bütün “kötü alışkanlıklarımız” bizimle,biz Jacques’laydık.Şair şiirini okudu.O zaman aklıma Erol Zavar’ın şo şiiri gel-
di ve ben de onu patlattım.Şimdi tam sırasıdır size de yazıyorum işte:

“Şimdi kış
Ölümün vaktidir derler
Ve tecrübelerimden bilirim
Kışın ölene söverler
Kusura bakma ölüm
Ben arkamdan sövdürmem
Bu randevuya asla gelmem”

Erol gençtir ve hayatla randevusu vardır,ölümle değil.Onu çok iyi anlıyorum. Jacques’ın fakat ölümle randevusu vardı ve buna hazırlıklıydı.O nedenle ölüm karşısına çıktığında şaşırmadı hiç ve sadece şunu söyleyebildi:”Neden geciktin bu kadar ?” Ben bunları anlattıktan sonraydı sanıyorum,o şirin ve küçük kız çocuklarından en haylaza benzeyeni yazdığı bir metni okudu:Sanki Jacques.Ne zaman eşi terk etti Jacques’ı ? Neden bir yerde (reklamını yapmamak için ismini yazmıyorum) emekçi olduğunu öğrendiğimiz oğlu Jacques’ı ne aradı ne sordu ? Neden kirasını ödeyemez olunca evinden,ömrünü yoğurduğu evinden,çıkarıldı ? Neden bu başkent bu kadar insafsız ve insansız kaldı ? Neden ? Neden ?

Jacques şimdi Paris’te Kimsesizler Mezarlığı’nda yatıyor.Bizim aklımızda ise hep iki elinde iki torba,yarı gülen yarı ağlayan,,bir cigara içimlik sohbetlere her zaman hazır,geçmişini silmekle uğraşan,ölümün gelmesini bekleyen hınzır ve bilge,hareketsiz ama kendi dünyasında sürekli devinim içinde ve iç yolculuğunda rahatlamış,,göreceğini görmüş,ununu elemiş,eleğini asmış bir Jacques kaldı.
Bir de kardeşlerim her gün güzelleşen bankı.Ve o bankın önünde duran,şiirleri ve metinleri okuyan,birbirleriyle konuşan (çok ender bir hadisedir Parislilerin birbirlerine hitap etmeleri böylesine birbirlerini tanımadan çünkü) genç,yaşlı ve bilhassa çok yaşlı kadınlar ve erkekler,saçı sakalına sakalı bıyığına karışmış genç “filozoflar” ve elbette haylaz çocuklar.

Benim için de böyle bir bank süslenecek olursa ölmeye hazırım.Hemen.Yanlız bir şartım var:Oral Çalışlar ve Metin Aşık kardeşlerim mutlaka ölümümden sonra birer yazı yazmalılar.Hele Melih.Çünkü Jacques’ın bankı birkaç yıl önceki Paris buluşmamızdaki bir öğlen yemeğimizi,bizim dilde buna “kayıntı” denir laf aramızda,atıştırdığımız Çin lokantasına iki adım.Lokantadan çık,sola dön ve iki adım at ve orada dur:işte Jacques ve işte bankı.

KAYNAK: 15 Şubat 2009,Cumhuriyet Pazar

23 Temmuz 2009 Perşembe

Keşke Hatırladığın Kişi Olsaydım / Murat Gülsoy

Keşke Hatırladığın Kişi Olsaydım / Murat Gülsoy (İstanbul'da Bir Merhamet Haftası'ndan)
[Erol]

Bence her insan iyi bir ad bırakmak,ölümsüz bir yiğitlik şerefi kazanmak için elinden gelen herşeyi yapar.Hem ne kadar değerliyse,o kadar düşer bunun üstüne.Neden ? Ölümsüzlüğü sever de ondan.

Bedenlerinde bereket taşıyanlar daha çok kadınlardan yana gider,onların sevme yolu,çocuk üreterek ölümsüzlüğü sağlamaktır.Adlarını yaşatarak,gelecek bütün zamanlar boyunca mutluluğa ereceklerini sanırlar.Ama canlarında bereket olanlara gelince;çünkü böyleleri de var;onlar bedenden çok daha bol verirler can ürünlerini.Nedir canın ürünleri ? Düşünce ve daha ne varsa.İşte bütün yaratıcı şairler ve sanatlarına yenilik getiren işçiler bu canı bereketli insanlardır.

Şölen,Platon,416

Kabul etmeyeceğimi söylemiştim.Israr ediyorsun.Senin için kolay olanın bir başkası için zor,hatta imkansız olabileceğini hiç düşünemiyorsun.Evet biraz kızgınım.Yanlış bu satırlardan sana doğru yükselen duygu- eğer yansıtabilmişsem.Öyle bir becerim olduğundan giç emin değilim.Gerçi hala iyi bir okurum.Ne demekse…
Piyasaya çıkan tüm kitapları alıp okuyan biri.Birkaç yüz tane satan kitapların yazarlarının boyunlarını bükerek kurdukları cümlenin (‘az sayıda okura ulaşmaktı amacım’) içindeki isimsiz okurum ben..Planlanmış bir karıyer değildi bu.Bilirsin bir zamanlar aynı noktadaydık. Uzun yaz tatillerinde okuduklarımızıtartışırken;defterler dolusu notlar alırken;yeni ve farklı bir edebiyatın,geleceğin edebiyatının hayallerini kurarken…en azından o sıralar ben bunu planlamamıştım.Herhangi bir planda yoktu aklımda,sadece yazar olacağımı biliyordum.Sanıyordum demeli-yim.Derinimden hissediyordum bunu.Biz seninle Turgut’la Selim gibiydik;Hikmet’le Hüsamettin Albay gibi…Hangimiz hangisiydik bunu hatırlamıyorum şimdi.Ama işte zaman geçti,hayat yaşandı ve sen yazar oldun ben okur olarak kaldım.

Bunun üzerine başlangıçta çok düşündüm,biliyor musun ? Bilmiyorsun,bilemezsin tabii.Senin ilk kitabın çıktığında çoktan kopmuştuk.Hani derler ya ‘hayat bizi farklı yerlere savurmuştu’.Bu da gelecekmiş başıma,ancak düzeysiz melodramlara yakışacak cümleler kurmak da varmış kaderde.Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’nden bir sahne hatırladım şimdi.Zamana uyum sağlamak için devrimci bir hikaye çekmeye çalışan eski aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni Haşmet,filmindeki baba rolü için eski bir oyuncusunu ziyarete gider.Yıllardır kapısını çalmamış;ne halde olduğunu merak bile etmemiştir.Eski filmlerin oyuncusu ise evinde siyah beyaz yerli filmleri izleyerek ve içki içerek kaplumbağasıyla birlikte yaşamaktadır.Haşmet bunca zaman sonra bir yerlerden lafın ucunu yakalamak için yeni edindiği entel yönetmen pozuna uygun olarak boynuna bağladığı fuları çekiştirerek ‘hayat bizi savurdu’ der.Artık yaşanan günlerden umudu olmayan adamın cevabı kısa ve nettir:’S….r’

Ne yazık ki ağzımı bozmadım hiç,bozamadım.Hikmet gibi çırpınmadım da…Bunları sana bir sitem olsun diye yazmıyorum.Sadece…Bilmiyorum.

Dediğim gibi ilk kitabın çıktıktan sonra uzun zaman ‘durumumuzu’ sorgulamıştım.Hastane odaları bu türden tek kişilik hesaplaşmalar için eşsiz mekanlardır.Seni kişisel hayat hikayemin dramatik sahneleriyle üzecek değilim.Savrulduk ya işte,ben bir yere,sen başka bir yere…Herkesin yapması gereken işler vardı,okunması gereken okullar,verilmesi gereken sınavlar,kazanılması gereken ekmek ve acı su,acı hayat…Bak kolayca duygusallaşabiliyorum.Belki de bu yüzden yazar olamadım,bilmiyorum.Bu sorunun cevabını halen bulmuş değilim.Belki de yeterince akıllı değildim.Her neyse…Kitabının ilanını gazetede gördüğüm anı unutamıyorum.De-dim ya hastanedeydim.Aklına kötü bir şey gelmesin refakatçi olarak bulunuyordum.Kitabını elime aldığımda hasta olmadığım halde ateşim yükselmişti.Gerçekten.Yüzümden,kulaklarımdan ateş fışkırıyordu.Ellerim titriyordu.Sonra ağır ağır her cümlede acı çekerek kanayarak okudum kitabını.Beğenmek ya da beğenmemek söz konusu değildi.Başka bir duyguydu.Anlatamıyorum işte.Zaten bu türden küçük yaşantıları hikaye edebiliyor olsaydım böyle kırık kalmazdım hayatın bir köşesinde.İlk gençlik hayalimiz gerçekleşmişti.Bunu sen başarmıştın.O anda çok sevinçliydim.’Ben de yapabilirim,yapacağım,yapmalıyım’ hissi her yanımı uyuşturmuştu.Hele bu hastaneden çıkalım,hele bir hayatım düzene girsin,hele bir…derken hiçbir şey düzelmedi.Ben hep hastane koridorlarında,şehirlerarası otobüslerde,kafelerde,uzak şehirlerin boktan otel odalarında o kitap okuyan yalnız adam olarak kaldım.Okudukça yazmaktan uzaklaşabilir mi insan ? Yanıt evet olmalı,çünkü ben bunun canlı bir kanıtıyım.

İsterdim tabii.Farklı,yeni,büyük bir yapıt için hayatımı ortaya koymak,inandığım bu yeni dönemin edebiyatı için herkesle ters düşmek,dışlanmak,anlaşılmamak,hatta hakarete uğramak,aşağılanmak ama yine de o bildiğim doğru yoldan başka bir yol tanımayarak kendim olmak.Yeni bir anlatım biçiminden,yeni bir üsluptan söz etmiyorum.Ya da akla hayale gelmemiş bir konu bulmaktan da…Bunlar küçük işler (Eyvah kendimizi ele veriyoruz,foyamız meydana çıkacak Albayım!).Bunlar bir yazarın kişisel arayışlarıdır,kendisini ilgilendirir.Ben daha farklı bir boyuttaki arayıştan söz ediyorum.Gerçekten de insanın gözünü karartacak kadar önemli bir şeyden…Yazdıkça içinde içinde kendimi yitireceğim bir hikayeden bahsediyorum.Okuyan kişinin kendisini dönüşü olmayan bir yolculukta olduğunu hissedeceği ama yine de devam etmek isteyeceği ,hayatını gerçekten değiştirebileceği bir metinten,bir kitaptan söz ediyorum.Ve o kitap yazıldıktan sonra artık başka bir kitabın yazılmasına gerek kalmayacağı bir dönemden,’büyük kitap’ döneminden…Hakkında aptalca söyleşilerin yapılamayacağı,saçma sapan tanıtım yazılarının yazılamayacağı,üzerinin sözün gölgesinin düşmeyeceği bir kitap.Böyle bir kitap ancak yazılamadığı zaman var olabilirdi.O kadar kişisel olan bir deneyim ki…Yazılması,paylaşılması olanaksız bir durumdur bu.

İşte ben bu ve buna benzer düşüncelerle yazmaktan uzaklaşıp başka bir hayata geçmiştim ve bu yeni hayatımın ortalarında bir yerinde…artık bu durmuş oturmuş hayatımdaönemli bir gelişme olmaz derken…hatta artık bu tür yargılarda bulunmayı bile bırakmışken…senden bu çağrı geldi.Sana yanıt vermeden önce uzunuzun düşündüm,inan.Neden bunca zaman sonra ? Neden bu kadar gecikmişti bu çağrı ? Belki on beş-yirmi yıl önce olsaydı…Ki o zamanlar hep böyle projeler düşünürdük…Belki o zamanlar girişebilirdim.Cahilliğin verdiği cesaretle ben de yazabilirdim.Ama şimdi hazırlıksız yakalandım.Bir başka açıdan baktığında fazla hazırlıklıyım.Artık başka bir hayatın ortasındayım.Ve bu hayatta yazı yok.Sadece başkalarının yazmış olduğu kitaplar var.Benim tiksintiyle,bulantıyla izlediğim bir hayat.

Üzgünüm.Resme bakıp tek satır yazmadım.Yazamadım ama en azından sana bunun nedeninitüm samimiyetimle açıkladım.Anlayışla karşılayacağını umuyorum.Yazmak gerçekten de bana fiziksel olarak acı veriyor.Yazımın başına (belki de mektup demeliyim,öyle ya sadece sana hitaben yazılmış bir yazı bu,eğer bir yazının alıcısı tek ve belliyse ona mektup demek daha doğru olacak),evet mektubumun başına Platon’dan bir alıntı koydum.Çok güzel anlatıyor üretken bir yazarın durumunu.Canlarında bereket olanlar,demiş metni Türkçeleştirenler.Güzel bir çeviri.Ruh demekten kaçınmışlar.Bense o kadar titiz olamıyorum kendimi ifade ederken.Ama şunu biliyorum,o bereket denilen şey her neyse bende yokmuş…Ölümsüzlük benden uzak olacak o halde.Belki de tüm bu laf kalabalığının içinde dile getireme-
diğim böyle bir ruhsal sorunum vardır.Öyleyse hiç kurcalamamalı.Bırak dağınık kalsın.Eski yoldaşından sana bir teşekkür bu mektup:beni hatırladığın için.Keşke hatırladığın kişi olsaydım.

KAYNAK: İstanbul’da Bir Merhamet Haftası / Murat Gülsoy – CAN YAYINLARI

Her yer benim evim / Ali Deniz Uslu

Her yer benim evim / Ali Deniz Uslu

İsmi Nejat Şeker.Evi Bomonti’de bir sokağın ucundan diğerine kadar uzanıyor.Sokağın başında küçük bir dehlize sıkıştırılmış yatağı ve eşyaları var,ama o genelde evin salonu olarak sokağın öte tarafındaki açık alanı kullanıyor.Şeker,”Kaldığım yerler iyi,farklı.Hepsi benim evim.” diyor.Şimdiki sokağına,evine ise ne zaman yerleştiğini hatırlamıyor.Yaşını da tam olarak bilmiyor,”Görüntümün yaşı yok.Israr edersen sanırım 40’ı geçtim.” diyor.Giderek sesinin tonu ağırlaşıyor:”Yaşın ne önemi var.Tüketiyoruz onu…”

Masmavi gözlerini uzun zamandır teline dokunmadığı saçları ve sakallarının arasından arasından arada bir çıkarıyor.Hep uzaklara bakar bir hali var,sanki birini bekliyor.

İstanbul doğumlu ama kökleri Ksradeniz’de.İç geçiriyor.”Belki oralarda olmak daha iyi gelirdi bana” diyerek.Ailesinden ne zaman ayrıldığını düşünüyor.Hesabına göre belki on,belki on beş yıl…
Akrabaları olduğunu söylüyor.Onlardan uzak olmasının sebebini kendine saklıyor,”Keşifler noksan,benim de ailemin de hataları oldu.İnsanlar eksik ve arızalı” diyor.Özledikleri olmuyor mu ? Belki de özleyeceklerini hatırlamıyor,hatırlamak istemiyor.Sonra ben sorduğum sorulardan utanıyorum.Bir yandan da merak ediyorum,ama sıkıntı yok,konuşmaya devam ediyoruz.Onunla görüştüğümüz gün hava nispeten sakin,lodos yok.Yağmur da çekilmiş kenara.O,sokaktan geçenleri süzüyor.Elbette fazla bakmıyor,zaten göz göze gelmekten çekiniyor.Peki,sokakta günlerini nasıl geçiriyor ? Cevapları alaycı,belli ki,yalnızlığı gibi hayattan da korkmuyor.Ya onunla barışmış,ya da onu da ciddiye almıyor,”Sürekli geziyorum,tozuyorum.Açık hava da hayat daha sağlıklı.Genelde dinleniyorum,istirahatteyim” diyor.

Yanında iki torbası var,birinin içinde yiyecekleri,diğerinde giysileri…Boynuna geçirdiği iki çantası,belindeki kemerle buluşuyor.Sanki içlerinde hayatını taşıyor.Şeker’in kaldığı sokakta pek çok atölye,imalathane ve tekstil şirketi var.Yani mesai bitince işyerleri erkenden boşalıyor,geceleri daha ıssız ve kimsesiz geçiyor.Özel güvenlikçiler ve gece nöbetçileri dışında kimseler olmuyor sokakta.O da hepsiyle arkadaş…Mahalle sakinleri ve fabrika arkadaşları ona yardım ediyor.Bazen de o tekstil yezgahlarında çalışıp onlara yardım ediyor.Baskı,makine,matbaa işleri,elinden ne gelirse…Günlük yevmiyesi 5 ile 10 YTL.Para gözetmiyor,ne iş olsa onun için iyi.Çok sıkılınca gezintiye çıktığını söylüyor,pusulası nereyi gösterirse oraya gidiyor.Gitmeyi sevdiği yerler Sarıyer,Kadıköy ve Moda.”Dönülecek bir ev de olmayınca her yer benim” diyor.Sözün bittiği yerde ayrılma vakti geliyor,kısa sohbetimizi bitirirken bir daha görüşmek üzere sözleşip vedalaşıyoruz.Arkamdan,”Evin var mı senin?” diye sesleniyor.Beklemediğim bu soruya,şaşkınlık taşıyan mırıldanmalarla “Evet” diyebiliyorum.,yüzüme bakmadan karşılıyor cevabımı,”Ayaza kalmadan git “.

KAYNAK:15 Şubat 2009,Cumhuriyet Pazar

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Edebiyat Dünyasının Yalnız Adamı

Edebiyat Dünyasının Yalnız Adamı

Uzun bir zaman sonra tekrar günlük tutmaya karar verdiğimde şu cümlelerle başlamıştım yazmaya:
“Kimse dinlemiyorsa beni –ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.”
Oğuz Atay’ın 25 Nisan 1970’de günlüğüne yazdığı ilk satırlardan biriydi bu. Belki hırsızlık diyebilirsiniz siz benim yaptığıma. Oysa Oğuz Atay, o kadar güzel anlatmıştı ki bir günlüğe sığınma ihtiyacını benim diyecek fazla bir lafım kalmamıştı. Aslında birçok şeyi çok güzel yazmıştı Oğuz Atay. İlk kez “Tutunamayanlar” kitabıyla tanıdım Atay’ı. Kitabı okumamın üzerinden çok zaman geçti ama fikrim değişmedi:
“Okuduğum en güzel kitaplardan biri.”
Okuduğum her yapıtı, adına yazılmış her şey beni alıp başka yerlere götürdü.
Bu yazıyı yazarken şunu sordum hep; “Şart mıydı bu kadar erken gitmek?” Şunu soruyorum size; “Tanımadığınız bir insanı ne kadar sevebilirsiniz?” ve “Olmayan bir insan ne kadar yakın olabilir size?” Olmayan bir insan kim mi? Selim… Selim Işık… “Tutunamayanlar’ın baş karakteri. Aslında Selim karakterinde Oğuz Atay’dan öyle çok iz var ki…
Mesela Oğuz Atay, günlük tutmaya başladığında kendini Tutunamayanlar’ın kahramanı Selim Işık’a benzetir ve “Sonumuz hayırlı değil herhalde onun gibi” der. Tutunamayanlar’ın Selim’i de günlük tutuyordu. Selim’in sonu hayırlı olmamıştı çünkü intihar etmişti romanda. Selim bazı özellikleriyle Oğuz Atay’a ve Oğuz Atay’da bazen yarattığı karakter Selim’e benzemişti.
1934 yılında doğan Oğuz Atay, İstanbul Teknik Üniversitesi inşaat mühendisliğinde okudu. Oysa Atay, mühendislik yapmayı hiç istemedi. Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da kendisi yerine Selim’i konuşturur: “Lisede iyi bir öğrenci olduğum için zor bir meslek seçmeliydim. Bu nedenle mühendis olmaya mecburum.”
Oğuz Atay’ın ömrü boyunca büyük ilgi duyacağı bir yazar vardır. Tutunamayanlar’ın Selim’i de aynı yazara karşı büyük bir sevgi beslemektedir: Dostoyevski. Atay, Selim ve Dostoyevski’nin ortak bir yönü vardır; mühendis olmaları. Oğuz Atay, kendi düşüncelerini yine Selim’le dillendirir: “Bütün ümidi, Dostoyevski gibi mühendis olduktan sonra istifa etmekti. Babasıyla hergün kavga ediyordu. Üniversiteye girişinden onu sorumlu tutuyordu. ‘Dağlara kaçacağım’ diye bağırıyordu babasına: ‘Hepinize bu üniversiteyi bitireceğimi, hem de kırıntılarımla bitirebileceğimi göstereceğim.”
Oğuz Atay’da mühendisliği babasının isteği üzerine seçmişti ve gençlik yıllarında babası ile tartışmaları olmuştu. Oğuz Atay’la Selim arasında daha nice benzerlikler vardır.
Ancak, Selim sadece bir kişi değildir. Selim Işık tutunamayanların bir bileşkesidir. Selim karakterinde Oğuz Atay’ın üniversite arkadaşı Ural Özyol’un da katkısı vardır. Atay bunu şöyle açıklamıştır:
“İntihar eden bir arkadaşım, Ural var; ama bütünüyle Selim Işık o kadar değil.” Oğuz Atay, “Tutunamayanlar”ı Ural Özyol’un anısına ithaf etmiştir.
Oğuz Atay’ın yaşadıklarını kitaplarına yansıtmaları “Tutunamayanlar”la sınırlı değildir elbette. “Tehlikeli Oyunlar” romanının dokusu içinde Oğuz Atay’ın evlilik yaşantısından anı parçacıkları sıkça yer alır.
2 Haziran 1961 yılında evlendiği Fikriye Fatma Gündüz ile olan tanışmasından izler taşır “Tehlikeli Oyunlar”. Romanın iki kahramanı Bilge ve Hikmet’in tanışması şöyle yansır romana:
“Bilge ile tanışmamak için direnmiştim. Bir pastanede buluşacaktık. (…) Beni görünce, siz Hikmetsiniz değil mi? dedi hemen. Bir aksilik hissettim içimde. Nazmi bu buluşmayı düzenlememeliydi; benden çekinmeliydi. Bilge beni tanımıştı; demek ki, Nazmi beni anlatmıştı ona. Bilge’yi de bana tarif etmişti ama unutmuştum. Neden gülümsüyordu Bilge? (…) Sanki benimle buluşmaya gelmiş; benden başka beklediği yokmuş gibi gururlanmıştım; oturmadan çevremi süzmüştüm. Bu kadınlar, insana ne aptallıklar yaptırır. Aslında heyecanlıydım, çevremi filan gördüğüm yoktu.”
Fikri’ye Oğuz Atay’dan beş yaş büyüktür, terzilik yapmaktadır. Oğuz Atay’ın annesi Muazzez Hanım, oğlunun beş yaş büyük biriyle evlenmesinden hoşlanmaz ve bu evlilik aile çevresinde olumlu yankılar almaz. Sadece aile değil, Atay’ın çevresi de bu ilişki hakkında pek iyi yorumlar yapmaz. Endişelerin nedeni ise “sessiz” Fikriye ile “kitap kurdu” Oğuz’un ilişkilerinin birlikteliği ile ilgilidir.
Fikriye ve Oğuz çiftinin evliliklerinden bir yıl sonra, 1962’de, Özge isimli kızları dünyaya gelir.
Çiftin arasında kızları doğduktan beş yıl sonra ayrılılık üzerine bir konuşma geçer.
“1967 yılı içindeydi. Bir gün Nişantaşı’nda karşılaştırk, birlikte eve doğru yürüyoruz. Bir şeyler söylemek istiyor gibiydi. ‘Ben başkalaştım’ dedi. Ne demek istediğini sormaya çekindim. Bir terslik vardı. Değişmişti, sanki bir karakter değişikliği yaşıyordu. Bir süre sonra, ayrılmak istediğini söyledi. Bu konudaki ilk ve son konuşmamız bu oldu. Ne yanlış yaptığımı sorduğumda, ‘sen bir şey yapmadın, ben değiştim’ dedi: ‘Değişen benim.’”
Fikriye, Atay’la aralarında geçen konuşmayı işte böyle aktarmıştır.
Atay, Fikriye ile olan evliliği içinde, 1962 yılında, Betonar Kolektif Şirketi’ni Uğur Ünel’le birlikte kurar. Atay, “Tutunamayanlar”ın Turgut Özben’ine benzer burada. Ankara’da bürokratik işlemlerle uğraşır, iş peşinde koşar. Betonar, 1967 yılında fiilen sona erer.
Atay’ın evliliği ve işi bitmiştir, kendini yazmaya verir. Oğuz Atay, 1968’den öldüğü 1977 yılına kadar olan hayatının orta noktasında yazma vardır.
Atay’ın hayatında yeni bir kadın vardır artık; Sevin Seydi. Sevin, Oğuz Atay’ın “büyük aşkı” olarak tanımlanır dostları tarafından.
Sevin Seydi, 1956 yılında Oğuz Atay’ın hayatına girer. Atay’ın yakın arkadaşı Uğur Ünel’le nişanlanan Sevin Seydi, sıradışı özellikleriyle adım atar yaşamlarına. 1967 yılında farklı nedenlerle Oğuz Atay da Sevin Seydi de eşlerinden ayrılırlar. Aynı dönemde yaşadıkları yalnızlık ve mutsuzluk bir süre sonra bu iki insanı bir araya getirir. Oğuz Atay’ın yaşamının bundan sonraki on yılında Sevin Seydi hep en önde varlığını sürdürür.
Oğuz Atay, “Tutunamayanlar”ı Sevin Seydi ile birlikte olduktan sonra yazmaya başlar. Sevin Seydi “Tutunamayanlar”ın başarılı olacağından o kadar emindir ki kitabın yazılan sayfalarını İngilizce’ye çevirmeye başlar. Ancak kitabın İngilizcesi’ni basacak yayınevi bulunamaz.. Sevin Seydi, kitabı İngilizce’ye çevirmekle kalmaz. Ressam olan Sevin, Oğuz Atay’ın kitaplarının kapak resimlerini de çizer. Sevin, Atay’ın bir roman karakterini de yaratmasına yardımcı olanlardan biridir; “Tehlikeli Oyunlar”ın Bilge’si.
“Tutunamayanlar” Sevin ve Oğuz’un aşklarının pırıltısıyla (Selim ve Günseli), “Tehlikeli Oyunlar” ise (Hikmet ve Bilge) ayrılıklarının hüznü ile bezelidir:
“Bilge gitti albayım. Biliyorum, bir daha geri dönmez. Her şey benim yüzümden albayım. (...) Biraz hava mı alayım dışarıya çıkıp? Peki albayım. Belki Bilge’ye de rastlarım bu arada. Tam gitmiş olamaz, değil mi? Hiçbir şey böyle bir anda kaybolamaz, değil mi? Bilge, Bilge, neden beni yalnız bıraktın? Fakat bizim sokakta göremiyorum onu albayım. Belki hızlı koşarsam yetişirim ama, değil mi? Bilge, Bilge! Köşeyi dönmüş galiba. Başım dönüyor, biraz dinleneyim. Beni neden bıraktın Bilge? Şimdi hiç dönmeyecek misin yani? Seni artık hiç göremeyecek miyim? İmkansız mı? Albayım, albayım bu oyun çok ciddi, bakın ben bile ağlıyorum albayım. İmkansızlık duvarının dibinde ağlıyorum. Bu duvar beni çıldırtıyor albayım. Buşımı bu duvara vurup parçalamak istiyorum.”
Sevin Seydi, Londra’ya gider. 1970’den 1973’e kadar bir ayağı Londra’da bir ayağı İstanbul’da yaşar. Oğuz Atay mutsuzdur, yalnızdır. Atay, Günlük tutmaya başlar. Yalnızlığını günlüğü ile paylaşmaya karar vermiştir.
“Artık Sevin olmadığına göre ve başka kimseyle konuşmak istemediğime göre, bu defter kaydetsin beni; dert ortağım olsun.”
Sevin’in gidişi Oğuz Atay’ı çaresiz bırakmıştır. Herşey Sevin’i hatırlatmaktadır. Atay, Günlük’üne şunları yazar;
“Joseph Losey’in Secret Ceremony adlı bir filminin seyrettim. Yordu beni. Londra’yı, kırmızı iki katlı otobüsleri görmeye dayanamadım. Garip bir şey: Londra’yı Sevin’le bir tutmaya başladım.”
Oğuz Atay’ın Sevin Seydi’ye sevgisi, biçim ve renk değiştirerek yaşamının sonuna değin sürer. Ayrılık döneminde çok üzülmüş olan Atay, farklı şekillerde Sevin’le birlikte olur. Maurice Whitby ile birlikte yaşamaya başladıktan sonra, yaşamı boyunca hiç kopmayacağı en yakın dostuna dönüşür Sevin Seydi. Nasıl onunla aynı evi paylaştığı dönemde, ayrıldığı kocası Uğur Ünel’le dostlukları hiç yara almadan sürdüyse, bu kez Maurice Whitby ile yakın bir dostluk ilişkisi içine girer Atay.
Atay’ın hayatına başka bir kadın girer; Yeni Ortam gazetesinde sanat muhabiri olan Pakize Kutlu. Sevin Seydi’nin bıraktığı acılar Pakize ile azalır. Pakize ve Oğuz 26 Nisan 1964’te evlenirler.
Atay, 1976 kasım ayında grip olur, ateşi yükselir, kullandığı ilaçlar baş ağrısını geçirmez. Yapılan iğneler sonuç vermez. Bu basit bir ağrı değildir. Yürürken ayakta bir sekme başlamıştır. Bir sabah çift gördüğünü söyler. Aile dostu Dr. Cezmi Kazancıgil için artık şüpheye yer yoktur, İngiltere’ye gitmek gereklidir. İngiltere’ye giderler.
Oğuz Atay, 1976 aralığında Londra’ya Royal Marsden Hospital’e gider ve 22 Aralık’ta hastaneye yatar. Ameliyat 24 Aralık’ta gerçekleşir. İki tümörden yalnız biri alınır, diğerine dokunulamaz. Bu tümör daha sonra büyür ve Atay’ın ölümüne neden olur. Radyoterapi yapılır. Hastalığın baş göstermediği ekim ayına kadar her şey normaldir.
13 Aralık 1977 günü arkadaşı Altay Gündüz’lerin evine gider. Oğuz Atay bir süre onlarla oturduktan sonra uzanmak için arka odaya gider. Pakize bir şeylerin ters gittiğini anlamıştır. Oğuz Atay, daha sonra banyoya gider ve Selim gibi kendini banyoya kilitler. “Tutunamayanlar”ın Selim Işık’ı, “İlaçlarımı alıp banyoya kapanıyorum. Durumumu kimse görmesin diye kapıyı kilitliyorum” demektedir. Oğuz Atay, banyoda fazla zaman geçirince huzursuz olurlar, Altay Gündüz kapıyı kırar;
Oğuz Atay ölmüştür!
Atay’ın cenazesi Sultanahmet Cami’nden kaldırılır. Akademide tören yapılması da tartışma konusu olur. İdareyle sorunlar yaşamış olan Atay için tören düzenlenmek istenmemektedir ama bu inat kırılır.
Kimilerine göre Oğuz Atay öleceğini hissetmişti. Art arda bu kadar eser vermesi kimilerine göre bu nedenleydi. Günlük’ünde bir yere rüyasını şöyle yazmıştı: “Dün gece bir rüya: saatim patlıyor, sonsuz küçük çarklar, dişliler ortalığa yayılıyor, toplayamıyorum, saat camı bir basınçla şişiyor, dağılıyor.” Bu rüyanın yorumu ölüme işaretti.
Oğuz Atay’ın değeri öldükten sonra bilinmişti.
“Tutunamayanlar”da Selim şunları söylüyordu:
“Romancılar için bulunmaz bir okuyucuyum, birinci sınıf bir okuyucu. Kitaplarının böyle okunduğunu bilselerdi fakirler, kim bilir ne kadar sevinirlerdi. Durmadan yazarlardı; bir türlü ölemezlerdi.”
Oğuz Atay da kitaplarının böyle okunacağını, baş tacı edileceğini bilseydi, bu kadar çabuk gitmeye karar vermezdi belki de.


Kaynak: Ben Buradayım... / Yıldız Ecevit
Tutunamayanlar / Oğuz Atay
Günlük / Oğuz Atay

KAYNAK:http://www.izedebiyat.com/yazi.asp?id=42241

5 Temmuz 2009 Pazar

MUHALLEBİCİ, HAYAT VE ŞİİR / Onur CAYMAZ

MUHALLEBİCİ, HAYAT VE ŞİİR / Onur CAYMAZ

Perşembe günleri pazarcı dedemin yanındaydım. “Salata soğan” diye bağıra bağıra satış yaparlarken, kendimce onlara katılırdım. Sessiz bir çocuktum. Bağırabilmeyi orada öğrendim. Sesim birilerinin sesine karışırken güzeldi. Bunu çocukken anlamak iyidir. Bir mutluluktu hepsi hepsi. Pazarcı olacaktım Oraya giderdim. Yerler tertemiz, dipteki ışıksız masa, inceden süt kokusuna karışmış tarçın... İçerisi serindi, sahibinin, ki ben ona Dayı derdim, dudağında garip bir tik vardı. Sanırsınız ki Dayı, hayatta en çok at yarışı oynamayı sever; günün her saati elinde bir bülten, çalışırdı. Radyosu hep açık, kalkıp gitseniz, belki şimdi bile... Peki çalan neydi? Polis Radyosu mu, TRT FM mi? O zaman bunca çok radyo yoktu. Türküler, şarkılar, bir şenlikti hepsi. Hüznü tanıyışım çok daha eski ama hüzünlenmeyi öğrenmem o günlere rastlar. Birçok şey gibi hüznün de bir bilgi olduğunu, oya gibi işlenince güzelleştiğini, herkesin becerebileceği, taşıyabileceği, anlayabileceği bir şey olmadığını...
Parmaklarının arasında yanan cigarası, sararmış bıyıklarıyla Dayı, kısık bir ses olarak kaldı belleğimde. Hesabı söylerken de kısıktı sesi, telefonla sipariş alırken de. Çaldığı şarkıları duyabilmek için, sessizliği gerçekten dinlemek gerekiyordu. Hem ne demişti bir Antikçağ bilgesi: “Sessizlik, insanın süsüdür.”
Sessizlik ve hüzün işte: Adını bile anımsayamadığım bir adama ne çok şey borçlanmışım da farkında değilmişim...
Kurtuluş Caddesi üzerinde 1965’ten beri aynı sessiz ama kendine güvenen haliyle yaşayıp giden bir mekândan bahsediyorum: Göreme Muhallebicisi. Eskiden duvarları yeşildi, son zamanlarda krem rengine boyamışlar, yaz temizliğiymiş, öyle demişlerdi. Fakat köşedeki televizyonun eskiliği hiç değişmedi. Ya haberler izlenir ya da dördüncü kanaldaki at yarışları. “Tarihe gömülen koca koca atlar”dan bahsetmemiş miydi Turgut Uyar, “tarihe gömülürler o kadar” dememiş miydi?
En son geçen yaz, Aslı’yla gittiydik. Menemen, ardından sade kahve. Kahvenin yanına asla tatlı bir şey getirmezler Göreme’de. O acılık biraz daha sürsün isterler. Her tadın bir hatırası yok mudur? Kahve içtikten sonra insanın ağzında bir şey kalır ya... Zaten bu Türk kahvesi denilen allahsız, bir Göreme Muhallebicisi’nde bunca güzeldir, bir de Erenler Nargile’de, Çemberlitaş’ta. Bir kahve yazısı borçlanayım hemen. İnsan sevmekten ancak borçlu çıkıyor zaten. Necatigil de Taşlı Yol’unda “ödedim, öderim” derken bunu anlatır.
Duvarların rengi dışında değişen bir şey yoktu Göreme’de. Orası benim için eskilikten gelen güzelliğin aynı kalışındaki ısrardır. Ne Madolar, ne Saraylar; ne Bolulu Hasanlar, ne Tatlıcı Tombaklar, ne de Nişantaşı’ndaki ‘çağdaş kahve’lerin ‘peynirkek’leri...
Akşam olurdu hep. Belki de sadece akşamları hatırlıyorum. Anımsayış, karanlığın içinden çıkardığım uzak zamanı getirdiğinden akşama işaret ediyor. Kurtuluş’un, çocukluğumda kalmış yaz geceleri... Çöp arabası geç gelir, pazardan kalan artıkları toplardı. Cansever diyor ya “Dağılmış pazar yerlerine benziyor memleket” diye...
Perşembe günleri pazarcı dedemin yanındaydım. “Salata soğan” diye bağıra bağıra satış yaparlarken, kendimce onlara katılırdım. Sessiz bir çocuktum. Bağırabilmeyi orada öğrendim. Sesim birilerinin sesine karışırken güzeldi. Bunu çocukken anlamak iyidir. Bir mutluluktu hepsi hepsi. Pazarcı olacaktım. Para üzerini dedemden alır, müşteriye uzatırdım. Küçük bir sevinç. Geçici. Ellerin başka ellere değmesi, verdiğim paranın elden ele değişecek olması...
İşler bitince, sonunda bir gün, içinde kilitli kalmaktan korktuğum Feriköy Pasajı’ndan geçerek doğru muhallebiciye... Gün boyu güneşten yanmış, ısınmış olurdu masalar. Girişte karanlık, ölü bir vapuru andıran buzdolabı, içinde tavukgöğsü, güzelim sarısıyla keşkül, krem şokola sonra. Üzerlerinde toz fıstık, hindistan cevizi: Ormanlar ve kar. Krem şokola demekten neden utanırdım? Babaaannem gümüş bir künye almıştı. O zaman modaydı. Üzerinde Onur yazardı... Adımı orada görmekten çekinirdim. Kâğıtlar daha iyiydi, kâğıtlar daha dost...
Eski bir dondurma makinesi sonra. Sadece üç çeşit dondurma vardı: Vişneli, çikolatalı bir de ‘beyaz’. Beyaz evet. Kaymaklı demezdim nedense: Vişneli, çikolatalı bir de beyaz.
Sonra hepten akşam zaten. Şahadet Sokak’taki Akyıldız Apartımanı: Loştu, kedi çişi kokardı. Kediler yalnızlıktı. Ziya Osman’ın ‘Yetişir’ şiirine benzerdi biraz, biraz Necati Cumalı’nın ‘Güzel Aydınlık’ına.
Şimdi kalkıp gitsem, o köşedeki ıssız masada, yeniden çocukluğumu bulur muyum acaba?

KAYNAK: http://birgun.net/writer_index.php?category_code=1200090594&news_code=1242557904&year=2009&month=05&day=17

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Ecevit ve…“ Ruhun Sunumu” / Ahmet Tan – III

Ecevit ve…
“ Ruhun Sunumu” / Ahmet Tan – III

Ecevit’in 1954 yılı baharında başladığı siyaset serüveni genel başkanlığı devrettiği 2004 yılı temmuz ayına değin tam 50 yıl sürdü.Her şair için “en insafsız ay “ başka bir aydır.

Ecevit için o en insafsız ay,siyasete veda ettiği temmuz ayı mıdır,yoksa hem dünyaya gözlerini açtığı hem de uzun uykusuna yattığı mayıs ayı mı ? Bunu 16 yaşındaki Ecevit’in çevirdiği mısralarda bulmak mümkün olabilir mi ?

“şimdi oyun vakti sonuna erdi
bütün hayatımca seni
şarkılarımla aradım
beni onlar kapıdan
kapıya götürdüler
ben onlarla kendi dünyama
bakıp dokunarak kendimi
anladım öğrendiğim bütün
dersleri bana öğreten
şarkılarımdı onlar bana
gizli yolları gösterdiler
onlar gözümün önüne
kalbimin ufkundaki
yıldızları getirdiler
(…) allahım bütün hislerim
yayılsın ve senin ayaklarının
dibindeki bu dünyaya değsin
temmuz bulutları yağmamış
sağnakların yüküyle nasıl
alçalıyorsa
benim başım da tağmamış
temmuz bulutlarının eğilmesi
gibi senin kapının önünde
selam ederek eğilsin”

***

Ecevit okuma yazmayı henüz öğrenmediği ilkokul öncesi günlerinden beri şiirle ilgilendiğini anlatırdı.Ağzından dökülen uyaklı anlamlı söz dizelerini anne ya da babası kağıda not eder-ler sonra ona okurlarmış.Belki de bu nedenle “El ele Büyüttük Sevgiyi “ adlı şiir kitabının önsözü sadece 5 mısradır:

“ozan söze değdi mi
sözün dili çözülür
usun ermediğini
gözün görmediğini
şiir dili duyurur”

Siyasette dürüstlük,nezaket,kararlılık,tevazu belki bunların hepsini özetleyen “doğrultu tutarlılığı” söz konusu olduğunda Bülent Ecevit adı anılmaya hep devam edecek.Ama çok uzun yıllar önce yazdığı “Soru” adlı şiirine yanıtı insanlık hiçbir zaman veremeyecek:

“kimbilir
insanda son kalan gözler
görür mü dünyayı uzaktan
kimbilir
küçülür mü dünya
büyür mü uzaktan
kimbilir
küllenir mi dünya
özlenir mi yoksa uzaktan”

***
Bülent Ecevit’i iyi anlamak,tanımak için elbette onun şiir dünyasına girmeye çalışmak şarttır.Ama siyasi kişiliğinden de söz etmemek önce ona sonra sol siyasete haksızlık olur.

***

Çankaya’da partiye kaydı,siyasete girişi sayılırsa tam 50 yıl,milletvekili olması başlangıç sayılırsa 45 yıl Türk siyasetinde,siyasette kaldı.Türkiyenin ilk koalisyonunda (1961-1965 İnönü Hükümeti) Çalışma Bakanı idi,son koalisyonunda (1999-2002) Başbakan…1999’daki azınlık hükümeti hariç,kurduğu ve yer aldığı beş hükümetin hepsi de bir tür koalisyon hükümetiydi.Belki de bu nedenle “uzlaşma kültürü” siyasete kazandırdığı en önemli kavram ve deyim oldu.Üç kez hapis yattı.4 kez başbakan oldu.
Dünyada belki de 60 yaşından sonra babadan kalma evini satıp (Üsküdar Salacak’taki ev,satışı 1986) bir siyasi parti kuran ve bu partiyi ülkesinin 1’inci partisi yapan ve kendisi de 74 yaşında Başbakan olan tek kişidir.

Tarihsel kişiliğinde bir satırbaşı da Kıbrıs’tır.Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türk ordusunu,Misak-ı Milli sınırları dışında kalmış Türkler’i korumak amacıyla sınır dışına gönderme kararını verenhükümetin başbakanı.

***

Ecevit’in yaşamında yasalar çok önemlidir.”Doğal yasalar gereği toprak işleyenin,su kullananındır!” sözleriyle Türkiye’yi ayağa kaldırmış,adını dağa taşa yazdırmıştı.Hedef aldığı toplum için,dilediği düşlediği yasaları çıkaramadı.Doğal yasalar doğada kaldı.Ama yine de o yasalardan vazgeçmedi.Şiirle-
rinde bile vazgeçmedi.
İşte onun “Yasa” şiiri:

(…)
MADDE 1
dünyaya gelmelidir
MADDE 2
sevmeli sevilmeli
dünyayı cennetin
kendisi bilmelidir
MADDE 3

yaşama sevgisinin
kökleri gönlünde
insan oğlu günün birinde
ölmelidir
dönmelidir dudaklarına
buruk bir elmanın tadı
DÖRDÜNCÜ MADDE
(OKUNAMADI)
işbu yasayı
kim yürütür bilinmez
bilinmeyen ellere
karşı gelinmez

***
Bilenen eller çok uzun yıllar önce dağa taşa “Umudumuz Ecevit “ diye adını yazdı.Ama nedense 50 yıllık siyasal yaşamı boyunca bir defalığına olsun yeterli çoğunluk ve tek başına iktidar olma şansı nasip olmadı.Yarım yamalak çoğunluklarla ülkenin yazgısına hükmetmeye çabaladı.Ona tanınan olanak buydu.Belki bu o da bir tür ilahi / siyasi sırdı.

Bu sırrın esrarı ise “DÖRDÜNCÜ MADDE “ de yazılıydı.

KAYNAK: Bütün Dünya 2000 Dergisi,Temmuz 2006