30 Ocak 2011 Pazar

Jestlerin şairiydi… / Refik DURBAŞ

ŞAİR ÖZDEMİR ASAF’I 30 YIL ÖNCE YİTİRMİŞTİK


Bebek’te açtığı meyhane zamanına erişemedim.Ama Asmalımescit’te Refik’in meyhanesinde çokça bulundum.Müjdat Gezen’in abisi Nejat’da,Bekir Sami Sertöz de,Gürdal Duyar da…Gürdal Duyar,bir “karşı” masada oturur,el kadar ak kağıtlara “çaktırmadan” desenler çizerdi. Gecenin bir vaktinde de bir çiçek bırakır gibi,çizdiği deseni masaya bırakır,karanlığın koynunda kaybederdi gölgesini…Duyar’ın işte o desenlerinden biri,Özdemir Asaf’ın ölümünden sonra “Ça” başlığı altında toplanan yazılarının kapağını süsleyecektir.

O yıllarda Özdemir Asaf,Refik’e akşamüzeri gelir,masasını “beyaz”larla donatırdı.Sulandırılmış rakı,ayran ya da yoğurt,beyaz peynir,karnabahar…Ve ölümsüzlüğün sırrını bulduğuna inandığı zeytinyağı…Bir akşam,”Bu yiyeceklerle doksan yıl yaşamanın sırrını buldum” demişti,en büyük düşü de Şişhane’de “beyaz”larla donatacağı dört-beş masalık bir meyhane açmaktı… Fakat,o akşamın üzerinden daha bir yıl geçmeden ömür defterini ölüm adına imzaya açacaktı…

Belki de Türk şiirinin pelerin ile dolaşan ve kadınlara gecenin hangi saatinde olursa olsun,nereden bulmuş olursa olsun,çiçekler sunan tek şairiydi.Bu anlamda da “jest”lerin şairi…Şiiri de bir “jest”ti bu yüzden,davranışları da…

Özdemir Asaf,”Yuvarlak Masa” yayınlarını kapattıktan sonra,bir süre ortalıktan kaybolur.Daha sonra Bebek’te bir içkievi açacaktır.Bu yüzden olsa gerek,Elif Naci ile uzun bir süre görüşemezler.Yıllar sonra bir romancı hanımın kokteylinde karşılaşırlar.Elif Naci’nin,sonradan adının “Melda Sayar” olduğunu öğrendiği bu hanım “Onuralp” imzasıyla yazdığı,içinde Elif Naci’nin de adının geçtiği “Adak Mumu” adlı kitabının yayımlanmasını kutlamak için bir kokteyl düzenlemiştir.

Davetlilerin çoğu hepsi birbirinden güzel,birbirinden şık,zarif kadınlardır.Hepsi de parlak tuvaletler içindedirler.Belki de bu yüzden galeriye nefis bir kadın ve esans kokusu yayılmıştır. Özdemir Asaf,elinde kadeh,durmadan içmektedir.Elif Naci,Asaf’a bu hızla içmeyi sürdürürse sarhoş olacağını söylediğinde aldığı yanıt şöyle olacaktır:”Hazret,merak etme!Beni içki sarhoş etmez,ama bu güzel kadınlar çarkıma okudu,bilesin.”

Şiirini belli bir akıma bağlamak mümkün değil.Özgünlüğü de buradan kaynaklanmakta.Dediği gibi,oldubitti “ödül”e ısınamadı,bu yüzden de hiçbir ödüle katılmadı.Bunun içindir bünyesinde “ödül”sözcüğünün bulunmayışı.Asıl ününü ise ölümünden sonra kazandı,gençlerin “sevgili” şairi oldu.

“R”leri söyleyemezdi ama bu kendi özel şiir dilini yaratmasına engel değildi.Konuştuğu gibi yazdı.”Sana güzel deyorlar;/Sakın olma” diye yazmışsa öyle de konuştu.

Yalın yalnızlığına sığındı şiirinin ve kendinin…28 Ocak 1981’de aramızdan ayrıldı.Asıl adı Halit Özdemir Arun idi. Özdemir Asaf olarak bilindi.

KAYNAK: 27 Ocak 2011,Cumhuriyet

27 Ocak 2011 Perşembe

Çukurca'dan gelen keklik /Banu Güven

hakespeare'den Shakespeare'e / Özdemir Asaf

Çok şey var
Olmakla olmamak arasında

Bence bütün ve her şey
Bölmekle çıkarmak arasında

Çokluk ikiye bölerler her şeyi
Toplamakla çarpmak arasında

Ben dörde bölerim her şeyi
Gitmekle kalmak arasında

Bir yokluk, yok olmak
Aldanmakla inanmak arasında

Bir varlık, var olmak
Unutulmakla unutmak arasında

Ben yok oldum kimi zaman
Yok olmamak içindim kimi zaman

Var oldum öyle anlar oldu ki
Var olmamak içindim kimi zaman

Her şey senin yüzünden
Deyip çıkmak vardı aradan

Ama ben bilirdim ki
Benim yüzümdendi de çoğu zaman

Özdemir Asaf

26 Ocak 2011 Çarşamba

23 Ocak 2011 Pazar

Buba,Zuzu ve Shay… / Mahmut Şenol

Amerika’da 2 milyon civarında evsiz,barksız,sokakta yatıp kalkan insan –homeless- olduğu söylenirse dünyanın öteki tarafından kocaman bir kahkaha duyulur:”Haydi canım sende!” denir,”Hiç olacak şey mi,dünyaya kafa tutan koca ABD’de iki milyon evsiz insan olsun,sokaklarda yatıp kalksın,bu insanlar külüstür arabalarını eve çevirsin…Gülerim ben buna.Olur mu öyle şey,gel de külahıma anlat…” Böyle denir denmesine ama gerçek budur:ABD’de iki milyondan fazla insan şu anda sokaklardadır.;evini barkını son ekonomik krizde kaybetmiştir ve sığınabileceği neresi varsa,orada gü-nü geçirmektedir.Washington yönetiminin federal yasalar ve önlemler altında sorunu çözmesi en azından bir on yılı alacaktır;yeni bir kriz dalgası gelmezse…Bu en iyimser tahmindir.Ekonomik raporla-ra bakılırsa bu yılın sonuna kadar,diğer değişle şunun şurasında yılbaşına az bir süre kaldığına göre,170 bin kişi daha evinden olacak,sokağa atılacak,2 milyon rakamına ilave olacaktır.

Shay Kelley işte o insanlardan biridir.Geçenlerde bankanın evine el koyması sonucu icra memurları tarafından kaldırıma bırakılmış ve sokaklarda yatmaya başlamıştır:24 yaşında,üniversite mezunu olan bu genç kadın çalıştığı AT&T şirketindeki işini geçen yıl kaybetmiş,ardından evini ,bankadaki hesabını,banka kredisiyle aldığı aracını,evindeki eşyalarına kadar her şeyi bir gecede yitirmiş,sağlık sigortası silinmiş,Kafka romanlarındaki gri renkli korkunç bir dünyaya adım atmıştır.Sığınmak üzere annesinin Kaliforniya’daki evine gidince,yaşlı kadın kızına kapıyı duvar etmiştir.Zira,”anasına bak,kızını al” misali annesinin kızından pek farkı yoktur,banka borçlarıyla boğuşmaktadır.Ne olduğu aşikardır;Ergin Yıldızoğlu’nu bunun için rahatsız etmeye gerek yok,apaçık ortada:Kapitalizm mal satmak için kredi açmış,ödenmeyeceği belli olan borçlarla borçlandırıp insanları yalancı bir zenginlij içinde bırak-mıştır.Shay ve annesi milyonlarcası gibi bunun kurbanıdır.;hepsi bu,basit ve yalın…Annesi,”Vallahi,billahi,I’m terribly sory” deyince kızı ne yapsın,gidecek yer bulamamış ;ama Shay bunun üzerine ani bir karar vererekFord marka kamyonetine binip kendini yollara vurmuştur.Buba adını verdiği kamyonetiyle ABD’nin 50 eyaletini dolaşmaya,eyaletlerde yaşayan evsiz-barksızlara yardım ulaştırmaya ken-
dini adamıştır.Yol arkadaşı 11 yaşındaki köpeği Collie cinsi olan Zuzu’dur.Bir iki bavul eşyasıyla yola çıkar.Yanına okuyacak kitaplarını alır;kitaplar iş idaresi,yatırım teknikleri,kişilik geliştirme,burçlar ve astroloji,sır,reenkarnasyon, yoga gibi şeylerdir,ama hepsini ilk durakta bırakır.Bunlar,anlamsız kapitalist akıl verme kitaplarıdır;onun gerçek edebiyata ihtiyacı vardır…

Shay Kelley,yolculuğunu bir Web sitesi kurarak Amerikan kamuoyuna duyurmayı nasılsa akıl eder;ne de iyi yapar!Zira böylece,Web sitesinde,”Yarın falanca kasabadayım” dediği zaman,içinden geçtiği her şehirde ona bir sonraki gideceği şehrin evsizlerine verilmek üzere bağış yapanlar,yiyecek verenler,ihtiyaç malzemelerini kamyonetin arkasına atanları bulur.Bu malzemelerden bir kısmını kendisi tüketir,kalanını bir sonraki yerleşim yerinde evsizlere dağıtır;Noel Baba gibidir anlayacağınız…

Shay ve köpeği Zuzu,Amerikan yollarında,kamyoncuların park yaptığı park yerlerinde yatar kalkar,kentlerin güvenli otopark alanlarında kamyonetinde geceler…Böylece yol alan Shay,bir yıl içinde batı yakasındaki Kaliforniya’dan başlayıp doğu sahillerine kadar gezmedik eyalet bırakmaz.Halen devam eden gezisinin nerede sonlanacağı da belli değildir.Nerede sonlanacağı bilinmeyen ama her zaman geri dönülmesi gereken bir yerin olduğu büyük gezilere Odysseus yolculuğu derler ya,işte Shay’ın kamyonet tekerleğini eskiten,yağ değiştirip her 300 milde bir 50 litre benzin doldurtan bir karayolu seyahati,”Evsiz Shay’ın Odysseus ” u olarak adlandırılır.Bütün Odysseus masal ve hikayeleri gibi ilgiyle de izlenir.Biz,şükürler olsun,oturduğumuz sıcak evimizin çalışma odasında Shay’ın yolculuğunu internetten izlerken birden aklımıza Kemalettin Tuğcu takılmaz mı,takılır elbette…Galata köprüsü altına sığınmış evsiz barksız çocukları anımsarız! “Köprüaltı Çocukları” romanıyla bizleri bizleri eskiden ağlatan ama bugünün kapitalist acımasızlığını daha o zamanlar çizen büyük Türk yazarını,Shay’ın macerasını izlerken hatırlarız;rahmet okuruz.Kemalettin Bey’i anarken “Sırça Köşkün Masalcısı” adlı kitabı zıp Türk yazarımızı anlatan Nemika Tuğcu’yu hatırlamamak olur mu,onada bir selam çakıp buradan,ABD’den döneriz.

KAYNAK: 12 Aralık 2010 Cumhuriyet / Pazar Yazıları

Ömer Hayyam'la Röportaj

17 Ocak 2011 Pazartesi

14 Ocak 2011 Cuma

10 Ocak 2011 Pazartesi

YAZARLIK,RÜYALARIN YAPISINI FARKETMEKLE BAŞLAR

GÜRSEL KORAT’IN YENİ ROMANI “RÜYA KÖRÜ” İLETİŞİM YAYINLARI TARAFINDAN YAYIMLANDI

Uzun süre ara verdiği roman çalışmalarına iki yıl önce yayımlanan Kalenderiye isimli romanıyla geri dönmüştü Gürsel Korat.Geçtiğimiz günlerde yine bir romanla,tekrar okurlarıylabuluştu.Rüyalarında geleceği gören yazıcı Stefanos ve yine rüyalarında geçmişi gören,geleceğin imparatoruAndronikos’u anlatan bir kitap Rüya Körü.Zamanı,rüyayı,aşkı,iktidarı yeniden sorgulatacak Rüya Körü alıştığımız ta-rihsel romanların dışında,hatta deyim yerindeyse ‘tarihsel roman’ın ne olduğunu tekrar hatırlatan bir kitap. Yazar Gürsel Korat’la eski Büyük Saray’ın bulunduğu Sultanahmet’te buluştuk ve Rüya Körü’ne,zamana,rüyalara ve elbette tarihsel romana dair konuştuk. / Çağlayan ÇEVİK

- Rüya Körü alışılmış tarih romanlarından farklı bir anlatıma sahip.Bir olay veya ünlü bir kişinin hikayesi yerine hiç bilmediğimiz ‘insan’ların hikayesi var,bunun özel bir amacı var mı ?

- Romanda tarih anlatan pek çok eserin kusuru çok önceden yaşanmış bir olayın “öyle değil de böyle” olduğunu iddia etmesidir.Tarihçilik yapamayanların edebiyatın sırtından geçinmesi sayıyorum bunu.Bu tarzın en iyi olanları bile kusurludur;üstelik bir de romanı ilgilendirmeyen tartışmaların kaynağı olmuşlardır.Devlet ana mıdır,baba mı ?Fatih,rüyasında söylenen şeyleri görmüş müdür ?Şah İsmail,Ali’nin zuhur etmiş hali midir ? Yavuz,Çaldıran’da ne yaptı ? Şems özlü sözler söyleyen bir guru mudur ? Gördüğünüz gibi herkes meşrebine göre buna yanıt verir ve bunun edebiyatla ilgili bir şey olmadığını düşünmez.Ben romanda,insan varlığı içinde bilmek istediğimiz durumların peşindeyim.Bir fikrin,bir ulu insanın ne kadar haklı,ne kadar üstün olabileceği fikriyle değil,her insanın hem yüce hem de sefil bir ruh düzeneği içinden hareket edebildiği fikriyle masanın başına oturuyorum.

- Bilmediğimiz insanları anlatmak demiştim…

- A evet,ben edebiyatın sıklıkla üzerinde durduğu konular,kişiler veya olayları aramıyorum.Ben hep ‘merkez’ denen şey neyse onun dışında duruyorum.Rüya Körü’nde hep ‘kahpe’ denen Bizans’ın,yalnız Konya’dan değil;İstanbul’dan görünen Selçuklu’nun izinden gittim.Daha önceki romanlarımda melamet erbabı dervişler,Venedikli tüccarlar,kadın dervişler veya Moğollar önünde direnen umutsuz insanlar vardı.Bilmediğimiz insanları anlattım,çünkü kanımca bir yazar,özgürlüğünü hem anlatım biçiminden,hem de seçtiği konuların benzersizliğinden alır.Edebiyatımız fazlasıyla ‘biz’ olan İstanbul’u ,’biz’ dediğimiz dönemin tarihini anlatıyor.Ben ise biz sayılmayanları,unutulan Selçuklu’yu,’biz’den önceki İstanbul’u anlatmakla bu yoldan çoktan ayrılmış durumdayım.

GELECEĞİ BİLMEK İNSANIN KATLANABİLECEĞİ BİR ŞEY DEĞİL

- Rüya Körü’nde Stefanos’un rüyalarında geleceği görmesi hayatlarını belirliyor.Ancak,sanılanın aksine geleceği veya geçmişi bilmek pek bir şey sağlamıyor insana.Peki insanlar neden geleceği veya geçmişi bilmek isterler ?

- İnsan daima unutur,çünkü çevre sürekli değişir.Geçmişi bilmek ister,fakat bunu asla olduğu gibi öğrenemez.Kehanet,yüzyıllardır insanları uğraştırıyor:Geleceği de bilmek istiyoruz.Oysa geleği kusursuz bilmek sadece bir efsaneden ibarettir.Ben bu nedenle biri geçmişin bir bölümünü,biri de geleceğin bir bölümünü rüyalarında olduğu gibi gören iki insanın öyküsünü tasarladım.Böyle bir şeyin bütün muhtemel sonuçlarını anlamaya çalıştım.Gördüğüm o ki,geçmişi bilmek,şimdiyi anlamada işi-
mize yarasa da,geleceği bilmek hiç de katlanabilecek bir durum değil.Geleceği bir güç elde etmek için istiyoruz,fakat kanımca bu insanın katlanabileceği bir şey değil.

- Stefanos saf aşık,Andronikos ise deyim yerindeyse tam bir zampara.Onları birbirine bağlayan rüyaları gibi görünse de ikisinin de ortak çevresindeki kadınlar diyebilir miyiz ?

- Biri geleceği diğeri geçmişi gören iki insanı elbette rüyalar değil,’rüya konusu’ birbirine bağlamış olur.Geceyle gündüz gibi,geçmişle gelecek gibi birbirine kenetlenen adamların yolları da benzer yerlerden geçecektir.Fakat aşk söz konusu olduğunda talih herkese aynı ayarda gülmez.Kimileri darı ambarına düşer,kimileri de çukura.Ne var ki kazananla kaybeden yan yana dolaşıyorsa,yaşanan burukluk derin olur.Stefanos,aşkı kaybettiği yetmezmiş gibi kaybettiklerinin Andronikos’a koşma isteği karşısında ömrünü harap ediyor.Aşk acısı yalnızca kaybetmek değildir,aşk acısı kaybettiğin şeyin nereye gittiğini görmektir.

- Stefanos’un asıl zaafı nedir ? Budala bir aşık olması mı,yoksa gerçekten iyi niyetli bir saflığa sahip olması mı ?

- Stefanos yanlış bedende yanlış akıldır.Onda geleceği görecek,olayları bilip insanlara ona göre ayar verecek bir kahin tutumu yoktur.O,otoriteye boyun eğmiş akıldır,oysa kehanet buyurgan aklın işidir.Stefanos budala da sayılmaz,yalnızca boyun eğmişliği ve iktidar düşüncesinden uzaklığı yüzünden budala görünür.Budalalık işin gereğini yapamayan herkeste,Kendimizde de tabii,hissettiği-
miz bir haldir.
SÖZÜ EDİLMEYEN KADINLARIN ROMANI

- Rüya Körü;rüya,aşk,hatırlamak,babalık,baba oğul ilişkisi gibi kimi kavramları da ele alan bir roman.Bunlar sizin sorduğunuz sorular mıydı yoksa okuru düşündürmek için kullandığınız unsurlar mı ?

- İkisi de iç içe.Baba oğul kavram çiftiyle kurduğum anıştırmaların okurları şaşırtacağını biliyorum.Hıristiyanlığın “Baba ve Oğul”undan ,Roma-rum baba oğul ilişkisine,Stefanos’un babasıyla ilişkisinden ,kendimizin baba oğul ilişkisine varıncaya kadar çok şey aklımıza gelecek.Bütün bunlardan kadını,erkek iktidarının bir öğesi,yardımcı unsuru haline getiren ilişkileri düşüneceğiz.Baba-oğul kav-
ram çiftinin bizi bir iktidar tutkunu ve tutsağı yaptığını,romanı yazarken çok düşündüm ve buna inancım arttı.Kadın ,o çağlarda bugün bildiğimiz anlamda bir kişi değil.O yüzden sabırla seven ve kadının peşinde koşan erkek aptal gibi görünüyor. Çünkü o zamanın kadını gövdesine erkek zırhı giymiş,muktedir erkeklerin peşinden koşan bir erkek kopyasından ibaret.Stefanos budur ve maalesef,o çağda böyle bir erkeğin budala görünmesinin nedeni,bugünkü ölçüler içinde ve “ kadınca” sevmesidir.

- Baba-oğul iktidarla ilintiliyken aslında kadınların rolü de hiç azımsanacak gibi değil…

- Bunu bir baba-oğul romanı olarak da alabilirsiniz,sözü edilmeyen kadınların romanı olarak da…Ben genel olarak iktidarla alıp veremediği olan bir insanım.Özellikle erkek egemen anlayışın değişmesi gerektiğini,hatta ortadan kalkması gerektiğini dile getiriyorum bu romanımda da…Adı anılmayan kadınların sözü edilmesi gerekiyor.Romanda bu var,erkek iktidarını eleştirirken bu iktidara doğrudan veya dolaylı olarak yön veren kadınları da anlattım.Theodoro’dan Zoe’ye,Fransız kralının küçük kızı Agnes’ten Sitti Bibi’ye kadar ismi bugün hatırlanmayan kadınlar bunlar…


PROUST VE TANPINAR KAPI KOMŞUM OLUR

- Aslında “rüya” kavramını ele alsanız da,”zaman” kavramı üzerine daha çok şey söylüyorsunuz romanda.Zaman’la bir derdiniz mi var ?

- Ben zaman kavramını dert edinen romancılar kuşağındanım.Proust,Tanpınar veya Lawrence Durrell benim kapı komşularım oluyor.Her romanımda zaman kavramıyla ilgili bir problem bulur,onun üzerine giderim.Bu romanda “bu an”ı yaşayan,yaşadığı an içinde geleceği gören birini düşünmek beni yerimden sıçrattı desem,belki halimi anlarsınız.Çünkü kişi rüyasında (şimdiki zamanda)geleceği görür ve iki zaman boyutu birbirine karışır!Üstelik bir de uyanınca her şey geçmişte kalır,gelecek bile ! İşte “zaman nedir” diye sora sora yol alan romancının hali.Sorarım size:Bunun romanı yazılmaz mıydı ?

- Romanın alıştığımız bir zamanı yok,ne geçmiş anlatılıyor,ne gelecek anlatılıyor,ne de bizim anladığımız anlamıyla şimdiden bahsedebiliyoruz.Romanın teknik olarak zamanı nedir ?

- Romanda başka bir zaman dilimi olduğunu şuradan anlıyoruz;roman bizi birdenbire gelecek zamana götürüyor.O da metnin kendi gelecek zamanı aslında.Sonra geçmiş zamanı görüyoruz ve yine o da metnin kendi geçmiş zamanı.Yani adı geçen kahramanların,karakterlerin romanda anlatılmaya başlanan tarihten önce yaşadıklarıdır.Bunu şöyle anlatabilirim,roman aslında hep şimdiki zamanda anlatılıyor,az önceki soruyu cevaplarken,şimdi’nin farkında olmamız için,geçmişi de,geleceği de bilmemiz gerekir dedim.Romanda ilerleyen bölümlerde kahramanların ne yaşayacağını,nelerle karşılaşacaklarını veya kimin imparator,kimin aşık,kimin mahkum olacağını yani romanda gelecekte olacakları söylüyorum.Okur bunu da okuyor,ama daha sonra bunu tekrar olay yaşandığı anda ve Stefanos “İşte benim gördüğüm de buydu,” dediği anda tekrar okuyup idrak ediyor.Özetle romanın teknik olarak özael bir şimdiki zamanı olduğunu söylemeliyim.

- Romanın sonunda yazar Gürsel Korat,Stefanos’un yerini alıyor.Yazarlığı rüya kaydı tutmak olarak mı değerlendiriyorsunuz?

- Yazarlık rüyaların yapısını fark etmekle başlar.Bu nedenle bana Delphoi kahinleri de,Freud da çok yakın gelir.Romanda görmüşsünüzdür,Platon bile bir rüya kişisi olarak gelip bir şeyler konuştu Kritias’la.Benzer çok şey daha var,yani ben insanlığın rüya hakkında bildiklerinin hepsini düşündüm,bu romana en çok uyanları zihnimde işledim.Bu zihin benimdi,romana konu olan rüyaları gören zihindi.
Sonra kitabı okuyacak olanları düşündüm.Rüya Körü onların rüyası olacaktı.Ben de o rüyaların arasına karışacaktım.Bu kitapta ben de okurun rüyalarına sızdım,rüya kahramanlarından biri oldum.

OKURA BİLGİ SATMADIM
- “Edebiyat fikir panayırına döndü” diyerek aslında insansızlaşan bir edebiyatın karşısında olduğunuzu söylüyorsunuz.Bu sizin genel edebiyat anlayışınız mı,yoksa son dönemdeki ürünler karşınızdaki tepkiniz mi ?

- Benim genel edebiyat anlayışım budur. Pragmatik bir yaklaşımla,bu dönem şunu eleştireyim,bunun karşıtı olayım diye bir şey yapmıyorum.Edebiyatın özerkliğini düşünüyorum.Tarihsel olaylar edebiyattaki olayları def etti.Ben Konya’da ne olduğunu,İstanbul’da neler yaşandığını tarihten ve sanattan öğrendim.Ben Rüya Körü’nde okurlarıma bilgi satmadım.Sadece Selçuklular’ın kendilerine Rum Sultanı dediğini ve dedirttiğini dipnotlu olarak belirttim.Çünkü bizler Anadolu Selçuklu adını sonradan uydurduk.Onlar kendilerine böyle bir isim takmamışlardı.Rum imparatoru ve Rum Sultanı olarak adlandırıyorlardı kendilerini.Ben,tarihte hiçbir zaman Anadolu Selçuklu devleti var olmadı diyerek, bu malzemeyi kullanarak bir şeyler satma çabasına girseydim,eleştirdiğim anlayıştan bir farkım kalmazdı.çok rahat manşete girecek ifadeler kullanabilirdim romanımda ama buna gerek yok.

EDEBİYATTA MİSYON TEHLİKELİ BİR ŞEY

- Roman yazmaktan öteye bir misyonum yok mu diyorsunuz ?
- Edebiyata başka bir misyon yüklerseniz o edebiyat olmaktan çıkar.Tez yazmaya gerek yok.O alanın bilgisi sizi ele geçirir.İşte tarihi romanın tehlikesi budur.O zaman tarih yazımı yaparsınız ama ne edebiyat olur ne tarih olur ortaya çıkan.Aynı şeyi bir dönem şairlerimiz de yaşamıştır.İdeolojik anlayışla kaleme aldıkları satırlar bir süre sonra çok kötü kalmıştır diğer yazdıkları arasında.Baktığımız zaman sadece sanat eseri oluşturmak için bir şeyler ortaya koyan sanatçıların işleri,sadece sanat açısından baktığımızda bile oldukça üstünür.Asıl önemli olan da bu değil midir ? 1987’den bu yana benim anlayışım budur.Edebiyatta misyon çok tehlikeli bir şey.Romancı neyin iyi neyin kötü olduğuna kendisi karar vermemeli,bıraksın okur ne isterse onu söylesin.

KAYNAK: 19 Aralık 2010 - Hürriyet Pazar Keyif Eki