30 Aralık 2009 Çarşamba

Yeni Yılınız Kutlu Olsun!



Yeni gelen yılla birlikte bir zaman tüneline girsek,sonunda ışığı gördüğümüz…İnsani değerlerin her şeyden çok önemsendiği;paranın tek gerçek olmadığı ve her şeyi yönlendiremediği;oportünist yaklaşımların rağbet görmediği;aşkın her şeye yeğ tutulduğu;dürüstlüğün,vefanın,merhametin hayata yön verdiği bir zamanda kendi gerçeğimizi yaşamaya başlamamız en büyük dileğimdir.

Bu dilekler bugün bir gerçekdışılık taşısa da biliyorum ki her şey hayal etmekle,umudu yitirmemekle başlar.Ve her şeyin sonu geleceği gib elbette hoyratlığın da sonu gelecektir bir gün.

Bütün bu dileklerle yeni yılınızı içtenlikle kutluyorum.Tüm özlemleriniz gerçekleşsin ve tüm özlediklerinize kavuşun!

21 Aralık 2009 Pazartesi

Unutmayın diye SIVAS 93 / Miyase İlknur

Unutmak sorumluluktan kaçmaktır.Bunun için Sivas,toplumsal hafızadan en çabuk,en hızlı atılan katliam oldu.Dahası sözü ve erki elinde tutanlar 2 Temmuz 1993 ve o gün yakılan 33 kişiyi tarihten silmek istediler.Politikacılar,köşe yazarları,”Yeter artık,unutun” dediler,hatırlatmayı insan olmanın sorumluluğu sayanları hain,bozguncu ilan ettiler ve bir daha tekrarlanmasın diye bellekleri diri tutmak isteyenler giderek azaldı.Dahası,otelin altına bir kebapçı açıldı ve o gün misafirlerinin yakılmasını seyreden ve seslerini yükseltmeyen Sivaslılar “Madımak müze olsun” talebiyle hop oturup hop kalktılar.Sonunda Kültür ve Turizm Bakanlığı otelin müze olamayacağına dair gerekçelerini de hazırladı ve mülk insan hayatının ve vicdanının önüne geçti…

Oysa yakın tarihimiz bu unutmaların ağır bedelleriyle yüklü,dahası her unutulan katliam ,yenisinin hazırlayıcısı oldu.Maraş,Çorum,Malatya,Sivas,Gazi…

Ancak 1993 Sivas’ının unutulmasına karşı duranlar da var.Genco Erkal bu duruşunu sahneye de taşıdı.,Sivas katliamını yazdı ve sahneye koydu.”Sivas 93” adlı belgesel-oyunun müziklerinde Fazıl Say imzası var.”Sivas 93”ü Genco Erkal’la konuştuk.

- Muammer Karaca Tiyatrosu’nun sanat yaşamınızda önemli bir yeri var sanırım.

Evet,evet.Ben ilk profesyonel sahneye burada çıktım.1959 yılında Müşfik Kenter’in Devlet Tiyatrosu’ndan ayrılıp İstanbul’a geldiği sezon ben profesyonel oldum.Neredeyse elli yıla geliyor.Buralardan çok geçtik,onun için Muammer Karaca Tiyatrosu’nun yaşamımda böyle bir yeri var.

- Geçmişteki oyunlarınıza baktığımızda çok ilginç türde oyunlar görüyoruz.Tek kişilik oyunlar,senfonilerin üzerine kurulmuş oyunlar.Sivas katliamını “Sivas 93" adıyla sahneye koyuyorsunuz.Bu belgesel tarzda ilk oyun mu ?

İlk değil.Daha önce 1971’de,Küba Devrimi üzerine “Havana Duruşması” oyunumuz vardı. Bir yıl sonra “Soruşturma” diye bir oyun oynadık,Almanya’da Nazizm’in iktidara gelmesini,toplama kamplarını ve mahkemeleri konu alıyordu.Allende iktidarı ile ilgili bir oyun “Şili’de Av”ı yaptık.Bir de “Alpagut Olayı” diye Türkiye’deki maden işçilerinin grevini anlatan bir oyunumuz vardı.

- Kemal Türkler’i Türkiye’ye tanıtan işçi eylemi…

Evet.Sizin anlayacağınız yerli yabancı bir hayli belgesel oyun deneyimimiz var.Fakat,böyle baştan sona görsel malzeme eşliğinde,tamamen gerçeklere dayanan bir belgesel oyun galiba ilk kez yapılıyor.O nedenle biz de çok heyecanlıyız.Nasıl üstesinden geleceğiz,bu işin ? Siz teksti okudunuz biliyorsunuz,ama sahnede ,sözlerin ötesinde boydan boya o gün Sivas’ta çekilmiş fotoğraflar,filmler akacak,izleyici gerçeği bire bir görebilecek.Ben bu oyunu yazarken bir tek cümlesini kafamdan uydurmadım.O gün orada bulunan kişilerin tanıklıklarından,gazete söyleşilerinden,mahkeme tutanaklarından Şanal Saruhan’ın girişimiyle Barolar Birliği tarafından yayımlanan ve konuyla ilgili yazılmış diğer kitaplardan yararlandım.Her şey bire bir gerçektir.Çok üzülerek söylüyorum:Bir şey uydurdum zannedilmesin,male- sef bu acı bire bir gerçektir.İnsanlar bu gerçeği duysunlar,görsünler istiyorum.Bu gerçekle yüzleşmeden olmaz.Eğer gerçekten böyle bir şey yaşanması istenmiyorsa,bu toplumun Sivas Katliamı ile sonuna kadar yüzleşmesi gerekiyor.Oyunu yazmamın gerekçesi de bu.

- Sivas Katliamının belgesel tarzda sahnelenmesi bu güne ilişkin bir kurgunuz mu,yoksa ilk andan beri oyunu böyle mi tasarladınız ?

Katliamdan bu yana olan gelişmeler,genel gidişin daha iyiye değil,daha kötüye gittiğini gösteriyor.Özellikle son seçim sonuçlarından sonra ortaya çıkan tablo,sonraki politik gelişmeler,bu konuların üzerinde çok dikkatlice durmamız ve uyarı görevi yapmamız ,nasıl bir mücadele sürdürülecekse ona göre kendi yolumuzu çizmemiz gerektiğini gösteriyor.İlk düşüncem katliamın 14. yıldönümünde Cumhuriyet gazetesinde çıkan Dikmen Gürün Uçarer’in yazısıyla olmuştu.”Bu kadar önemli konu var,niçin bizde belgesel oyun daha çok yazılmaz” diyerek Madımak olayını örnek gösteriyordu.Böyle bir yazıyı daha önce de yazmıştı,ben de her okuduğumda hak vermiştim.Sonra kendi kendime “bunu niye ben yazmıyorum” dedim…Bu güne kadar Can Yücel’den,Aziz Nesin’den,Nazım Hikmet’ten pek çok uyarlama çalışmaları yaptım.

- Ama onların sözleri,şiirleri,öyküleri vardı,size yol gösteren…

Evet,ilk kez özgün bir oyun yazdım.”Buna nasıl cesaret edeceğim.” Diye çok düşündüm.
Kendime bir süre koydum.Önce “Bütün belgeleri toplayayım,,eve kapanıp okuyayım,inceleyeyim ve beş on sayfalık bir şey deneyeyim dedim “Eğer gözüm keserse yapmaya kalkayım”.Dostlar Tiyatrosu’ndan oyunculuk öğrencim,Sivas Davası’nda ailelerin avukatlığını üstlenen Şanal Saruhan’a başvurdum.Arkasından Zeynep Altıok,ve katliamdan kurtulan,kendisi de bir tiyatrocu olan Serdar ve kardeşi Serkan Doğan’la görüştüm.Bu konuda yazılmış bütün kitapları,dergileri bana,bu arkadaşlar sağladılar,ben sahafları dolaşıp kitaplar topladım.Sivas üzerine yazılmış şiirleri topladım.Eve kapandım,bir süre sonra nasıl bir oyun olacağını görmeye başladım ve tam kararımı verdim.O günden bu güne altı ay geçti ve seyirci karşısına çıkmaya hazır hale geldi.Bütün arkadaşlarım bu oyuna büyük bir tutkuyla bağlandılar.Çok emek verdik,bu olayın önemine yaraşır bir oyun olmasını istiyoruz.Artık son sözü seyirci söyleyecek.

- Yine tek kişilik bir oyun mu bu ?

Hayır hayır,yedi kişi görev alıyor bu oyunda.Hepimiz anlatıcı rolündeyiz,ama zaman zaman bazı kişilikler değişiyor.Ben bir ara Aziz Nesin,bir ara Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu oluyorum.Bütün arkadaşlar zaman zaman belli rollere girip çıkıyorlarama genelde bir anlatıcı tavrı içinde.Oyunda zaman Sivas’a geldikleri anda başlıyor,mahkemenin sonuna kadar sürüyor ve oyuncular bütün olayı anlatarak oynuyorlar.Kimse belli bir kişilik değil.Herkes anonim.

- Müzikler Fazıl Say imzasını taşıyor.Daha önce de birlikte çalışmıştınız.

Evet,Say şu aralar yurt dışındaki yoğun konserleri nedeniyle yeni bir beste yapamayacağını,fakat bütün bestelerini istediğim gibi kullanabileceğimi söyledi.Ben de onun daha önce Can Dündar’ın Nazım Belgeseli için yaptığı müziklerinden,Metin Altıok ve beraber yaptığımız Nazım orotoryosundan,Kara Toprak bestesinden,İpek yolu ve Anadolu’nun Sessizliği konçertosundan derleme bir müzik yaptım.Geçen gün onayını almak için provaya çağırdık,hem oyunun konusu,hem politik içeriği,hem de tiyatro dilinde anlatma biçimimiz onu çok heyecanlandırdı.Zaman zaman kareografi,dans giriyor oyunda,müzik ağırlıklı bölümler var.Say bunları da sanatsal açıdan çok üst düzeyde buldu ve müziklerinin de çok yerli yerinde kullanılmış olduğunu söyledi.Onun bu değerlendirmesi bizi çok rahatlattı.


TEPKİLER OLACAKTIR


- Sivas 93 kaç kez sahnelenecek ? Gazetelerde yedi oyun tarihi yer alıyor,bu kadar kısa mı ?



Hayır.Salonun sahibi Beyoğlu Belediyesi aylık program yapıyor,biz de sadece Ocak ayının programını yaptık.Şubat’ı Ocak ayının sonunda planlayacağız.Tabii bu oyun gördüğü ilgiye bağlı olarak bu yakada da karşı yakada da – Caddeostan Kültür Merkezi ile Kadıköy Halk Eğitim Merkezi – fırsat buldukça oynayacak.Yurtdışında bir iki festivalden çağrı aldık,bu çağrı ve önerileri bir araya toplayıp bir program yapmamız lazım.Bu oyunun çok ses getireceğine,büyük ilgi göreceğine inanıyorum.Bütün Anadolu’yu gezeceğiz,ay sonunda İzmir’e bir turne var.Biliyorsunuz,biz her yıl bütün Anadolu’yu iki kez dolaşırız.

- Belki oyuna tepkilerde olacak ?

- Mutlaka olacaktır.Bu,yürekli bir oyun.Biz artık bu yola baş koyduk.Her türlü tepkiyi göğüslemeye hazırız.

- Sanat yaşamınıza baktığımızda politik tiyatro Genco Erkal’ı,Genco Erkal da politik tiyatroyu öne çıkartmış ve ikisi özdeşleşmişler gibiler.Son dönemlerde politik tiyatronun hızı biraz kesilmiş görünüyordu.Bu oyunla politik tiyatro yeniden perdelerini açıyor diyebilir miyiz ?

- Bundan dört beş yıl önce oynadığımız “Yaşasın Savaş” oyunu tam Irak işgalinin başlamasının arifesinde,insanları savaşa karşı uyaran,ABD emperyalizmini yargılayan bir oyundu.Hemen hemen tüm oyunlarımızda politik bir duruşumuz,sözümüz vardır ama,ama güncel ve bizden bir olay olarak uzun zamandır bu kadar denk düşen bir oyun sahnelenmedi.

KAYNAK: 13 Ocak 2008 Cumhuriyet Pazar

16 Aralık 2009 Çarşamba

ÜNLEM / Aziz Nesin

Bigün beni soracaksın birilerine
Haberin yok mu diyecekler
Söz değil bir ses çıkacak ağzından
İşte o ünlemdir sonunda insan

Vakıf
2 Temmuz 1981


KAYNAK:Bütün Şiirleri 1 / Aziz Nesin /Nesin Yayınevi

[PAZAR SÖYLEŞİLERİ] Erik Stinus’u yitirdik / Ataol Behramoğlu

Danimarkalı şair Erik Stinus’u 13 Kasım’da yitirdik.Ölüm haberini,yine Danimarkalı şair,Niels Hav’ın iletisiyle öğrendim.

1934 doğumlu Stinus demek ki 75 yaşında imiş.

Şairlerin yaşı var mıdır ?

Soruyu belki şöyle de sorabiliriz:Şairin yaşı acaba şiirinin yaşıyla eşdeğerde midir ?

Erik Stinus’un şiiri kaç yaşında idi;kaç yaşındadır ?...

Şiirleri arasında bir gezinti bize bu sorunun yanıtını verebilecektir.

Fakat önce Erik Stinus hakkında bilgilerimizi tazeleyelim.

Köy kökenli bir öğretmen çocuğu.

Babası ve annesi hem devrimci hem sanatçı kişilikler.

Çocukluğu böyle bir aile ve dost çevresinde geçmiş.

Yine çocukluğunda,Nazilerin Danimarka’yı işgalinde yaşanan acılara tanık olmuş.

Bu gözlem ve yaşantıların da etkisiyle sonraki yıllarda o da sol görüşleri benimsemiş.

Stinus 1951’de Berlin’de bir toplantıda,sahnede şiirlerini okuyan Nazım Hikmet’i dinlemiş.

Henüz ergenlik çağındaki şair sonraki yıllarda büyük Türk şairini Danca’ya çevireceğini,dahası,onun adına konulmuş uluslar arası ödülün 2009 Nisan’ında kendisine verileceğini o sırada bilemezdi.

Erik Stinus kişiliğiyle de şiiriyle de uluslar arası Nazım Hilmet ödülüyle onurlandırılmayı fazla-
sıyla hak etmiştir.

Dilimize çevrilmiş şiirleri üç kitapta toplandı.

İlki,”Şiirler” adını taşıyan seçki,Adil Erdem-Zerrin Taşpınar Şahin çevirisiyle 1989’da Toplum Kitabevi’nce yayımlanmış.Kitapta Adil Erdem’in şairle Kopenhag’daki evinde yaptığı bir söyleşi de yer alıyor.

Türkiye-Danimarka arasında bir kültür köprüsü oluşturan Murat Alpar’ın Stinus çevirileri “Yaşamı Diriltmek İçindir Şarkılarım” başlığıyla 1995’te Yordam Kitapları arasında yayımlanmış. (Özyaşamöyküsü bu kitapta.)

Üçüncü seçki “Kışın Bir Ağacın Binde Biri” başlığını taşıyor. (Kemal Özer-Gülşah Özer çevirisi,Toroslu Yayınları.)

Stinus’un Danca’ya kazandırdığı bir şairimizde Kemal Özer.

Nitekim,hastalığı nedeniyle katılamadığı ödül törenindeki konuşmalarından birini de Kemal Özer yapmıştı.

Şiiri anlayışları,dünya görüşleri benzeşen ve hemen hemen yaşıt (K.Özer d.1935) bu iki çok değerli şairin,yaşamdan aynı yıl içinde,neredeyse birbiri ardına ayrılmaları,acı ve çok ilginç bir benzerlik.

Konuşmasında Kemal Özer,Stinus’un şiirinde lirizm ve anlatımcı söylemin öne çıktığını belirtirken,bunun zeka ve bilgi süzgecinden geçirilmiş bir lirizm olduğunu;anlatımcı söylemin ise,yaşantılarla yetinmeyip bu yaşantıların bir ayrıntı zenginliği içinde yeniden kurgulanmasıyla oluşturulduğunu belirtiyordu.

Stinus gerçekten de,aynı zamanda hem duygu,hem akıl,hem ödev,hem bir serüven adamı…
Özyaşam öyküsünde kendi anlatımlarıyla liseyi bitirir bitirmez denize açılmış,Pakistan’ı,Hindistan’ı,Sri Lanka’yı,Birmanya’yı görmüş.Eşi,Hindistanlı şair Sara Mathai ile de 1957’de Hindistan’da tanışıp evLenmişler.Stinus çifti Tanzanya’da üç yıl “kalkınma gönüllüsü” olarak çalışmış.Bu sevgili insanlarla Kopenhag ve İstanbul’daki karşılaşmalarımız,Kopenhag’daki mütevazı sanatçı evlerine ziyaretim unutulmayacak anılarım arasındadır.

Yazıya şairin ve şiirin yaşı var mıdır sorusuyla başladım.

Stinus’un şiiri her şeyden önce insancadır.

Bunlar arasında “Kaptan” adını taşıyanı beni neredeyse bir “klostrofobi” duygusuyla daralttı:

“Söyleyebildiğimce açık / söylüyorum işte:hiçbir şey yok / görünürde.Gözlerim / bu dürbünün içinde / boncuklar gibi yuvarlanmakta. / Aya bile varmadık daha, / en yakın yıldızlarsa / Allah bilir ne uzakta…”

İnsanın evrendeki yalnızlığı ve insanlığımızın henüz en başlarında oluşumuz bundan daha açık nasıl anlatılabilir ?

Öyleyse bir önceki sorumu şöyle yanıtlayabilirim:

Yazgısını insanlığın yazgısıyla birleştiren şairin ve şiirin yaşı,insanlığın yaşına eşittir.

Erik Stinus bu tür şairlerdendi.

KAYNAK: 13 Aralık 2009,Cumhuriyet Pazar

15 Aralık 2009 Salı

Orhan Veli'yi anmak iki şiiriyle... (*)

HİCRET

I


Damlara bakan penceresinden
Liman görünürdü
Ve klise çanları
Durmadan çalardı,bütün gün.
Tren sesi duyulurdu yatağından
Arada bir ve geceleri.
Bir de kız sevmeye başlamıştı
Karşı apartmanda.
Böyle olduğu halde
Bu şehri bırakıp
Başka şehre gitti.

İstanbul Kasım 1937
(Varlık 15.12.1937)

HİCRET

II


Şimdi kavak ağaçları görünüyor,
Penceresinden,
Kanal boyunca.
Gündüzleri yağmur yağıyor;
Ay doğuyor geceleri
Ve Pazar kuruluyor,karşı meydanda.
Onunsa daima;
Yol mu,para mı,mektup mu;
Bir düşündüğü var.

Kasım 1938 (Garip I,1941)

KAYNAK: Bitin Şiirleri / Orhan Veli / YKY

(*) 14 Kasım ölüm yıldönümüydü Orhan Veli'nin 1950'de henüz 36 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.Birden içimden O'nu anmak geldi iki şiiriyle...

10 Aralık 2009 Perşembe

TOPRAK ÇÖMLEK HİKAYESİ / TURGUT UYAR

Kırık

…sigara içerler.En çok sevdikleri,denizi örtmeye yaradığı için keten ipliğinden örülü perdelerle o küçük porselen vazolar bir de o sarı çamur çömlekti.Ben o vazoları Çin’den gelmiş biliyorum,öyle olmaları hoşuma gidiyor belki de ondan.Birinin üzerinde erkeğine karşı ağır,ipeksi giysilerinden soyunan,ince,büyük saçlı bir kadın var,lacivert turuncu karışığı,nasıl da zarif,nasıl hazır ve erkekcil.Büyük yunus balıkları geçiveriyordu birden insanın aklından,üreme mevsimlerinde derin denizlere istekle koşan büyük,erkek-dişi yunus balıkları.Öteki hep kırmızıydı,sürekli,balıklı bir kırmızı.Birbirine girişmiş iki üç gece vardı içinde,ışıltılı,suskun,iri yunusların uğramayacağı sığlıklarda ancak bulunabilecek bir suskunluk.Çömleği ise anlatamam.Anlatılamaz zaten.Yeri gelince duyuluverir.

Ben hep gözlerinden uzağa götürürüm onları bile bile.Aramalarını bilmek beni sevindirir.Bir zaman sonra yine yatağın,yatıldığında görülebilecek bir uzağına koyarlardı.Onların bulunduğu ortamda sevişmek hoşlarına gidiyordu.Ben kaldırıyorum,onlar oraya getiriyorlardı.Aradıklarını bilmek beni hem sevindiriyor,hem katlanamıyordum. Bir buna katlanamıyordum galiba.Bu olmasa o kadar derinime inemez,beni o kadar çaresiz o kadar yalnız bırakamaz bu sevişmeleri.

Keten örgülü perdeleri denizi örtüyor,onun için seviyorlar,biliyorum,söyledim.Her şeylerini o kadar iyi biliyorum ki,kendi yaşadığımı sanıyorum.Sevişirken deniz dağıtıyor onları sanıyorum,bir de açıklığına,gizlisizliği- ne katlanamıyorlar.Hele yatağı nasıl seviyorlar kimbilir.Loş odada,vazoların,
çömleğin ülkelerinde,birinden öbürüne gidip gelerek,onlardan dağılıp yayılan tükenmez zamanda,damarsız,ince siyah bir ağaçtan,beyaz tentenelerin çerçevelediği yatakta nasıl akıp gidiyorlardır kimbilir.Koyu vişne rengi örtünün serinliğine uzanıyorlar,donuk parıl bakır kırmızı sigara küllükleri,keten örgü perdelerle örülmüş yakın bir deniz,uzak sokaklar ve içeri bırakılmayan o güneşler.

Yataklar,bir yatan olmadıkça içlerinde hep bir hüzün verir insana.Ama onlar bu hüzün içinde gitgide daha çok birbirlerine sarılmak isteğini,gereksinmesini,bundan kaçınılmazlığı duyarlar.Yatakların yataklı hüzünlerin getirdiği yalnızlık kokusu,avunmak istemelerin ateşini,doyuruculuğunu arttırır.Yatağı doldururlar.Yatağın karşısına düşen aynada,birbirlerinin bacaklarını, omuzlarını göğüslerini,sıkı sıkı,istekle saran kollarını,utangaçlığı,bir orman uğultusunda,önüne durulmaz bir çavlan akıntısında,yitmiş birbirlerine borçlu gözlerini ister istemez,daha çok kaçamak isteklerle gördükçe,seişmelerine,küçük küçük günahlar da katılmışçasına,sarsılırlar,tadları artar,deniz gitgide unuttukları bir şey olur.Sonra o ormanaltı serinliğine vardılar mı,iki porselen vazoya,sarı çamur çömleğe bakarlar.Birinin balıklar gibi diri,aç gençliği,öbürünün hiçbir şeyi umursamamak zorunda olan,geçmeye,tükenmeye yüz tutmuşluğun telaşındaki doymazlığı,erkek delicesine aradığı pürüzsüzlüğü,düzlüğü,tüzsüzlüğü öbüründe bulur,doyar.Öbür saatleri bekler.Yan yana uzanır sigara içerler.

Ama ben Yekta,bunları neye kuruyorum.Andıkça içlenmem,inlemem artıyor.Şimdi bu odada oturmayı seviyorum.Bu koltukta,hem de,bu resmin karşısında,Eskiden bilmezdim bu resmin bu kadar güzel idiğini.Bu mor lekeler beni dinlendiriyor sanki.Akçaburgaz yalnızlığıma benziyor.Gene vazolar yataklarına göre.Belki de benim varlığımdır,benim varlığımdan önlerine duran engeldir,onların istediklerini bileyip,önüne durulmaz,doyulmaz eden.

Şimdi konukları var içeride.Onun için,benim için neler söyleyecekler kimbilir.Uzaklarında çok kalmasa.

KAYNAK: BÜYÜK SAAT / TÜRKİYEM / Turgut Uyar [BÜTÜN ŞİİRLERİ] / YKY S. [153-155]

9 Aralık 2009 Çarşamba

DALGIN DALGIN SEYREYLEDİM ALEMİ / Aşık Veysel Şatıroğlu

Dalgın dalgın seyreyledim alemi
Renkler ne çiçekler ne koku ne
Bir arama yaptım kendi kafamı
Görünen ne gösteren ne görgü ne

Çeşitli renkler türlü görüşler
Hayal midir rüya mıdır bu işler
Tatlı muhabbetler güzel sevişler
Güzellik ne sevda nedir sevgi ne

Göz ile görülmez duyulan sesler
Nerden uyanıyor bizdeki hisler
Şekilsiz gölgesiz canlar nefesler
Duyulan ne duyuran ne duygu ne

Kimse bilmez dünya nasıl kurulmuş
Her cisime birer zerre verilmiş
Cümle varlık bir kuvvetten var olmuş
Gelen ne giden ne yol ne yolcu ne

Herkese gizlidir bu sırr-ı hikmet
Her nesnede vardır bir türlü ibret
Veysel'i söyletir bir büyük kuvvet
Söyleyen ne söyleten ne Tanrı ne?

7 Aralık 2009 Pazartesi

Kitaplarda Ölmek / Behçet Necatigil

Adı,soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl,çizgi,öldüğü yıl,bitti
Kapanır parantez.

O şimdi kitaplarda bir isim bir soyadı
Bir parantez içinde doğum,ölüm yılları.

Ya sayfa altında,ya da az ilerde
Eserleri,ne zaman basıldıkları
Kısa,uzun bir liste.
Kitap adları
Can çekişen kuşlar gibi elinizde.

Parantezin içindeki çizgi
Ne varsa orda
Ümidi,korkusu,gözyaşı,sevinci!

O şimdi kitaplarda
Bir çizgilik yerde hapis
Hala mı yaşıyor,korunamaz ki,
Öldürebilirsiniz.

KAYNAK:Çağdaş Türk Edebiyatı 3 / Cumhuriyet Dönemi / I - Şükran Kurdakul

6 Aralık 2009 Pazar



İKİ DÜŞ ARASINDA BEKLENTİ /E.Cansever

Ablan çiçekli şapkalar yapıyor mu gene
Üzerine buğulu yaz tülleri yerleştiriyor mu
Kadife sesleri,ibrişim kokuları
Dolduruyor mu dört bir yanı
Küçük küçük güneşler halinde
Makaslarda geziniyor mu parmak izlerin
Onca uzaklığındaki ben
Geçiyor muyum belli belirsiz
Gözlerinin iç denizlerinden
Nasıl mı
Nasıl yaratılmışsa boşluk
Kendine bakan irice bir vişneden.

Hani elini alnına koyup
Daldığın olurdu ya bazen
Dalgınlığının ipekli giysinle birlikte
Hiç değişmeyen bir hışırtısı olurdu ya
Kime duyuruyorsun o sesi şimdi
Kime
- Yokluğuma bakarak
Çizilmiş bir taslak gibi
Uçup giden bir taslak gibi
Dağılan,toz olan bir taslak gibi –

Pencerenden baktığında – ara sıra –
- Ah bu kımıltısız yaz uzaklıkları -
Sana küçük küçük armağanlar verilirdi de sanki
Sen onları (sözgelimi bir tümsek,bir yavru karga,yere
düşen bir yaprak,ağır ağır yayılan bir duman
parçası – şapkaların birinden kopmuş bir
kurdele? olabilir – karşı pencerede bir
ayna,bir sürahi;birbirine karışmış iki tek
gözyaşı gibi)
Dolduruyor musun çantana özenle
Çantana,çekmecene,ne bileyim,hiçbir yere belki de
İşte,tıpkı,dilsiz bir kadın sana bir şey söyledi
Söyledi de
Yineler gibisindir kendi kendine.

Anımsıyorum bir de
Senden biraz ötede birtakım devinimler
Görüyorum nerdeyse – gövdenin çok yakınında –
Sen onları tutup tutup bırakıyorsun
Demirin pası kavradığı
Bir yavaşlıkla
Bunlar ellerin senin,kirpiklerin,ağzın aslında
Dağılıp yitiveriyor birden hepsi
‘Bu benim kayganlığım’ derdi bir balık olsa
Ama sen diyemezsin,ben de diyemem
Çünkü sen yoksun,ben de yokum
Ya da biz ikimiz de varız,varız da
Bekliyoruz sanki düşlerimizden birinin yargısını
Bakışımlı iki düş arasında

İşte,şimdi,şu anda
Yaşamın aynasında – ah şu küçük yaz uzaklıkları –
Bir terzinin yeni bitirdiği bir giysiyi
Seyretmesi gibi uzun uzun
Bakıyorsundur – bakışlarına sığan ne varsa –
Öyleyse
İliştirir misin göğsüne
Bir çiçek uzatsam – uzatmak denirse buna –
Gülersin alırken – sahiden güler misin –
Biliyor musun seni ben
Görmedim hiç gülerken
Gülsen de pembesi bol bir resim yapıyorsun gibi gelir bana
Gittikçe koyulaşan – kendini dışa vuran irice bir vişne ?
neden olmasın –
Ya ağlarken gördüm mü,hayır,görmedim
Gördüğüm yalnız
Nasıl yansırsa buğulu bir cama bir elma
Öylece bir şey
Şunu da söyleyeyim,sen benim
Bilmemin başlangıcısın olsa olsa.

Çiçekli şapkalar,buğulu yaz tülleri
Şimdi hepsi birden – uzaktan uzağa –
Bir çocuk ağlaması gibi
Her şey bir çocuk ağlaması gibi
Her şey,ama her şey
Bir çocuk ağlaması gibi
Her şey,her şey,her şey.

Edip Cansever – Şairin Seyir Defteri (Toplu Şiirleri II )

5 Aralık 2009 Cumartesi

ben ruhi bey nasılım / Alper ÇEKER

Markiz’e uğradım,dört mevsimden süzülmüş bir konyak içtim
Düzeltip arada bir bıyıklarımı
Uçları hafifçe ıslak
Bir ara pencere camında kendime baktım
Baktım ki,ben Ruhi bey
Nasıl olan Ruhi Bey
Daha nasılım. (1)


Epik tarz Edip Cansever şiirinin en dikkat çeken özelliğidir.Ancak Cansever’in epiği,alışageldiğimiz klasik destansı anlatılardan değil,modern bir epiktir.

Klasik tarzdaki bir anlatıda her bölüm,bir önceki bölümün sonucu ve bir sonraki bölümünde sebebidir.Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur adlı romanından herhangi bir bölümü çıkartırsak,bir sonraki bölümü saçma bir hale getirmiş oluruz.Çünkü bu tarz klasik anlatı,sebep-sonuç ilişkisi içinde ilerleyen mantıklı bir olay örgüsünden oluşur.Oysa modern epik bu kuralın dışındadır.

Örneğin,T.S. Eliot,Waste Land (Çorak Ülke) adlı epik şiirinin müsveddesini Ezra Pound’a vermiş,Pound’da bu müsveddeden pek çok bölümü atmıştır.Fakat geriye kalan hala şiirdir ve epik tarzda bir şiirdir.,çünkü modern epikte alışılagelen bir takım geleneksel kurallar aranmaz.Fragmanlar,bilinç akışı,bunlar modern epiği en gözde anlatım teknikleridir.Bunların yanında içerik olarak da modern epik yıkıcıdır:”Her şeyi kuşatan kahraman,sahneye boş bir geveze olarak;çok seslilik,cehennemi bir gürültü olarak;episodik olay örgüsü eylemin çöküşü ola-
rakalegori geçmişin anlaşılmaz mirası olarak çıkar.” (2)

Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım adlı kitabı,bölümler halinde,bilinç akışı tekniği ile yazılmış baştan ayağa modern bir epiktir.Şiirin kahramanları (çiçek sergicisi,meyhane garsonu,meyhane patronu,kürk tamircisi,genelev kadını,otel katibi vs.) arasında kahraman biri yoktur;şiirin yapısında gelişen ve sonuçlanan bir olay örgüsü yoktur.

KORO
Peki,ya sonuç,Ruhi Bey,ya sonuç
Biz sizi tanımaz mıyız
Siz ne yaparsınız bundan sonra,biz ne yaparız
Bir bütünün parçalarıyız,bir bütünün parçalarıyız (3)

Ruhi Bey’in Koro ile karşılıklı söyleştiği son bölüme kadar,şiirin her bölümü birinci tekil şahsın ağzından,itiraf biçiminde yazılmıştır.Bu itiraflar,Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı romanı ile aynı teknikte yazılmış çok sesli bölümlerdir.

Birçok karakterin olduğu bir romanda çok sesliliği sağlamak Dostoyevski için pek zor değildir;ancak yazarın dehası,tek bir kahramanın itirafları olarak kaleme aldığı Yeraltından Notlar adlı romanda oluşturduğu çok seslilikte ortaya çıkar.Mihail Bahtin bu romandaki çok sesliliği şöyle tarif eder:”İtirafın başlangıç cümlelerinde ötekiyle gizli bir iç polemiğe girilmiştir.Ama ötekinin sözleri görünmez olsa da mevcuttur,konuşmanın üslubunu içten içe belirler.” (4) “Yer altı insanının söylemi tamamen bir hitap -söylemidir.Onun için konuşmak birine hitap etmek demektir; kendisi hakkında konuşmak kendi benliğine kendi söylemiyle hitap etmek anlamına gelir;bir başka kişi hakkında konuşmak bu öteki kişiye hitap etmek anlamına gelir;dünya hakkında konuşmak dünyaya hitap etmek anlamına gelir.Ama kendi kendisiyle,bir başkasıyla veya dünyayla konuşurken eşanlı olarak üçüncü tarafa da hitap eder.Gözlerini yana,dinleyiciye,tanığa,yargıca çevirir.” (5)

Ben Ruhi Bey nasılım’daki tüm bölümler birer hitaptır:


Ben Ruhi Bey,nasıl olan Ruhi Bey
Nasılım
Bir yaz ikindisinden çıktım geldim (6)


Bahtin’in İnsancıklar’ı çözümlemekte kullandığı yöntem bu şiire kolaylıkla uygulanabilir (7) ;yani bu kendi kendine konuşmayı öteki ile karşılıklı bir diyaloğa dönüştürebiliriz:

Öteki:Sen kimsin ?
Ruhi Bey: Ben Ruhi Bey,nasıl olan Ruhi Bey
Nasılım
Öteki:Nerden çıkıp geldin ?
Ruhi Bey: Bir yaz ikindisinden çıktım geldim

Ruhi Bey aynı yöntemi kendi kendine zaten uygulamaktadır:

Ve sordum:
- Ben Ruhi Bey nasılım
- Sahi siz nasılsınız Ruhi Bey
- İyiyim iyiyim (8)


Ruhi Bey hem ötekine hem de kendine hitap etmektedir.Diğer kahramanlarında söylemi hitap biçiminde-
dir:

BİR OTEL KATİBİ

Anlamadığım şu
Ben neden bir otel katibiyim
Eskiyim,renksizim,kimsesizim
Yontulmuş kalemlerden,sosisli sandviçlerden iğrenirim
Papazlardan,homoseksüellerden iğrenirim
….

Şarkıcılar,sokak çalgıcıları gelir en çok
Sokak kadınları,serseriler
Evet,ara sıra Ruhi Bey de gelir
Kan renginde gelir,yolunu şaşırmış bir böcek gibi gelir (9)

Şiirin dili son bölüme kadar hitap biçiminde,çok sesli itiraflar olarak sürer.Son bölümde kahramanlar toplu olarak (koro) Ruhi Bey ile karşılıklı konuşmaya başlarlar:

KORO
(Çiçek sergicisi,meyhane garsonu,meyhane patronu,kürk tamircisi Yorgo,Hayrünnisa,genelev kadını,Otel Katibi,cenaze kaldırıcısı Adem,akordeoncu kadın,emekli postacı,vb.)
Çelenklerimizle geldik,yoktunuz
Ara sokaklarda,pasajlarda aradık,yoktunuz
Meyhanelere baktık,otellere sorduk,yoktunuz
Neredesiniz Ruhi Bey ?

RUHİ BEY

O kadar bekledim ki,geliyorum
Ölümümü bekledim,geliyorum
Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini
Bekledim geliyorum. (10)


Okuyucu da burada artık Ruhi Bey’in ölmesini ve olay örgüsünün sonuçlanmasını bekler;ancak:

RUHİ BEY

Sonuç mu dediniz,ne dediniz
Sonuç hiç gömülür mü,geliyorum
Ben yalnız ölülerimi gömdüm,geliyorum. (11)

Şiirin sonunda Ruhi Bey geri dönmüş;bir olay örgüsü değil ama bir dil sonuçlanmıştır.Bu şiirden herhangi bir bölümün çıkarılması,diğer bölümleri anlamsız kılmaz.Bununla birlikte Franco Moretti modern epikle ilgili şu soruyu sorar:”Bilinç akışının paragraflarında anlayacak ne vardır ?” (12)

Hemen yanıtlayalım:Bu şiirde anlamamız gereken kullanılan dildir.Dilin işaret ettiği şeyi değil,dilin ta kendisini anlamamız gerekir.Çünkü modern şiirin derdi,ne söylediği değil,nasıl söylediğidir ve bu şiirde anlam arayanlar,bu şiiri anlamsızlıkla suçlayanlar bu şiirin dilinin kendisini işaret ettiğini anlamamıştır.

Bu bağlamda İkinci Yeni şiiri söz değil,söylemdir.Bu da Garip akımının söz söylemekteki aşırıya kaçan çabasına karşı doğal bir tepkidir.

Dipnotlar:
1 – Edip Cansever,Şairin Seyir Defteri s.21
2 - Franco Moretti,Modern Epik (Çev:Nurçin İleri- Mehmet Murat Şahin,2004) s.107
3 - Edip Cansever a.g.e s.68
4- Mihail M. Bahtin,Dostoyevski Poetikasının Sorunları,(Çev:Cem Soydemir),s.308

5-a.g.e s.318
6- Edip Cansever a.g.e s.19
7-Mihail M. Bahtin s.286
8- Edip Cansever a.g.e s.49
9-10-11- a.ge s. 50,51,67,68
12- Franco Moretti s.183



KAYNAK: YASAKMEYVE ŞİİR DERGİSİ,Ağustos 2006

3 Aralık 2009 Perşembe

Dinginliğim / Ata Erbayav

Fırtınalarımdan yarattım dinginliğimi
Yani fırtınalar
olmasaydı
Olamayacaktım kendim.

Fırtına dindi
Rüzgar,
tatlı tatlı esmeye başladı.
Deniz duruldu,dalgalar durağanlaştı
Yağmur suları,
ağaç yapraklarından süzülmeye
başladı.

...Ve ben,
kendim oldum;
yani,dinginliğim.

2005,İstanbul

28 Kasım 2009 Cumartesi

DÜZELTME / Refik DURBAŞ

Adını yanlış yazmayın baharın
Ölümün,aşkın,acının adı gibi
okunmasa da zamanın adresi
adını yanlış yazmayın baharın
ki çiçeklenip kuşlansın sesinizde
umudun,inancın,sevdanın bereketi

KAYNAK: KİMSE HATIRLAMIYOR (Toplu Şiirler I)/Hücremde Ayışığı/ ADAM YAY.

[PAZAR YAZILARI] Yazarlarla Söyleşiler / Adnan BİNYAZAR

Erdem Öztop,200’ü aşkın yazarla yaptığı söyleşiden 19’unu “Kalemler Konuşunca” adlı bu ilk kitabında bir araya getirdi (Cumhuriyet Kitapları).Kitaba önsöz yazan Turhan Günay,bu söyleşilerin,o-
kurlara,araştırmacılara temel kaynak olacağını vurguluyor.

Son yıllarda yaygınlaşan bu tür söyleşilerle,dolaylı olarak,yazarın eleştirisi kendisine yaptırılıyor.Dışarıdan kolay gibi görünen bu söyleşi kuşkusuz,kitabı irdeleyerek okumayı,derli toplu bir sunumu,yazarına yöneltilecek soruları ustaca hazırlamayı gerektiriyor.

Son beş yıl içinde onlarca yazarla söyleşen Öztop,Gamze Akdemir’in bir sorusunu şöyle yanıtlıyor:”Mümkün olduğunca teknolojiyi kullanarak internetten bir dünya arama yapmak zorundayız.Yazarın son dönemde söyledikleri tabii bizim için önemli oluyor.,açılımları onların üzerinden yapmamız gerekiyor.Tüm kitaplarını okuyorum,inceliyorum yazarların.Sonunda notlar alıp sorular çıkartarak yazara gidiyoruz.Yanlızca sorularla da kalmıyoruz,konuştukça laf lafı açıyor sıklıkla doğaçlama olarak da sürdürüyoruz konuşmaları.”

Soru yöneltmenin beceri isteyen aşaması sanırım daha çok doğaçlamalarla başlıyor.İleri düzeyde sunuculuk deneyimi isteyen bu yöntemin,Amerika’da çok ender kişilere uygulandığını TV ekranlarında görüyoruz.

Gamze ile Erdem’in sorularını nasıl özenle hazırlayıp,yazara nasıl bir biçemle yönelttiklerini benimle söyleşilerinden biliyorum.Böyle giderse,sanırım “Edebiyatta Söyleşi” uzmanlığı diye bir dal oluşacak…

Sanatta her yönelim bir gereksinimden doğar.

Söyleşi yeni bir tür değil;yeni olan,bunu yazarı tanıtacak kapsamda düzenlemek.Yine de,umarım,söyleşiyle yetinmek,sık sık gündeme getirilen “şiir öldü,roman öldü” derken,eleştirinin ölümü olmaz!...

Eleştiri ortamının giderek tıkızlaşması kaygı uyandırmıyor değil.Dergilerde yazarlarla ilgili değerlendirmelerin azlığı bu kaygıyı daha da pekiştiriyor.Eleştiri diye yazılanların çoğu,belli kesimlerden yazarları göğe çıkarıp,öbürlerini görmezden gelmekten başka ne işe yarıyor ?...

Edebiyat ahlakını zedeleyenleri ise konu etmek bile istemiyorum.

Edebiyatta yalnızca yazarın,özeleştirel yargılarına dayanarak yorumlarda bulunmak olanaksızdır.Yazar,söyleşide özellikle kurgusal dünyasını anlatırken nesnel sonuçlara varmakta zorluk çekse de,bir bakıma,soruların klavuzluğunda özeleştirisini yapma olanağı buluyor.Ama sorularla yazara özeleştiri olanağı veren içerikli söyleşilerin olsa olsa ileride değerlendirme yapacaklara ipucu vereceği biliniyor.Bu,başkasının bir kitap hakkında kof yargılarda bulunmasına yeğlenmelidir.Söyleşicinin,yazarına soru yönelttiği bir kitabı iyi kavrayıp yazarla kitabı arasında sağlam bağlantılar kurması bu aşamada önem kazanıyor.

Soruların tutarlı,yazarın sorulara yanıtının içerikli olmasının eleştirmenlere yorum kolaylığı sağlayacağı da kesindir.Değerlendirme de nesnel sonuçlara varmanın başka yolu da yoktur.

Eleştirinin “eleştiri olması” da buna bağlı değil mi ?

Söyleşi de yazar-söyleşici-eleştirmen etkileşimi sağlam temellere oturtulmazsa,korkarım,bir ara neredeyse moda olan “nehir söyleşiler” gibi,yazar söyleşilerinin ömrü de uzun olmayacaktır.

KAYNAK:8 Kasım 2009,Cumhuriyet Pazar

24 Kasım 2009 Salı

23 Kasım 2009 Pazartesi

Bir Şiirin Yalanlaması / Aziz Nesin

Yaşadım sandığım
Yaşadım diye aldandığım
Yaşamak istediğim seviler
Hepsi bende benimle ölüp
Yazılarda yaşadı birer birer

Yazmak değil yaşamak istedim
Hiç olmazsa bu en sonuncusunu
Bahanesi olmasaydı yazılarımın

Bikez daha
Hayır son kez anladım
Yaşamak için yaratılmadım
Yaşam boyu bu çabam boşuna
Benim yazgım yaşamak değil yazmak
Anladım yaşamak bana yasak

Nişantaşı
5 Ocak 1984
sa:07.20


Aziz Nesin Bütün Şiirleri 1 /Sondan Başa/ Nesin Yayınevi

22 Kasım 2009 Pazar

19 Kasım 2009 Perşembe

Vedat Türkali Galapera'nın konuğu

Yazar Vedat Türkali 21 Kasım Cumartesi saat 17.00'de Galapera
Kültür Sanat'da okurlarıyla söyleşecek.

Galapera Beyoğlu tünelden çıkışınn tam karşısındaki Ensiz Sokak'ta.

Açık adres aşağıdaki linkten öğrenilebilir:

http://galapera.com/index_dosyalar/Page543.htm

Bilgi ve ilginize,

16 Kasım 2009 Pazartesi

[ÇED KÖŞESİ] İstanbul’un Kitap Fuarı / Oktay Ekinci

TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın 2002’den bu yana “yanlış yer” de düzenlendiğini her yıl “inat”la yazdım.Kitabın fuarının da “başucu”nda olması gerektiğini,Beylikdüzü’nün ise kentin kültürel gövdesinde “ayakucu” bile sayılamayacağını,”ticari fuar”lara uygun “kent dışı”nın kitaba yakışmadığını her yıl yineledim;o “zorlu” yolculukları saatlerce göğüsleyebilen “kahramanlar”ı kutlarken en az bir günlerini dahi ayıramayanların “kitapsever” olamayacaklarını da…

Bu sene ise susacaktım…68’lilerin fuardaki “Küba” paneline yetişebilmek için trafikte çıldırmama rağmen,tek kelime etmedim…çünkü bir bakıma ülkemin en aydın insanları,böylesi bir eziyetin sadece kitaba değil,kendilerine de haksızlık olduğuna belli ki aldırmıyorlar.Bir yıl değil,beş yıl değil,tam “yedi yıl”dır,kitabın “kent yaşamı”ndan dışlanmasını umursamayanlara ne diyebilirdim ki ?...

Bu nedenle ”geleneksel serzeniş”imden artık vazgeçmişken,fuarın genel koordinatörü,dostu-muz Deniz Kavukçuoğlu’nun “Eleştirilere açığız ama öneri de gelmedi” sözünü okumayayım mı ?
(Cumhuriyet-10 Kasım 2009)

‘Okur’ öncelikliyse

Kavukçuoğlu,arkadaşımız Elif Bereketli’nin sorularını yanıtlamış…uluslar arası boyutun yetersizliği;kültürel etkinliklerde karmaşa vb. eleştirilere “haklı” açıklamalar yapmış…kaçıranlar mutlaka okumalılar.

Nitekim Frankfurt’daki gibi sadece “yayıncılık sektörü”nün değil,”okur”un da gözettiğini vurgulaması,insanı gururlandırıyor…ancak,tam da bu nedenle “uzak”lıktan yakınıldığını anımsatan Elif’in,”Yeniden kent merkezine dönme olasılığı var mı ?” sorusuna “Kesinlikle yok…” demesine üzülmemek elde değil.

Bu “kararlı”(!)lığın gerekçesinde bile fuarın “İstanbul kimliği”ni yitirdiğini onaylarcasına diyor ki:”Silivri-Bakırköy arasında 12 milyon kişi yaşıyor.Şikayetlerin geldiği bölgede (merkez semtler)
İse 1.2 milyon.Kime göre,neye göre uzağız ? Ayrıca bu bir İstanbul Fuarı değil,Türkiye fuarı”!...

Oysa Tüyap Kitap Fuarı tam 20 yıl Beyoğlu’nda herkesle kucaklaşarak ‘gelenekselleş’ti.Oradayken yine Kavukçuoğlu’nun “ticari açıdan olumsuz” bulduğu “mükerrer ziyaretçi”lerin fazlalığı,“kentle bütünleşme”sinden ötürüydü…kitap fuarında “buluşulur”du…çalışanlar ya da öğrenciler;öğle tatilinde ya da akşam oradaydılar,Beylikdüzü içinse o gün “izin” yapmak zorundalar. Kaldı ki hem Bakırköy-Silivri için “12 milyon” bilgisi yanlış hem de acaba ziyaretçilerin yüzde kaçı oradan ? Kavukçuoğlu da “Bunca mesafe kitap için katediliyor…” dediğine göre,asıl “müşteri”lerinin,üniversitelerinde en yoğun olduğu 50 km. ötedeki “merkez”lerden geldiğini biliyor.Kahramanlarına,”Bu eziyeti hep çekeceksiniz” demekse o hayran olduğum yazılarına pek yakışmıyor.

‘Yer’ var,’Niyet’ yok!

“Öneri yok” serzenişine gelince…Yine önceki tüm yazılarımda özellikle şunu vurguladım:TÜYAP,tarihsel “aydınlanma” görevini başarıyla yaptı,yapıyor…ulusca şükran borçluyuz.Ancak,”yer” için sonsuza dek TÜYAP’ın mülküne tutsaklık şart mıdır ?

Kitap fuarı,Kavukçuoğlu yönetiminin çalışkanlığı ve duyarlılığı sayesinde artık “kamunun”dur;Bu nedenle görev sırası da “kamuda”dır.Bu fuara “İstanbul’da” bir yer yaratılması,başta belediye,valiLik ve Kültür Bakanlığı olmak üzere,tüm “kamu sorumluları”nın öncelikli görevi değil midir ?

Ülkenin yayıncıları,yazarları,aydınları…bunu hep birlikte ve kamuoyu desteğini de alarak ısrarla talep ettiklerinde,kim “yer yok” diyebilir ki? Üstelik 7 yıl önceye göre “uygun” yerler de var ama galiba hala “niyet” yok.

“Neresi” derseniz,onu da söyleriz ve tartışırız…asıl bunu önemsersek kamunun yakasına yapışıp “TÜYAP görevini yaptı,şimdi sıra sizde” diyebilirsek,fuarında bulunacak o “başucu” mekanda yine “TÜYAP tarafından” sürdürülmesini savunursak…28 yıllık İstanbul Kitap Fuarı’nı”Türkiye Fuarı” gibi parlak ama “içtenliksiz” söylemlerle tarihe gömme vefasızlığını da yapmayız…
KAYNAK:15 Kasım 2009,Cumhuriyet

Fikret / Senem Dere – III

.

Fikret,kapının önünde annesiyle babasının sesini duyuyor.Korkusu büsbütün çoğalıyor.O sırada teypten yayılan bir şarkı bağrışmaların,kavganın arasından sıyrılıyor.”Maziye bir bakıver,neler neler bıraktık…”Fikret kapıyı çalamıyor.Kulağı içeriden gelen seslerde.İlk defa annesini bağırırken duyuyor.“Boşan,evlenelim diye tutturan sensin.Anlamıyorum,senin ondan ne farkın kaldı ?Konuşsana ne farkın kaldı!Ben çocuğu tek başıma mı yaptım!” diyor.Babasının sesi bir kükremeyi andırıyor “Her şeyden vazgeçtim ben senin için.Tıktın beni buraya.Allah belanı versin!”Hışımla evden çıkıyor.Kapının önünde Fikret’i fark edince duraklıyor.Gözlerinde daha önce hiç görmediği bir bakış var.Saçlarını okşarken elinin titrediğini hissediyor.Sonra koşar adımlarla merdivenlerden iniyor.

Ondan sonra babası yine uzun süre ortalıklarda görünmüyor.Annesini sürekli onun çalışma odasında,duvara asılı kocaman bir haritayı izlerken buluyor.Haritanın bazı yerleri renkli kalemlerle işaretlenmiş.Haritaya ne zaman baksa içinde kıskançlıkla karışık bir öfke duyuyor.Babasının oralara gittiğinden,bir daha hiç dönmeyeceğinden korkuyor.Son zamanlarda annesi de çok sinirli.Sessizce odadan çıkıyor.Yavaş yavaş merdivenleri inerken birden apartmana giren babasını fark ediyor.Annesi çok sevinecek.Hemen koşup haber vermeli!Ama babası yukarıya değil,Nermin’lerin kapıya yöneliyor.Kapı,o çalmadan açılıyor.Kapının aralığından,Nermin’in kalın,beyaz bacağını görüyor.Hayriye Hanım’ın Nermin yeni nişanlısından da ayrıldı diye moralinin çok bozuk olduğunu,bir haftalığına memlekete gideceğini söylediğini anımsıyor.Babası etrafına şöyle bir bakıp içeriye giriyor.İçinde yine kötü bir sıkıntı oluyor ama yine de annesine babasının geldiğini söylemek istiyor.Annesinin gözleri kopkoyu bakıyor şimdi.Koşarak aşağıya iniyor.Nermin’lerin kapısını kıracakmış gibi çalıyor.Diğer evlerden tanıdık başlar uzanıyor.Fısıltılar çoğalıyor.Dışarıya çıkan birkaç kişi annesini sakinleştirmeye çalışıyor.Nermin’lerin evinden hiç ses gelmiyor.Annesi hiç kimseyi dinlemeden tekrar yukarı çıkıyor.Birlikte çalışma odasındaki büyük haritayı paramparça ediyorlar.Bütün ülkeler,şehirler yaprak yaprak dökülüyor ellerinden.O günden sonra da bir daha annesinin gözlerindeki o berrak bakışı hiç bulamıyor.Ölene kadar oturduğu sandalyede hep o kahverengi kapıya bakıyor sanki.Açılmasını bekliyor.Açılmasından korkuyor.

Fikret,engebeli zeminin sarsıntılarıyla gözlerini açtı.Kollarını,bacaklarını hareket ettirmek istiyor ama yapamıyordu.Başında korkunç bir ağrı vardı.Midesi de bulanıyordu.Onu çekerken,adamlardan biri heyecanla,sobadan zehirlendiğini,onu bulduklarında baygın olduğunu anlatıyordu.Kızağın ö-nündeki iki adam da yanık yüzlerinde iyice büyükmüş gibi görünen dişlerini göstere göstere gülüyorlar,kendi aralarında konuşuyorlardı.Fikret,cebindeki telgrafı hatırladı birden,kendi kendini inandırmak istercesine “Babam ölmüş” diye birkaç kere mırıldandı.Uçsuz bucaksız karda ilerlerken ilk defa Samur Apartmanı’nın çok uzaklarda kaldığını hissetti.Kapılarının birer birer kapandığını duydu içinde.Işıkları-
nın birer birer söndüğünü…Gözleri yeniden ağırlaşmadan önce karın beyazlığına karıştı tüm apart-
man,kayboldu.


KAYNAK: Hülya Saat / Senem DERE / Özgür Yayınları s. [71-73]

15 Kasım 2009 Pazar

Fikret / Senem Dere – II

Sobaya asılmış çamaşırlardan yayılan çamaşır kokusu hoşuna gidiyor Fikret’in.Sobanın yanındaki koltukta uyumak da…Annesinin kapıları açıp kapatışını,evin içinde dolaşan küçük adımlarını dinliyor.Sadece onlara ait bu zamanda mutlu.Birazdan komşular çay içmeye gelecek.Hayriye Hanım’ın kızı Nermin ikinci kez nişanlanıyor.Hep birlikte onun çeyizlerine bakacaklar.Kapı ardı ardına çalınıyor.Nermin,poposuna hafifçe vurup yanına oturuyor.O,yanağından öpene kadaruyuyormuş gibi yapacak.Sonunda Nermin’in sigarayla karışık naneli nefesini yanağında hissediyor,gözlerini açıyor.Bu öpücük aralarında gizli bir şifre gibi.İçeriye giriş çıkışlar çoğalıyor.Konuşmalar,çaylar,börekler…Patavatsız Selma “Kız bari bunu elinde tut” diyor zoraki bir kahkahayla.Nermin,Funda ile fısıldasıyor,”Kudurdu hasedinden”.Sonra Hayriye Hanım yanında getirdiği kocaman bohçaları gururla açmaya başlıyor.İçinden türlü türlü örtüler,yastık kılıfları,danteller seçilip gösteriliyor.Nermin,küçücük,kırmızı bir donu alıp üzerine tutuyor.Annesi gülmemeye çalışarak kızıyor “Koca kıçına aldığına da bak!”.Fikret,Nermin’in kıçına bakarken yakalanıyor.Kadınlar hep birlikte gülüyorlar.Nermin,Zeynep’e laf atıyor “Kız bu oğlun çok fena.Görüyor musun nerelerime bakıyor.”

Sıçrayarak uyandı.Traş olduktan sonra yüzüne çarptığı buz gibi suyla kendine gelmeye çalıştı.“Topla artık kendini” diye mırıldandı.Aynadaki yüzünü görünce irkildi.Yaşlandıkça gözleri babasına daha çok benziyordu.Artık kendi bakışlarının ardındakilere de ulaşamıyordu.Korkuyordu.Gerçekten de insan zamanla en çok benzemek istemediğine mi dönüşüyordu ? Tekrar yüzüne su çarptı.Kitaplıktan bir kitap seçip koltuğa oturdu.Dakikalarca kitabın okunmaktan eskimiş sayfalarını çevirdi durdu.Düşüncelerinden uzaklaşmaya çalıştı.Olmadı.Kitabı bırakıp bir bardak ıhlamur koydu.Müzik dinlemeye karar verdi.Kasetlerin durduğu kutuyu önüne çekti.Karıştırmaya başladı.Bir türlü atmaya kıyamadığı eski kasetleri teker teker inceledi.İçlerinden bir tanesini seçerek teybe yerleştirdi.Kaset hışırtılar çıkararak çalmaya başladı.Hüzünlü bir ses tüm odaya yayıldı.

Annesi mutfakta.Pencerenin önünde dalgın dalgın dışarıyı seyrediyor.Babası iki gündür eve gelmemiş.Onu mu bekliyor ?Fikret gidip arkasından sarılıyor.Annesi telaşla,gözlerindeki yaşları ona sezdirmeden silmeye çalışıyor.Mutfakta,erzak dolabının üzerinde duran küçük teybin düğmesine basıyor.Teyp yine çalışmıyor.Ama annesi onu nasıl çalıştıracağını biliyor.Eliyle birkaç kez tepesine vuruyor.Gülüyorlar.İşte çalışmaya başladı.Annesi sebzeleri doğrarken şarkıya eşlik ediyor.Fikret onun yalnız kalmak istediğini anlıyor.Dışarı çıkıyor.

Bahçede çocuklarla oynarken giriş katta oturan Fatma Hanım onları seyrediyor.Bu kadının Fikret’i ürküten bir yanı var.Küçük,mavi gözlü,ufacık bir kadın.Bir de sürekli yatan çok yaşlı bir kocası var.Ama bayramlarda en çok parayı da o veriyor.Annesi komşu kadınlarla konuşurken duymuştu.Çocuğu olmadığı için biraz tuhafmış.O gün de pencereden onu çağırıyor.Fikret oyunu bırakıp gitmek istemiyor ama para verebileceğini düşünerek kalkıyor.Apartmana girerken muzlu gofretin tadını düşlüyor.Ama kadın bu sefer para vermiyor.İçeriye girmesini istiyor.Giriyor çaresiz.Buyur edildiği oda neredeyse karanlık.Her tarafta irili ufaklı bir sürü oyuncak bebek var.Sarı saçlısı,şapkalısı,pantalonlusu…Boş bakışlarla yerleştirildikleri yerden Fikret’i süzüyorlar.Fikret kaçıp gitmek istiyor ama annesinin “Fatma teyzeniz bir şey isterse alın e mi” diye sıkı sıkı tembih ettiği aklına geliyor,gidemiyor.Fatma Hanım,elinde sevdiği gazozla yanına gelip oturuyor.Bir yandan da saçlarını okşuyor.Onun sorduğu sorulara cevap verirken kadının mavi gözleri gittikça yakınlaşıyor.Sıyırdığı gömleğinden görünen memesini Fikret’in ağzına dayıyor,gözleri kapatmış.O sırada hemen karşıda duran tek gözü kırık bir bebek onları izliyor.Fikret korkuyor,çok korkuyor.Çığlık çığlığa yukarıya koşuyor.


Kaset bitmişti.Fikret arka yüzünü çevirdi.Dışarıda kar makinelerinin sesini duyar gibi oldu.Pencereye yaklaştı.Uçsuz bucaksız kardan ve yıldızlardan başka hiçbir şey görünmüyordu.Bu aydınlık geceleri sevmeye başlamıştı.Acıktığını hissetti.Mutfakta öğrencilerinden birinin annesinin yolladığı köy tarhanasıyla,kurutulmuş et vardı.Çorbayı ısıttı.Etten bir parça tabağına koydu.O sırada çalan parçayı duyunca dalgınlıkla sıcak çorbayı üzerine döktü.Yanan bacağını ovaladı.Çorbaya dokunmadan geceyi izlemeye devam etti.Uzaktan köpeklerin ulumaları geliyordu.Çalan şarkı dalga dalga çoğalarak köpeklerin ulumasını bastırdı.”Ömrümüzün son demi,son baharıdır artııık” Tekrar uyku çöktü,gözleri kapandı.



KAYNAK: Hülya Saat / Senem DERE / Özgür Yayınları s. [68-71]

14 Kasım 2009 Cumartesi

Fikret / Senem Dere - I

Pencerenin önünde,uçsuz bucaksız uzanan karı seyrederken,çok uzaktan geçen karaltıların ağır ağır ilerleyen dalgınlığında kaybolmuştu.Kim bilir,sonu gelmeyen beyazlıkta yürürlerken nasıl bir karanlık büyüyordu içlerinde.Ya ağır bir hastayı yetiştirmeye çalışıyorlardı,ya da gebe bir kadını.Fikret gözden kaybolmalarını izledi.Üşümüştü.Kalkıp sobaya biraz daha odun attı.Elinde çocukların sınav kağıtları geri döndü.Yine pencerenin önüne yerleşti.Kağıtları okumaya çalışıyor ama bir türlü dikkatini toplayamıyordu.Kar onu ayartıyor,başka bir şey düşünmesine izin vermiyordu.İleride havlayarak koşan kangalların arasında birbirini kızaklarla çeken çocukları belli belirsiz seçebiliyordu.Bazen köpeklerden biri eve doğru iyice yaklaşıyor;Fikret,onun ıslak kocaman burnunu pencerenin yanında görür gibi olu-
yordu.Sonra gene havlamalar çocuk seslerine karışıyor,uzaklaşıyordu.

“Hadi” diyor annesi.”Çabuk!Bakayım,atkını sıkıca bağladın mı ? “Gece,Ankara’nın isli havasını kar temizlemiş.Dört katlı Samur Apartmanı’nın kapıları teker teker açılıp kapanıyor.Merdivenlerde neşeli ayak sesleri,gülüşmeler.Yavaş yavaş apartmanın kadınları,çocukları arka bahçede toplanıyor.Kadınların hepsi hemen hemen aynı yaşlarda.Çoğu bekar.En yaşlıları Hayriye Hanım dışarıya çıkamamış,penceresinden izliyor.Nermin,paltosunun önünü açık bırakmış,Koştukça iri memeleri hopluyor.İlk savaş ilanı ondan.Sonra herkes birbirine kartopu atmaya,çığlık çığlığa karlarla oynamaya başlıyor.Kartopu savaşının en keyifli yerinde birden annesinin tedirgin elini onuzunda hissediyor.Gözlerinde korkulu bir bakış var.”Baban geldi,gidiyoruz.” diyor.Çabuk çabuk merdivenleri çıkıyorlar.Babası her zaman ki gibi masanın başında oturuyor.Annesi hemen mutfağa gidiyor.Açtır.Bir şeyler hazırlayacak.Fikret,salonun kapısının önünde kalakalmış.Babasıyla karşılıklı birbirlerini süzüyorlar.Bir türlü onun bakışlarının ardındakini çözemiyor.Oysa annesinin gözleri berrak sular gibi.Hep çağırır.Babasının gözleriyse bahçedeki eski kuyuya benziyor.Karanlık.Böyle zamanlarda onun oğlu olmadığını düşünü-yor,düşlüyor hatta.Annesinin,eski bir kutunun içinde sakladığı gelinlikli fotoğrafı aklına geliyor.İncecik,yaprak gibi bir adamın kolunda gülümseyerek poz vermiş.Belki de gerçek babası o!O olsaydı…Genzi suçlulukla yanmaya başlıyor,gözleri doluyor.Koşarak odasına sığınıyor.Yine de babasının gergin,
yüksek sesinden kaçamıyor:”Kahretsin yine mi nohut!Tıkıldım kaldım buraya,tıkıldım!”


Sobanın üzerinde kaynayan demlikteki ıhlamurun kokusunu içine çekti.Artık geride bıraktığını sandığı insanların,seslerin,kokuların böyle aniden belirip kendini hatırlatmalarından yorgundu.Her şey o ölüm haberiyle yeniden başlamıştı.Kabuslar,rüyalar,gündüz düşleri…Sonra kar yüzünden tüm yollar kapanmış,küöücük evinin yalnızlığında içinin kalabalığını tüketmek zorunda kalmıştı.Cebindeki dörde katlanmış telgrafı açıp tekrar okudu.”Nevzat Bey vefat etti” “Stop!” “Cenaze,sizden gelecek habere kadar bekletilecek” “Stop” Kalkıp biraz ıhlamur içmek istedi ama üzerine çöken ağırlığı itemedi.Oturduğu sedire uzandı.Sobanın çıtırtılarını dinleyerek uykuya daldı.

KAYNAK: Hülya Saat / Senem DERE / Özgür Yayınları s. 67-68

12 Kasım 2009 Perşembe

10 Kasım 2009 Salı

Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri





29 Ekim 1938…Cumhuriyet Bayramı…Artık Büyük Ata’nın sağlık durumu,fevkalade vahim…Odasında,yarı uyku halinde,bitkin bir şekilde yatıyor…Yaşamından umut kesilmiş,her an her şey olabilir…Oysa O,Ankara’daki törenlere katılmak istemiş,hatta hipodromda,Atatürk’ün şeref locasına yorulmadan çıkabilmesi için bir asansör yaptırılmış,ama ne mümkün ?” Ne olacaksam orada olayım” diyen Atatürk doktorlara,”Bütün mesuliyet benimdir…Ankara’ya mutlaka gideceğim” demiştir,ama ar-
tık yatağından bile kalkamamaktadır.

O sırada Dolmabahçe Sarayı’nın önünden iyice yakın geçen bir vapurun içerisi,Kuleli Askeri Lisesi öğrencileriyle dolu…Cumhurbaşkanlığı boyunca ilk kez Ankara’daki törenlere katılamayan ve durumu oldukça ağır olan Atatürk’ü görmek isteyen öğrenciler,göz yaşları içerisinde,ellerindeki bayrakları,çiçekleri ve şapkalarını sallayarak haykırıyorlar…”Atamızı görmek istiyoruz!...Sonra birden hep bir ağızdan söylemeye başladıkları İstiklal Marşı ile Dolmabahçe Sarayı inliyor…Bu sırada yanında gene manevi kızı Gökçen olan Atatürk,gençlerin sesini duyarak heyecanlanır,yatağında doğrulur ve heyecanla pencereden bakan Sabiha Gökçen’e seslenir:

“Bak Gökçen,gençlerimin sesi…Duydun mu beni istiyorlar…” “Evet paşam”,der Gökçen,”Bir vapur dolusu genç…Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri…Cumhuriyet Bayramı törenlerinden dönüyor olmalılar…Atatürk “ Çocuklarım…Benim çocuklarım…” diye fısıldar,gözlerinden yaşlar süzülmektedir.Bu sırada içeriye doktor Neşet Ömer ve Salih Bozok girer.Atatürk heyecanını onlarla paylaşır.”Duyuyor musunuz” “Evet Paşam” derler gözleri dolarak “Duyuyoruz…”Onlar,Cumhuriyeti emanet ettiğim gençlerimiz..” der gururla Atatürk.Sanki bir anda iyileşmiş,güçlenmiş gibidir.

Oysa Atatürk’ün odasının yanındaki nöbet odasında Kılıç Ali,pencereyi açmış,gençlere “Gidin!” diye işaret etmektedir.Oysa gençler iyice coşmuştur.”Yaşa Atatürk,Varol Atatürk!” diye bağırmakta,bazı gençler vapurdan suya atlayarak,saraya doğru yüzmeye çalışmakta,”Atamızı görmek istiyoruz!” diye haykırmaktadır.

“Çocuklarımı görmek istiyorum…”

Atatürk “Çocuklarımı görmek istiyorum.Buraya kadar gelmişler,hiç değilse onlara el sallamalıyım,beni pencereye götürün!” emrini verir.Doktor Neşet Ömer “Fakat Paşam…” diyecek olur,Atatürk doktorun itirazına sertçe yanıt verir:”Nedir fakat?”Doktor susar.Salih Bozok hemen pencere önüne bir koltuk koyar.Sonra Atatürk’ü giydirirler.Bu giyinme ona büyük ıstırap verir,ama yüzünden boncuk boncuk terler süzüldüğü halde,sesini çıkartmaz.

Sonra nöbet odasından koşup gelen Kılıç Ali’nin de yardımıyla Ata’yı penceredeki bir koltuğa götürüp oturturlar.Atatürk giyinmiş,başı dik,sanki hiç günleri sayılı bir hasta değilmiş gibi,gençlere gülümseyerek el sallar.Gençler Atatürk’ü pencerede görünce,iyice coşarlar ve sanki denizde kıyamet kopar.Hep beraber alkışlayıp,”Büyük Atatürk” diye haykırdıklarında,yer gök inler.Gençlerden birkaçı daha üniformalarıyla vapurdan atlayarak Ata’larına doğru yüzmeye,marşlar söylemeye başlarBu manzarayla fevkalade duygulanarak ağlayan Atatürk’ün gençlere salladığı eli,gittikçe gücünü kaybederek yana düşer…Gözyaşları içerisinde “Yoruldum…” der.Kılıç Ali ve Salih Bozok,onu koltuğu ile kucaklayarak,yatağının yanına getirirlerken,dışarıdan gelen tezahürat sesi,gittikçe yükselmektedir.
Paşanın “Onları gördüğüm için mutluyum” derken,yumduğu gözlerinden ip gibi yaşlar süzülmektedir…

KAYNAK: İnsan Atatürk “Bir Yalnız Adam” / Tülay Bilginer

7 Kasım 2009 Cumartesi

Erkan Bey'in anısına...(*)

sokakların lordu erkan bey'in hatırasına...sokaklarda adımlarının izleri,çöp konteynerlerinin pisliğinde yaşama savaşı ve onun kavgası vardı.Çöp arabasının peşi sıra onu takip eden köpeği nez...Bir mühendisti o;Almanya'da yaşamıştı.Neden bırakmıştı her şeyi bilinmez.bir sırdı,ölümüyle birlikte sonsuza giden.haberini bir gün çöp toplayıcı arkadaşlarından birinden duydum.Parkta ölü bulunmuştu.O benim için Erkan Bey'di;ben onun için Ata Bey.Hiç bir zaman küfürlü konuştuğunu duymadım ve hiç sarhoş görmedim onu.Hiçbir şey istemezdi,yanlızca kitap.Ben de olan bütün kitapları okumuştu.Bütün klasikleri hatmetmiş,benim edebi anlamda geçtiğim yollardan geçmişti.Benden en son 'Bal Mahmut' olarak bilinen Mahmut Baler'in bir kitabını istemişti.Alamadım.Zaman yetmedi;zaten neye yeter ki zaman!


Ata Erbayav 8 Kasım 2009,06.50

(*) Sayın Senem Dere'ye geç kalmış bir yazının yazılışına vesile olan hatıralar silsilesini tarihimin tozlu sayfalarından günışığına çıkarıp yazıya dönüştürmem için,
bilmeden,anılarımı tetikleyip bu yazının sebebini oluşturduğu için özel teşekkürle...

1 Kasım 2009 Pazar

CEVAT ÇAPAN’IN ŞİİRİ – Turgay Fişekçi

Geçen hafta bir bölümüne değinmeye çalıştığım çok sayıda mutlu rastlantının ortaya çıkardığı bir şair kişiliktir Cevat Çapan.

80’li yıllar,Cevat Çapan’ın kendi şiirine dönüş yıllarıdır.İlk şiiri 1952 yılında,henüz 19 yaşındayken yayımlanmış olmasına karşın ilk şiir kitabı Dön Güvercin Dön aradan 33 yıl geçtikten sonra 1985’te yayımlanır ve o yılın Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanır.

Yılların birikimi içinde yaşama sevinciyle hüznü ustalıkla harmanlayan,yalınlıkla derinliği buluşturan şiirleri peş peşe kitaplaşır:Doğal Tarih,Sevda Yaratan,Ne Güzel Yolculuktu Aklımdan Çıkmaz.Şiirlerinden seçmeler İngiltere ve Fransa’da da kitap olarak yayımlanır

Cevat Çapan şiirine genel bir bakışla yaklaştığımızda hep anlatılan bir hikaye vardır.Bu hikaye,kimi zaman kişisel,kimi zaman toplumsal bir hikayedir.Ancak içlerine kişisel hikayelerle,düşlerin karıştığı hikayelerdir bunlar.Annesini,babasını,dayısını anlatırken Anna Ahmatova’yı,Osip Mandelştam’ı,Cesar Vallejo’yu,Walter Benjamin’i de anlatır.

Aslında bir düşler sağanağı da diyebiliriz onun şiiri için.Yalın görünümlü olmalarına karşın kişisel,toplumsal ya da tarihsel pek çık öykünün iç içe geçtiği,birbiriyle ilintilendiği,buluşup uzaklaştıkları bir olaylar ve düşler sağanağıdır.Bu nedenle gizlerine çok da kolay varılabilecek bir şiir değildir belki.Ama şairin dünyasını tanıyıp,ailesi,geçmişi,yine onun ailesi içinde sayabileceğimiz dünya edebiyatı ve özellikle de şiirinin serüvenlerine açık olanlar için tadına kolay varılacak ve sonra da tiryakisi olunacak bir şiir-
dir Cevat Çapan’ın şiiri.

Bir yaştan sonra sınırsız bir çağrışımlar
zinciridir hayat;
başka kokular,başka görüntülerle saldırır
üstüne tekleyen belleğinle
ve birden başka adlarla uyanırsın bir dağ
yamacında daldığın düşten.
Bir İsveç filminde miydi o küçücük maden-
ci çocuğu
Auguste Renoir’ın adını hecelemeye ça-
lışan?

Sonunda sana sığınıyorum,ey şiir,rüzgar-
ları,fırtınaları yararlı kılan.
Yaşarken güzel adlar koydum çoçuklarıma:
Nigar,Leyla,Alişan.

Çok kabaca özetlemeye çalıştığım olaylar ve olgular,onun bin bir zenginlik içeren hayatının küçük bir bölümüdür yalnızca.Onu tam olarak tanıyabilmek için,gittiği meyhaneleri,yüzdüğü denizleri,gezdiği yerleri,okuduğu kitapları,gördüğü filmleri,oyunları,tanıdığı nice renkli insanportrelerini,çocuklarıyla,öğrencileriyle olan serüvenlerini ayrıntılarıyla bilmek gerekir.Çünkü bütün bunların ve nicelerinin bileşeninin doğurduğu bir şeydir Cevat Çapan şiiri.

Bunca yüksek uçuşa karşın,Cevat Çapan,ayakları yerden kesilen şairlerden değildir.Güçlü gerçekçiliği ve duyarlık eğitimiyle maddi dünya ile yaratı dünyasını birbirinden ayırmadan nir arada koruyabilmeyi başarmıştır.Gerçeklik duygusuyla güzellik duygusu yan yana,bir aradadır.

Lirik şiir yazmasına karşın,şiirde lirik söyleyişle mizahı,ironik tonu da ustalıkla birleştirebilmektedir.

Cevat Çapan’ın düşler sağanağından,bölük pörçük yaşam parçalarından bir şiir dünyası kurduğunu söyledim.Bu yamalı bohça gibi görünen şiir dünyasına biraz geri çekilip de yukarıdan baktığınızda ise karşınızda kusursuz bütünlükte bir yapıtın durduğunu göreceksiniz.

Elbette bütün sanatlar gibi şiirde aslında şairin bireysel serüvenidir.Ama şair bu serüvenine ortak edebildiği okurlarıyla yaşar,çoğalır.

Cevat Çapan’ın Türkçe okuyabilen biz okurlara sunduğu şiir yolculuğu çok güzel.
Ve kim bilir kaç kuşaklar boyu akıllardan çıkmayacak.

KAYNAK:10 Ağustos 2005,Cumhuriyet

Cevat Çapan'ın tarihinden fotoğraflar...



Fuar merkezinin ikinci katından Şair Cevat Çapan'ın yaşamından çeşitli kesitler sunan,siyah beyaz fotoğraflarından oluşan bir fotoğraf sergisi var.Sergilenen fotoğrafları incelerken bir zaman tüneline girmiş gibi hissettim kendimi...Gençliği,
eşinin gençliği;çocukları,çocuklarının küçüklüğü ve büyümesi;Cevat Çapan'ın saç ve sakalına düşen kırlar - sakalı yüzüyle bütünleşmiş gibi - ;eşiyle geçen bir ömrün tanıklığı;edebiyat söyleşileri,dost meclisleri...Fotoğraflarında zamanın Cevat Hoca'nın fiziksel görünüşünde oluşturduğu değişim görülebiliyor;değişmeyen ise yüzünden eksik olmayan gülümseyişi ve gözlerindeki ışık ! O ışık ki;dizelerde gösteren kendini!

Fotoğraf sergisindeki birkaç fotoğrafı tanık olduğum bu zamanı kaydetme isteğimden fotoğrafladım.Fotoğrafın fotoğrafı oldu,ama olsun.O zamanları yaşamadım ama yaşar gibi oldum.Cesar'ın değişine bir gönderme yaparsam;gittim,gördüm,tanık oldum!

"Şiir Çevirisi ve Şair Çevirmenler" konulu söyleşiden...



Tüyap Kitap Fuarı'nda "Şiir Çevirisi ve Şair Çevirmenler" konulu söyleşide Cevat Çapan ve Ataol Behramoğlu.Erdoğan Alkan söyleşinin son 10 dakikalık bölümüne katılabildi.

Tüyap Kitap Fuarı 'Çevirmen Şairler' konulu söyleşiden...

28. Tüyap Kitap Fuarı Onur Konuğu Cevat Çapan



Egemen Berköz'ün yönettiği 'Şair Çevirmenler' konulu söyleşisine Eray Canberk,Cevat Çapan ve Nazmi Ağıl katıldı.28. Tüyap Kitap Fuarı Onur Konuğu Cevat Çapan'ın şiir çevirisine bakışı;1996 yılından bu yama değişik çoğrafyalardan dilimize çevrilen şiirlerin her hafta Cumhuriyet Kitap'ta yayımlanan 'Şiir Atlası'nın şiir çevirisi açısından yüklendiği misyona vurgu yapıldı.

29 Ekim 2009 Perşembe

MUTLULUK / Ata ERBAYAV*

Kış güneşi dışarıda;yine pencere,
yine pencereden dünyaya bakan ben.

Makamımdayım yine,masa başında.
Kitaplar,sözcükler;vesaire,vesaire...

Bulunduğum noktanın kralı olmuşum.
Uzaktan bakıldığında nokta zannedilen bir dünya.

Mutluyum dünyalar kadar!


2 Kasım (sene bilinmiyor,2000'den sonra)

(*) unutulmuş şiirlerden)

26 Ekim 2009 Pazartesi

Fakir Baykurt'un Konuşmalarından





 “Benim dilim sadece kitaplardan öğrenilmiş değildir. Evimizde, köyümüzde, Türkçenin olduğu her yerde çocuklardan, kadınlardan, okumuş okumamış halkımızdan emdiğim Türkçe’dir benim dilim. Halkımın göğüsleri bereketle dolu olduğu için, ben de onu eme eme büyüdüğüm için, gürbüz bir yazar olabilmişimdir...”

 “Bakın ben aklıma, gönlüme uygun bir tek sözcük yaptım, o da varsıl’dır. Bir arkadaşım vardı; kızı annesinden çay isteyeceği zaman “Çaysadım!” derdi. Susadım demiyor muyuz; onun gibi. Tırpan’ı yazarken, “ yoksul” karşıtına ille “zengin” mi diyeceğim, “varsıl” geldi kalemime; hemen öyle yazdım. Sonra baktım, başka arkadaşlar da kullanıyor...”

 “Bir sanatçı olarak yazar, anlayabildiğime göre, günün her saatinde ve her yerde, dünyaya yazmak diye bir tutkuyla bakar. Sürekli bir uyanıklık içindedir.

 “1929 doğumlu olduğum doğru. Ay, gün bilinmiyordu. Anamla konuştuk. Köyde orak mevsimi. Tarlada sancılanıp eve gelmiş. Haziran ortasıdır...”

 “Dikenlerin arasından gelmiş bir yazarım ben. Yüzyıllarca karanlıkta bırakılmış köylerin birinden, Akçaköy’denim. Ailem yoksuldu. Kırk bayır kırk iki dönüm toprağımız vardı. Birkaç yerde anlattım, anam babam okuma yazma bilmiyordu. Köyümüze geçten geç açılan ilkokul yalnızca üç sınıflıydı. Evimizde bir tek kitap yoktu. Cumhuriyet beni götürdü, açtığı Köy Enstitüsünde eğitti, öğretmen yaptı; elime kalem verdi yurdun yazarları arasına kattı. Şimdi düşünüyorum, yokluktan geliyorum.”

 “Almanya’ya göçmemin iki nedeni var; Biri can güvenliğimin yok olması. İkinci, 1963’te Amerika’dan dönerken bir hafta aralarında kaldığım işçilerimizin yaşamını daha yakından görme isteği...”

 “Ben 1971 12 Mart’ında iki kez gözaltına alındım ve tutuklandım. Yattım içerde. Yargılanmam dört buçuk yıl sürdü. Sonunda aklandım. Yattığım yanımda kar kaldı. 12 Eylül 1980’de Almanya’daki yazınsal incelemelerimi sürdürürken, şimdi Marmaris’te resim boyayan generalle arkadaşları darbe yaptı. Dönsem tutuklanacağım. İçinde yazınsal sevdası olan insanlar için cezaevleri uygun yerler değildir. Döneni içeri atıyor dönmeyeni yurttaşlıktan çıkarıyordu. Ben çıkarılmadım, belki ünümden çekinildi. Bu koşullar yüzünden dışarda kalışım uzadı. Yazılarımı, kitaplarımı orda yazdım. Burada yitirdiğim öğretmenliği orada sürdürdüm.”

 “Hareket noktam çoğunlukla ‘yaşam’dır. Yaşam’dan aldığım ‘deney’ ve etkilenim’leri, düşüncelerim ve inançlarımla emiştirerek yazmaya yönelirim.”

Yazdıklarım

Biraz daha ayrıntıya girelim. Ne yapmak istedim ben? Köyün, köylülerin yaşamına ışık tutmak. Bunu sanatın gereklerini, her iyi yazarı birinci derecede ilgilendiren sanatsal kaygıları göz önünde tutarak yapmak istedim. Toplumda hiç konuşmayan ya da yeni yeni konuşmaya başlayan bir katmandı biz yazmaya başladığımızda köylüler. Özellikle kadınların ağızları var, dilleri yok gibiydi. Hepsinin eline vur, lokmasını al. Giderek her şey gibi bu da değişti. Köylüler de konuşmaya başladılar. Kadınların dili çözüldü. Edebiyat dünyamıza yeni yeni kadın erkek tipleri, karakterleri girdi. Bilincini belki daha tam olarak bulamamış, ama onu sürekli olarak arayan insanlardı benim insanlarım. Bu dünya güzel, yaşamak tatlı, ama toplumun düzeni alabildiğine bozulmuş, kurallar köhnemiş. Kurtulmak için, düze çıkmak için ne yapmak gerekir? Kurtuluşun ilk adımı “Ne yapmak gerekir?” sorusunu sorabilmektir. Önce el ve göz yordamıyle, sonra ışıkla, aydınlıkla bulmağa başladılar aradıklarını. Şimdi, yaptıkları üretime dayalı olarak ve gerçekten düze çıkabilmek için siyasal savaşıma da yöneliyorlar. Bu savaşımda öncüleri hangi sınıftır, yandaşları kimlerdir, kimlere güvenebilirler, kimlere güvenemezler, nasıl örgütlenmeliler? Bunları araştırıyorlar. Benim yazarlıkta en kaçındığım nokta, kuruluk ile doğru yanlış bir takım savsözlere takılıp kalmaktır. Bunları yeğleyen arkadaşlara bir şey demiyorum., ama kendim yeğlemiyorum. Ben sanata şiirden geldim. Etli, kanlı canlı bir anlatımı aradım hep, arıyorum. Edebiyat doğru, etkileyici, yararlı, ama aynı zaman da güzel de olmalıdır. Güzellik deyince ille burjuva güzellikleri anlaşılıyor. Ne yanlış! Bütün toplumsal sınıfların özgün güzellik anlayışları vardır. Benim sınıfımın, katmanımın güzellik anlayışı da ona göre. Yazdıklarımızı kentsoylu arkadaşlar beğenmiyorsa buna aldırmam. Beğenirlerse aldırırım bilgiçlik başka, bilmek başka. Neredeyse bizi sürüp çıkaracaklar yazı alanından. Daha önce de söyledim, bu alan geniştir, daha çok yazarı, ozanı yutar... Olduğum yerde çakılıp kalmadım, geldiğim yerde de kalamam. Bunun için yazılı ve sözlü geniş bir kültür birikimimiz olduğuna inanıyorum. Halkımızın dil ve anlatım gücü, Türkçenin bağrında saklı olanakları son derece boldur. Bütün bu olanakların ortasında, bu anlayışla yaptığım çalışmaları yetersiz buluyorum. En iyi, iyinin düşmanı. Yazdıklarımdan çok yazacaklarıma güveniyorum. “Fakir Baykurt’la Konuşma”, Alpay Kabacalı, Milliyet Sanat Dergisi, 12.6.1978, s.281

 ...Yorulmadım hiçbir zaman O yoksul sevgili gibi dağ başlarında Karda kalmış, darda kalmış yolcular için yazmaktan

 Yaşam, bilinçten bilinçaltına iner. Orada mayalanır, dinlenir, değişir. Etkisi derin, yankısı geniş toplumsal olayların 8-10 yıl geriden gelerek romanlaşması bu yüzdendir. Bilinçaltı birikiminin değişerek bir biçim bulması, bir sanatsal anlatım biçimine erişmesi şipşak olmaz. Hatta sadece bir fışkırma da sayılmaz, “birdenbire”lik yoktur onda.

Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidir roman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme... pembe beyaz yapraklardan gülsuyu ve gülyağı çıkarmak gibi.

 ... ne tümden bilinçaltı fışkırması, ne de yalnızca bilinçli bir çabadır roman.

 “ ...Ben günlük tutmam ama not tutarım. Bir sürü gereci, ayrıntıyı: çağrışım, gözlem, dinleme, duyma yoluyla ufak ufak kağıtlara yazar biriktiririm. Biçim ararım...”

 “...Dikkat ettiğim noktalar vardır. Adına kadar, kişi adı, yer adı, romanın adı; hepsi inceden inceye düşünülmüş olmalı derim. Hiçbir sorunun çözümünü raslantıya, gelişigüzelliğe bırakmak istemem... bir romanım ötekine benzemesin isterim. O yüzden kılı kırka yararım... Her ayrıntı çağrışımla, her çözüm konuşup görüşmeyle gelmez. Aylar süren okumalar gerekir. Köygöçüren için uzun uzun, yer altı suları, Orta Anadolu iklimi, sondajcılık, sulu ve kuru tarım konularını inceledim, pekçok rapor okudum. Amarikan Sargısı ve Kaplumbağalar için üst üste gezler yaptım. Yayla için Tarih Kurumuna, müzelere gidip geldim, arkeoloji çalıştım. Hastanelerde gözlem yaptım. Dağlarda, yaylalarda yaşadım. Uzaycılık üstüne kitaplar okudum. Bunlarsız olabileceğini sanmıyorum...”

 “...Dünyada ve bizde gençlik adaletsizliğe baş kaldırmaktır. Onu “Demokratik Üniversite!” “Halka dönük üniversite !” haykırışlarının altında yatan temel istek, bu yamuk, bu adaletsiz durumun değiştirilmesidir.
Üniversiteler, bunlara eğilmediği, bunlara çözüm aramadığı için gençlerin sabrı taşmış, sonunda sokağa düşmüş ve eyleme geçmişlerdir. Bu anlaşılmadıkça, bu değişiklik yapılmadıkça,gençliğin bilime ve tarihe uygun savaşı sürüp gidecektir. Bu yüzden biz gençlerimizi anlamakta onları doğru yolda görmekteyiz. Bunu copla, gaz bombasıyla, durdurmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Bunun bir tek çaresi vardır.O da devrimdir. Devrim, tarihsel koşulların olgunlaştığı dönemlerde olur. Tarihsel koşullar olgunlaşmamışsa devrim olmaz...” TÖS 2. Olağan Genel Kurul Toplantısı 7 Temmuz 1969 - KAYSERİ
KAYNAK:http://tr.wikiquote.org/wiki/Fakir_Baykurt

Fakir Baykurt,yeniden – Feridun Andaç




Bir anıyla başlamak isterim söze.

1960’lı yılların sonuna doğru,ortaokulda öğrenciyken elimden düşürmediğim Fakir Baykurt’un Kaplumbağalar romanıyla sınıfa girdiğimde,bir arkadaşımın şu sözleriyle karşılaştım:

“ O komünistin romanını nasıl okursun ? “

Bunu diyen arkadaş bir köy çocuğuydu.Kente binbir zahmetlerde okumaya gelmiş,”han”a benzer iğreti bir otelde kalıp okula gidip geliyordu.

TÖS’ün (Türkiye Öğretmenler Sendikası) etkin olduğu yıllardı.

Ortaokul öğrencisi olarak TÖS’ten,sendikadan vb. çok uzaktaydık.

Okul kitaplığında elime geçirdiğim bu romanı tutkuyla okumaya vermiştim kendimi.

Arkadaşımın o tepkisi sırasında biraz cenkleşmiş,ardından da soluğu okul idaresinde almıştık.

Başmuavinimiz Muammer Bey öğütlemişti arkadaşımı,beni de uyarmıştı.

Fakir Baykurt adı,yazdıkları kadar,o “küçük olay”la da belleğimde yer etmişti.

YAZARIN BİLGE YANI

Sonradan ona dair okumalarımın ardı arkası gelmişti.

Üniversitede öğrenciyken,kitaplarının yayımlandığı Remzi Kitabevi’ne dışarıdan redaksiyon yapıyordum.Baykurt’un birkaç kitabı da bu nedenle elimden geçmişti.

Titiz bir yayıncı olan Erol Erduran,yazarın göz attığı metni bir de başka gözün okumasını isterdi.

Önüme gelen dosyada hem Baykurt’un düzeltileri olurdu,hem de kitabın yeni bir çıkışı.Yayıncılığımız henüz ofsete geçmemişti o günlerde.

Diyebilirim ki,ilk düzelti /redaksiyon dersimi Baykurt’un kendi metni üzerinde yaptığı düzelti notlarından öğrendim.

Bir yazarın kendi yazdığına dışarıdan bakması,dahası kitaplarının her yeni baskısında yaptığı “ayıklama”,”düzeltme” bana öğretici,yol gösterici olmuştu.

Yaptığım işi seviyordum.

Bundan bir süre sonra,1979’da Almanya’ya giden Fakir Baykurt’la yazışmaya başladım.

Uzunca bir zaman diliminde bu al-verimiz sürdü…Yurtdışına çıktığımda ise,İsveç dönüşü,Almanya’da yaşadığı kentte,Duisburg’a giderek onu ziyaret etmiştim.
O buluşmamızdaki bir günlük beraberliğimizde,karşımda duran yazarın “bilge” yanı beni etkilemişti…

Akşamın söyleşisini bir Çin lokantasında sürdürmüştük…

SÖZ IRMAĞINDA GEZMEK

Bir dönem yazdıkları kadar,öğretmen hareketinin lideri olarak kitleler üzerinde etkisi olan Baykurt,her sözü ile sizi,söz ırmağında gezdirip hayata / yazıya / insana dair yaşanmışlığın,tanıklığın birikimini aktarıyordu.Ama dingin bir su gibi akarak,bilgece yapıyordu bunu da.

Önce yazdıklarını,sonra kendisini tanıdığım yazarlar arasında beni şaşırtmayan ender yazarlardan birisi duruyordu karşımda.Ki,bunu zamanla daha iyi kavrayacaktım.

Bunda da,gene kısa bir zaman sonra,Baykurt’la yollarımız çakışmış,onun kitaplarının bir bölümünün editörlüğünü üstlenmiştim Papirüs Yayınevi’nde.

BİR DİL VİRTÜÖZÜYDÜ

Yakın dostu Selahattin Şimşek’in oğlu Oktay Şimşek’in sorumluluğunu üstlendiği yayınevine destek de vermek istiyordu.

Onun salt yaşamın değil1930’lardan 1980’lere kadarki 50 yıllık zaman dilimine tanıklığı içeren Sekiz ciltlik “ özyaşamöyküsü “ nün ilk iki cildin yayımını görmesi,sanırım onun mutlu anlarındandı.Çünkü bu birikiminin bir an önce gün ışığına çıkmasını istiyordu.

İşte Fakir Baykurt’la bu süreçte daha da yakınlaştık.Onu daha iyi tanıma olanağını buldum.

Bir dil virtüözüydü Baykurt.Romanında olsun,,öyküleri ya da denemelerinde olsun ele aldığı bir konuyu;onun deyişiyle,sözcükleri seviştirerek incelikle işlerdi.

Dil duygusunun aşınmayan,sürekli gelişkin yanlarını görebilmek için herhangi bir metnini okumanız yeterliydi.Nice aradan sonra yapıtlarının Literatür Yayıncılık tarafından yeniden yayımlanıyor olması sevindirici.Bu ilk adımın Kaplumbağalar romanıyla atılması ise çok daha anlamlı bence.Çünkü Baykurt’un romancılığımıza sunduğu bu başyapıt onun dil dünyasından düşünce dünyasına,yurttaşlık bilincinden yaşama ülküsüne kadar birçok gerçekliği içinde barındırması açısından da önemlidir.

Bu yazarı yapıtıyla yaşanır kılan yanların neler olduğunu görebilmek için Kaplumbağalar’ı okumak yeterlidir diyebilirim…

BELLEK KUTUSU: “ Yazın,özellikle roman alanındaki gözlemlerim gerçekleştirebildiklerimden geniş ve derindir.Bakıldığı zaman toplumun ,içinden geçmekte olduğumuz tarihsel ve akan zamanın bütün kişileri,bütün sorunları,durumları görünmeli onlara.Okurun bakıp bakıp yalın gözle göremediklerini yazar olarak ben gösterebilmeliyim.Nasıl mikroskobun yardımı olmadan mikrobu göremiyorsak ,sanatın,bilimin yardımı olmadan toplumsal,politik ,tarihsel gerçekleri de göremeyiz “ Fakir BAYKURT

OKUMA ÖNERİLERİ: Fakir Baykurt : (Roman) Yılanların Öcü,1959;Onuncu Köy:Irazca’nın Dirliği,1961;Kaplumbağalar,1967;13. Basım,Literatür Yay.,363 s.; Amerikan Sargısı,1967;Tırpan,1970;Köygöçüren,1973;Keklik,1975;Yayla,1977;Kara Ahmet Destanı,1977;Yüksek Fırınlar,1983;Koca Ren,1986,Yarım Ekmek,1998;Eşekli Kütüphaneci,2000.(Öykü) Çilli,1955;Efendilik Savaşı,1959;Cüce,1964;Anadolu Garajı,1970;Can Parası,1973;Sınırdaki Ölü,1975;Barış Çöreği,1982;Gece Vardiyası,1982;Telli Yol,1998.(Deneme) Efkar Tepesi,1960;Şamaroğlanları,1976;Yeni Kölelik mi?,Benli Yazılar,1998.

KAYNAK:16 Ekim 2006,Cumhuriyet

Fotoğraf Alıntı:www.evrensellmuzik.blogspot.com

23 Ekim 2009 Cuma

Turgut Uyar’ın Kırıkları – Turgay Fişekçi

Dünya Kitapları Erhan Altan’ın Tomris Uyar’la Turgut Uyar üzerine yaptığı konuşmalardan oluşan bir kitap yayımladı:Ben Koşarım Aşağlara,Koşarım.

Çağdaş Şiirimizin en özgün kişiliklerinden olan Turgut Uyar’ı,şiirlerinin ve yazılarının dışında,evden birinin yaklaşımlarında tanıma olanağı sunuyor kitap.

Çağdaş şiirimizin çok sevilip okunmasına karşın şairlerin yaşamöyküsünü anlatan kitapların eksikliği hep duyulur.O güzel şiirleri yaratan insanların nasıl birer kişilik olduğunu,nasıl yaşadıklarını,nelerden etkilendiklerini nilemeyiz çoğu zaman.Nazım Hikmet dışında yaşamöyküsü derinliğine yazılmış başka bir çağdaş şairimiz yoktur.

Ben Koşarım Aşağlara,Koşarım,Turgut Uyar’ın yaşamı üstüne ayrıntı zenginlikleriyle dolu bir kitap.Kitabın beni en çok etkileyen yanı ise,şairin bilmediğim bir özelliğiyle karşılaşmak oldu:70’li yıllarda,yani şairin ellili yaşlarında beklenmedik ve sık sık yinelenen kırıklar olmuş.Kolu,dirseği,kalçası…
Biri düzelmeden bir başka yanı kırılırmış.

İşin ilginç yanı şair,kırılan yerlerinin sağaltımı için hiç çaba göstermez,neredeyse kırıklarıyla birlikte yaşamayı yeğlermiş.Zorla götürüldüğü hastanelerde de tedaviye karşı edilgen bir direniş içinde olurmuş.

Bir başka ilginçlik ise bu sık sık oluşan kırıklara yol açabilecek kalsiyum eksikliği vb. bedensel bir nedeninde bulunmaması.Kendisini tanıyanların ya da fotoğraflarına bakanların kolaylıkla anlayabilecekleri gibi “aslan gibi “ bir adamdı Turgut Uyar.

O zaman nasıl açıklamalı Turgut Uyar’ın kırıklarını ?

Tomris Uyar,kitaptaki yanıtında.”Ben şu anda pek tahlil edemiyorum doğrusu,belki işime de gelmiyor “ demiş.

Spor yazarı Turgay Renklikurt’a danıştığında ise şöyle bir yanıt almış:”Bu kişiler bir şeyde çok iyi oldukları zaman biraz daha iyisini yapamayacaklarsa bir yerlerini kırıyorlar.Ya da söz konusu kişi bir şeyden çekindiği zaman,başına bir şey getiriyor.Ama bilerek değil tabii.”Nazım’ın,”yarmışım göğsümü / yüreğimi yiyoruz bir dişiyle beraber”
dediği durum mu?

Yoksa çok daha geniş bir dünyaya başkaldırma,daha doğrusu yaşadığı dünyaya katlanamama mı?

Birbirinden güzel şiirler yazmış bir şairin,hayattan böylesine vazgeçmesini nasıl açıklamalı?

Kahramanlık her zaman savaş alanlarında ya da insanlık için can vererek olmuyor.İnsanoğlunun acısını duymak,onu yaşamak ve başkalarına yansıtmak da insana özgü bir kahramanlık.Turgut Uyar şiirlerinde bu acıyı benzersiz biçimlerde ortaya koydu.Bu acıya dayanmak ve ona karşı direnmek kadar dayanamamanın da çağdaş
Bir kahramanlık olduğunu sanıyorum.Mayakovski’den Yesenin’e,acıyla baş edemeyen çok sayıda şair sayılabilir.

Turgut Uyar’ın son dönemlerinde yaşamdan vazgeçtiği çok belliydi;tıpkı kuşaktaşı Cemal Süreya’nın üstü kalsın diyerek dünyadan ayrılışı gibi,o da yaşadıklarını ve gördüklerini yeterli bulmuş olmalı.

Mutsuzluktan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun
Sevgim acıyor.

KAYNAK:4 Ocak 2006,Cumhuriyet

22 Ekim 2009 Perşembe

Kevser Ruhi’nin ikinci öykü kitabı ‘Saçları Deli Çoruh’ / Hülya Soyşekerci – II

KARAKTER AĞIRLIKLI ÖYKÜLER

Kevser Ruhi’nin belirli bir karaktere yaslanan,’karakter ağırlıklı’ öyküleri de var kitabında.Sözgelimi,Delimemet öyküsünde aynı adı taşıyan karakter,yaşamının bir döneminde aniden karşısına çıkan acı sürpriz (deprem) ile dengeleri altüst olan bir insanın dramını içselleştiriyor.Bu öykü,okuru gülümsetirken bir anda hüzünlü yaşlar dökmesine neden olabiliyor;insanı bir duygudan öteki duyguya alıp götürüyor.Aynı anda hem hüznü hem de gülmeceyi duyumsatabilmek,özel bir öykücü yeteneğini ve yaşamı iyi gözlemleyen bilgece bir bakışı gerektiriyor.Yaşamın acı-tatlı öykülerden oluşan bir toplam oluşunun;insan hallerinin yarattığı çelişik gerçekliğin,yaşamın özünü oluşturduğunun bilinci ve farkındalığı bir öykü yazarı için önemli meziyetler arasında yer alıyor.Aynı yaşam felsefesi,Seyran adlı öyküde de kendini gösteriyor.Seyran,tatlar,kokular,dokunuşlar ve anılardan oluşan uzun bir ömür içinde yapayalnızdır.Gidememek,ölememek,düşlerle yaşamaktır onun gerçeği.

İkramiye bir 12 Eylül öyküsü.Yaşanan olayların yarattığı travmatik durumların anlatıldığı bu öyküde iç içe iki kurgu katmanı yer alıyor.”Gerçek” ile kurmacanın,metnin içinde buluşarak birbiri içinde sürmesi olgusunun bir üst gerçeklik yaratması durumu,farklı bir kurgusal deney ya da kurgu oyunu ola-
rak ilgi uyandırıyor.Özellikle öykü kişisinin gerçekliği bağlamında ilginç sürprizlerle karşılaşılabiliyor.Sonrası Kül,yazarın kendi anılarından yola çıkarakonları yepyeni bir gerçeklik içinde dönüştürdüğü,yeniden yarattığı bir öykü.Yaşamın kırılma noktalarındaki insani dramlar burada da karşımıza çıkıyor.Ölüm döşeğindeki babasını son kez görmeye gelen öykü kişisi,öykü anı içinde zamansal olarak sık sık geriye dönüyor;anıları içinde babasının sağlıklı ve çalışkan hayali gözünün önünden gitmiyor.Sobadan görünen alevlerin dansı onu çocukluğuna götürüyor:”Sobanın alevleri kış gecesinde bakıp bakıp masallar uydurduğu güzellikte değil (…)Oysa bu alevlerin gülümsemesi hatta kahkahası vardı.Alevler konuşurlar,cilveleşirler,sarılıp sarılıp ayrılırlardı.Yarattığı hayal dünyasında alevlerin kol kola girip bir eğlenceye gittiklerini düşünürdü.” (s.75) Alevlere ve ateşe çocuk dünyasındayken yüklediği mutluluk imgelerinin ölümün soğuk rüzgarlarıyla sönmesi,her şeyin babasından sonra küle dönüşmesi…Kevser Ruhi,Sonrası Kül’de kısa öykünün bir gereği olarak,sözcüklerin birkaç fırça darbesiyle canlı,etkili,çarpıcı ve işlevsel betimlemeler kullanıyor:

“Sabahın çok erken saatleri.Kasaba,soğuk havada yatağından çıkmak istemeyen,uykusuna doymamış bir çocuk gibi mahmur.Sokaklarda birkaç başıboş köpek,duvar dibine sinmiş kediler ve bisikletle gece vardiyasından dönen işçilerden başka kimse yok.”(s.71) Betimlemeler konusundaki tutumunu kitabın tümündeki öykülerde de sürdürüyor.Herkes Gibi,çocukları herkes gibi olmayan;zihinsel engelli olarak nitelenen iki annenin dünyasını buluşturan bir öykü...İki kadının kesişen yazgıları,yaşadıkları yoğun kader duygusu,kocalarıyla çelişkileri ve ardından gelen ayrılıklar…Babaların,sorumluluğu omuzlayacak kadar güçlü ve özverili olamayışları ve kaçış psikolojileri…Annelerin,”çocuğum benden sonraya kalmasın” dileğindeki o umarsız,derin anlam…

KİŞİSEL SANAT…

Bu noktada Tomris Uyar’ın “Kısa öykü tek başınalığa dayanan kişisel bir sanattır.İnsanoğlu’nun yazgısına yöneltilmiş içli bir çığlıktır.” sözünü öyküyle yaşamı buluşturan tüm gizemi içinde anımsıyoruz.Sessizce Kırıldı Kanatları,ruhu bedenine sığmayan,kendi bedeni odada,bir kanapeye mahkumken hayalleri başka yerlerde koşan bir gencin dünyasına bir spot ışığı tutuyor.”Hayal kelimesi,ufacık bir işaretle,küçük bir dokunmayla hayatın kendisi oluveriyordu işte.Hayal ve hayat…Sınırsız özgürlük ve sınırlı yaşam…Hayal kelimesinin en son harfine eğik,kısa,düz bir çizgi atılması…”(s.104) Bu da başka bir insanlık durumunun öyküye dönüşmesi…

Şehrin Onaran Elleri,yasadığı derin mutsuzluğu unutmak içinAvrupa’da bir kente geziye giden kadının,ülkesinden göç etmiş siyasi bir sürgünle tanışması ve sonrasında yaşadığı güzel duyguların şiirsel öyküsü.Yanlış Öykü,deneysel bir çalışma olarak dikkat çekiyor.Hiç yazılmayan,hiç yaşanmayan,
Mekansız ve zamansız bir öykünün öyküsü bu.Şiirsel dille dokunmuş öykü yazma süreçleri,farklı bir görme biçiminden aktarılıyor.Kitabın en dikkate değer kadın odaklı öyküsü Bir Kabul Günü Fotoğrafı adını taşıyor.Evin sınırları içinde dar yaşamlarına hapsolan ev kadınlarının “yalnızca iyelik ekleriyle” mutlu olma psikolojileri başarıyla yansıtılıyor bu öyküde.Sormayan,sorgulamayan,dümdüz ve sıradan yaşamlarının boşluğundaki o kabul gününde çoğalttıkları dedikodular ve sonrası adeta bir ritüele dönüşen göbek dansları…Bazılarının çıkara dayalı,göz boyayan ilişkileri…Bu öykünün asıl ilginç yönü,
Yazarın öyküye daha başından dahil olması,yazdıklarının içinde yer alacağını dile getirmesi.Yazar,‘yazar’ı şöyle tanımlıyor;”Yazar,işi ‘yazmak’ olmayanlara göre çok daha zor yazan,her paragrafta ömrü tükenen,yazmaya başlayınca kendisiyle kavgası başlayan,talihsizin biridir.” (s.153)

YAZARIN SORGULANMASI

Yazar,öykünün bitimine doğru okura sorar:Kendisi bu öykünün neresinde gizlidir ? Okurla oynanan bir kurmaca oyunudur bu.Öykü karakterlerinden hiçbirinde kendi izini taşımadığını söyler yazar;kendisinin bir eşya;sözgelimi odanın köşesindeki o fiskos takımı olup olmadığını bile sorar bize.Şöyle der:”Yazar yalanlar söyler.Gerçeği alır,sizin gerçeğiniz olmaktan çıkartır,paramparça eder,parçaları kafasına göre birleştirir,kendi gerçeğini yaratır.İnandırır.İnanmadığı sözler de söyleyebilir ama onları yazdıktan sonra hem kendi inanır hem sizi inandırır.(s.154) Georgio Manganelli’nin Düzyazının İnce Sesi’ndeki deyişiyle;”…aldatan biridir yazar.Peki,kimi aldatır ?Bu noktada aldatanın kurnazlığı geri teper;Çünkü simyacı ve yıldızbilimci gibi yazar da her şeyden önce kendi kendini anlatır.Delilikle deha yakın akrabadırlar.” Sonuçta yazar,kendini bu öyküde yer alanöyle ilginç bir varlık olarak gösterir ki;Kevser Ruhi’nin mizahi çekim gücüne takılıp kalırız;ironi doruğa çıkar o nokta da.Metnin/ve toplumun içinde yazarın öneminin/önemsizliğinin yeniden sorgulandığına tanık oluyoruz.

Son öykünün adı Başlangıç…Başa dönüyor öykü,başa dönüyor kitap;büyülü bir masalsı öykünün içinde yer almanın heyecanını duyumsuyoruz okur olarak.Saçları Deli Çoruh öyküsü başlıyor Başlangıç’ın içinde.Önce küçük küçük sürprizlerle ilerliyor öykü;ilk başta cinsiyeti verilmeyen Eren’in erkek olduğunu anlıyoruz sözgelimi.Reklam Yazarı Eren’in e-posta adresine,gizemli bir kadından gelen parça parça metinlerle,dedesinden kalan günlükteki anı parçaları birbirine ekleniyor.Bir de Eren’in yaşamının içindekiler var;pembe bir zarfla gelen paragraflar…Sanal dünyadan gel,p gerçekliğin odağına düşen iletilerden ve yaşamdan gelenlerden oluşan parça parça öyküler ve öykü parçaları…Sanal gerçekle hakikatin buluşma noktaları;bu noktaların bileşimiyle oluşan,bütünleşen,büyülü ‘bir tek öykü”…Bir masal gizemi içinde yepyeni bir kitabın oluşumu…Günlükteki ”Saçları deli Çoruh gibi avuçlarıma dökülen kadın” dizesindeki ortaya çıkan yeni bir yazınsal güzellik Saçları Deli Çoruh adlı öykü ve kitap…

Saçları Deli Çoruh / Kevser Ruhi / Gürer Yayınları /184 s.

KAYNAK:Cumhuriyet Kitap,Sayı 1018

20 Ekim 2009 Salı

Kevser Ruhi’nin ikinci öykü kitabı ‘Saçları Deli Çoruh’ / Hülya Soyşekerci - I

İnsan hallerinin çelişkili gerçekliği

‘Saçları Deli Çoruh’ta Kevser Ruhi,okuru öykü metinlerinin içindeki birçok kurmaca oyununa çağırıyor;dili imgelerle genişletip yeni anlamlarla çoğaltıyor;hepsinden önemlisi,insanın dramatik durumlarına odaklanarak yaşamdan beslenen ve yaşamın sanatsal anlamda dönüştürülmesi sürecine katkıda bulunan öyküler yazdığını kanıtlıyor.

Kevser Ruhi ilk kitabı Kehribar Kadınlar’ın 2004’te yayımlanmasından bu yana,yeni öykülerini hemen günışığına çıkarmamayı;yazdıklarını öykü sanatının incelikleriyle donatmayı,bu öyküler üzerinde yoğun çaba harcamayı yeğledi uzun süre.Yazın sanatının,çağın hızla akıp giden güncel süreçlerinden uzakta kalan,aceleye getirilmemesi gereken,kalıcı,sıkı dokulu ve sağlam metinlerin yoğunlaştığı,bir dil/estetik yapılanması farkındalığı ve bilinciyle hareket etti.Sonuçta yazar,aradan geçen beş yılın hakkını veren,nitelikli,yazınsal değerlerle donanmış bir öyküler demetiyle;Saçları Deli Çoruh adlı kita-
bıyla merhaba dedi okurlarına.

Yoğun emekle yazılmış olduğu dikkati çeken bu öyküler,içerdiği yazın evreniyle,düş ve imge zenginliğiyle okurun yüreğinde derinleşiyor.’Şiirsel anlatımı ve imgeleriyle sözcüklere yeni tatlar ve anlamlar kazandırıyor,anlamı çoğaltarak dili varsıllaştırıyor.Sözcükleri güzelleştirirken dile bilinçle katkıda bulunan bir yazar Kevser Ruhi.Ayrıca,kurmacayı kavramış,öykü tekniklerini epeyce özümsemiş bir öykücü olarak duruyor karşımızda.” Satırlarıyla değerlendirmiştim Kevser Ruhi’nin ilk kitabındaki öykülerini.(Cumhuriyet Kitap,7 Ekim 2004) Yeni kitabındaki öyküler içinde benzeri değerlendirmelerde bulunmak olası;ancak bu kez Kevser Ruhi’nin dil güzelliği ve varsıllığının yanı sıra,epeyce farklı kurmaca tekniklerini de denediğini,yer yer kurgu oyunlarıyla buluşturduğu yaşam gerçeklerinden süzülen unsurları ilk kitabına göre daha ustalıkla değerlendirdiğini söyleyebiliriz.Kehribar Kadınlar’da kadın sorunsalına vurgu yapan yazarın,Saçları Deli Çoruh’ta da yer yer aynı sorunsalı işlediği göze çarpıyor;ancak bu kez asıl izleklerinin insan dramları,yaşamın kırılma noktalarında insanın yaşadığı hüzün ve kederler olduğu görülüyor.Bu hüzün ve kederler yazarun yer yer mizahi/ironik tatta anlatımlarıyla çerçeveleniyor.Karmaşık,yoğun duygular ve yaşamsal karşıtlıkların ve yaşamsal karşıtlıkların oluşturduğu anlatısal yapılanmalar,gerçek bir insanlık durumunu çoğaltıyor bu öyküler buluşması içinde.

Günümüzde öykü sanatının eğilimi,birtakım olayları dolayımsız anlatma değil,bireye odaklanma ve yaşamın içinde yer alan bir kesittebireyin dramını verebilme yönündedir.Bu dramın kaynağında,toplumsal sistemin araçlarıyla kuşatılmış ve varoluş kapanına kısılıp kalmış bireyin sancılı durumu yer alır.Kişi bu duruma karşı koymaya çalışır ve bir takım tepkiler verir.Öykülerde yansıtılanlar işte bu insanlık durumudur.Öykülerin dramatik yapısı,bu durum üzerine kuruludur.

GİTMEK VE KALMAK…

Kevser Ruhi’nin söz konusu insanlık durumlarına ne denli kırılgan ve ince bir duyarlılıkla sokulduğu,onları ne derece içtenlikli bir bakışla ve yoğun duygudaşlıkla işlediği gözlerden kaçmıyor.Kitabın başındaki öykülerde ‘zorunlu ayrılıklar tragetyası’na dikkatimizi yoğunlaştırıyor Kevser Ruhi.Çok yıllar önce,Doğu Karadeniz’le Gürcistan arasındaki sınırın (Sarp köyünün ikiye bölünerek) ilgili devletler tarafından kesin bir biçimde belirlenmesi üzerine kesintiye uğrayan insan yaşamlarını,zorunlu göçleri,bölünen aileleri,insanların derin özlem duygularını;kararsızlıklarını,ayrılıkların iç acıtan gerçeklerini,bireylerin iç dünyasına odaklanmış gözlem gücü ve duygu yüklü anlatımla dile getiriyor.

Gitmek ve kalmak arasında tökezleyenlerin,kaldıklarında aklı “öte yaka”da kalanların,gidince yeni yerlere uyum sağlayamayan yaşlıların ya da çocuk yaştakilerin sıkıntılarıdır göç yollarının buluştuğu gerçekler.Bu sancılı coğrafyada bütün yaşananları kucaklayan bir tek sözcük vardır,o da özlem’dir;sıla özlemi ya da gidenlerin özlemidir bu.Orman Sustu’da eşi-çocuğu ya da anne-babası arasında seçim yapmak zorunda kalan genç kadının iç çelişkilerinin labirentlerinde dolaşıyoruz.Öyle bir an geliyor ki ülke sınırlarından aklın sınırlarına geçiş yapıyoruz:İçindeki yoğun çatışma sonrasında,delilik noktasının çok yakınındaki acı bir kahkahayla kararını veriyor öyküdeki genç kadın.Karşı Yaka’da da “kurda kuşa sökmeyen sınır çizgilerinin insanlar için acımasız bir yasağa dönüşmesi” anlatılıyor.Se-
vinçlerimden Başka Hiçbir Şey,Karşı Yaka’nın devamı gibi görünüyor ya da birbiri içinde süren iki öykü diyebiliriz onlara.Hatuna Hala’nın dramını anlatan satırlarda.”Sınırlar kapandı.O orada kaldı,biz burada.Dedem götürdü orada gelin etti,ben de gittim orada toprağa verdim Hatuna Hala’yı.” (s.33) diyor,öyküdeki Halit. Sevinçlerimden Başka Hiçbir Şey adlı öyküde düğün ile cenaze anılarını art arda ya da parçalı biçimde aklından geçiren anlatıcı,kendi düğünündeki bazı komik olayları anımsayıp gülmeye başlıyor;”Nasıl bir gülmek bizdeki…Ağlamak bile sayılabilir” (s.42) derken bir yandan da içinde yaşadığı an’a ait cenaze gerçeği karşısında derin bir acı duyumsuyor.Zamanlar iç içe geçip kırılıyor;bir filmin düğün ve cenaze frekansları karışıyor sanki.Sonuç tam bir insanlık komedyası oluyor;an’ların içinden parça parça acılar geçiyor ve komedyanın trajediye dönüşmesi gerçeği karşısında ürperiyor içimiz.Bu öyküde mizahın ince ince işlenmesine;yaşamın insanı gülümseten karelerinin cenaze anları içine sızmasına;kısacası yaşam diyalektiğinin o dramatik gerçekliğine tanık oluyoruz.

KAYNAK: Cumhuriyet Kitap,Sayı 1018

17 Ekim 2009 Cumartesi



Yazarın Gülümseyişi..."Müge İplikçi;yer,Galapera"

Ceylan Onkol İçin Bir Bildiri...

JORGE LUIS BORGES – VI / SON





Borges’in öykülerinde en çok rastlanan durumlardan biri de yazgılardaki benzerlik olgusudur. O’nun insanlarını oyun- insan diye tanımlayan Enis Batur; bu durumla, Borges öykülerinin bir başka özelliği arasında bir bağlantı kurar, ve şöyle der.. “ Tarih’i kendine özgü bir seçim bilinciyle kurarken ortak bir raslantı paydası kurar... Bambaşka yerlerde, bambaşka zaman dilimlerinde, bambaşka kişiler aynı düşleri kurar, aynı yazgı düğümleriyle karşılaşır, aynı olaylara gömülürler...” Raslantının yanında; yazgıların benzerliği, hatta yinelenmesi; Borges’in birçok yazarı etkileyen bir başka düşüncesini de anımsatıyor: Sonsuz döngü öğretisinin bir sonucu olan özgünlükten yoksunluk....Bir başka deyişle yaşamlarımız bizden çok daha önce başkalarınca yaşanmıştır...tıpkı yazdıklarımızın/ yazacaklarımızın bizden çok daha önce başkaları tarafından yazılmış olması gibi...

Öykülerinde uzun uzun söz edilen Tennyson, Schopenhauer ve Kabala felsefelerinin ortak özelliği de bu noktada ortaya çıkıyor...Kabala felsefesine göre sonsuz varlık olan Tanrı kavranamaz, insan evrendeki bütün biçimleri içeren kozmik bir biçimdir. Evrenin aynasıdır. Tennyson da evrendeki en küçük bir ayrıntının bile koca evrenin bir aynası olduğunu düşünür... ( Borges’in kum tanesi gibi...) Bu durumda insanın Tanrısal özü taşıyan herhangi bir varlığa aşk, zamanla mutlak varlığa duyulan aşka dönüşecektir...

“Tek bir yıldız kalmayacak gecede.
Gece kalmayacak.
Ben öleceğim ve benimle birlikte
dayanılmaz evrenin ağırlığı da.
Piramitleri sileceğim, madalyonları,
kıtaları ve yüzleri.
Geçmişin birikimlerini sileceğim.
Toz edeceğim tarihi, tozun tozu.
Son kuşu işitiyorum.
Hiç kimseye hiçliği bırakıyorum.”
...............................

“Yüz sonbahar boyunca bakıp durdum
senin belirsiz yuvarlağına .
Yüz sonbahar boyunca bakıp durdum
adalar üzerindeki gökkuşağına senin.
Yüz sonbahar boyunca dudaklarım
daha az sessiz olmadılar.”


Yıllar boyu, insanoğlu bir boşluğu imgelerle, illerle, krallıklarla, dağlarla, körfezlerle,gemilerle, adalarla, balıklarla, odalarla, aletlerle, yıldızlarla, atlarla, insanlarla doldurur...Ölümünden az önce, usanmaz çizgi labirentinin kendi yüzünün imgesini oluşturduğunu anlar...”




Not:Borges, hep ilgimi çekti.. İlkgençliğimden beri... Proust, Borges, James Joyce, Virginia Woolf, ve Borges.. ve de Kafka.. Aynı çizgide gibi görünürler ama birbirlerinden oldukça ayrı yazarlar.. İçlerinden birini beğenmedim.. derinliği olmayan şişirilmiş bir yazar olarak gördüm, ama diğerleri bana çok şey kattı! Umarım Borges'in imgeleri size de yeni kapılar açar..

Bu metin 1998 de yazarın dilimize çevrilmiş tüm kitapları incelenerek, kimi zaman önsözlerden, kimi zaman dergilerdeki yazılardan; ama sanırım çokca Celal Üster yazılarından yararlanarak hazırlandı..

KAYNAK:www.yazimhane.com

15 Ekim 2009 Perşembe

JORGE LUIS BORGES - V


Şimdi O’nun kısa bir parçasına bakalım...belki anlamada yol gösterici olur....

“BORGES VE BEN

Herşey ötekinin, Borges’in başından geçiyor. Buenos Aires sokaklarında yürüyorum., arada bir durup belki de alışkanlıkla eski bir geçitin, kemerine ya da demir parmaklıklı bir kapıya bakıyorum. Borges’den mektuplardan haber alıyorum, bazen de adı bir profesörler kurulundaki adlar arasında ya da bir yaşamöyküleri sözlüğünde gözüme ilişiyor. Ben kum saatlerinden, haritalardan, XVIII. yy baskı sanatından sözcüklerin köklerinden, kahve kokusundan ve Stevenson’un düzyazısından keyif alıyorum; öteki de aynı şeylerden keyif alıyor, ama rolünü abartarak oynayan bir oyuncu gibi gösterişli bir biçimde. Aramızın bozuk olduğunu söylemek işi biraz büyütmek olur...ben yaşıyorum, kendimi yaşama bırakıyorum ki, Borges masallarını ve şiirlerini yazabilsin. Ve o masallarla şiirler beni doğruluyor. Dişe dokunur birşeyler yazdığını kabul etmek o kadar zor değil, ama o yazdıkları beni kurtaramaz... belki de iyi olan artık hiç kimsenin, hatta ötekinin de olmadığı, söz ve geleneğin olduğu için. Kaldı ki ben tümden yok olup gitmeye yazgılıyım, yalnızca belli bir an’ım ötekinde varlığını sürdürecek. Her şeyi çarpıtmak ve abartmak gibi inatçı bir alışkanlığı olduğunu çok iyi bilmeme karşın, artık yavaş yavaş her şeyi ona bırakıyorum. Spinoza, her şeyin kendisi olmaya sürdürmeye çalıştığını ileri sürmüştü. .. taşın taş olmak, kaplanınsa kaplan olmak istediğini...Ben kendimde değil Borges’de kalacağım...eğer ben biriysem tabii...ama kendimi onun kitaplarından çok, başkalarının kitaplarında ya da bir gitarın kılı kırk yararcasına akort edişinde tanıyabiliyorum. Yıllar önce ondan kurtulmaya kalktım ve kent dışındaki gecekondu mahallelerinin söylencelerini bırakıp zaman ve sonsuzlukla oyunlara yöneldim...Ama o oyunlar eninde sonunda Borges’in bir parçası olup çıktı. Ben şimdi başka şeylere yönelmek zorundayım...Anlayacağınız benim yaşamım sürekli bir kaçış; ben her şeyi yitiriyorum ve her şey unutulup gidiyor...ya da ötekine kalıyor...”

“Geceyarısı saatleri çarçur ederken
bir zaman bolluğunu,
gideceğim, Ulysses’in gemicilerinden daha uzağa,
insan belleğinin eremediği
düş bölgesine.


“Herkes ya da hiç kimse olacağım.
Öteki olacağım,
o bilmediğim, şu öbür düşe bakan,
benim uyanık halim. Şöyle bir tartıyor onu,
kaderine razı, gülümseyerek.


1958’de yazılmış olan YARATAN’daysa, yüzyıllar öncesinin “kör ozanı” Homeros’un körleşmesiyle; ozanlaşması arasındaki bağıntı, yine Borges’in türler ötesi denilebilecek kendine özgü biçimiyle anlatılıyor...Gerçekten de, yüzyılların ötesinden günümüze ulaşabilmiş bilgi ve kaynakların çoğu, İlyada ve Odysseia destanlarının ozanı Homeros’un kör olduğunu söylüyor...Borges’in kendisiyle Homeros arasında ortak bir yazgı yakaladığını görmemek olanaksız... Ama Borges “Yaratan” metnine kendine özgü bir ironiyle yaklaşıyor.:

“Bu öykümün yaşamöyküsel olduğu düşünülebilir...Homeros benim yüceltilişim, Homeros’un körlüğü benim körlüğüm, Homeros’un karanlığı benimseyişi benim karanlığı benimseyişim olarak algılanabilir...Oysa bu öyküde okuru, bir özyaşamöyküsü okuduğunu düşünmekten caydıracak çarpıcılıkta ögeler de var, körlük bana karanlığın ağır ağır bastırması biçiminde geldi..gökten inen esinlenmeler biçiminde değil...Beni bekleyen ne bir İlyada vardı ne de bir Odyssiea.. Bu öyküyü ilk tasarladığım sıralar Milton’la Homeros arasında bir seçim yapamadım..Oysa Milton çağımıza çok yakın bir dönemde yaşamış bir ozandı...Batı uygarlığı kadar eski olan Homeros’sa bir söylenceydi...ve bu yüzden kolaylıkla başka bir söylenceye dönüştürülebilirdi...”

Sanırız Borges de, tıpkı T. S. Eliot ve Ezra Pound gibi, ideolojik önyargılarla yaklaşıldığında insanı yanıltan yazarlardan....

Borges; “İnsanlar geçmişi severler” diyor, “ve bu sevgiye karşı benim elimden bir şey gelmez, ne benim ne cellatlarımın; ama bir gün benimle aynı şeyleri duyan bir adam gelecek ve bu adam benim duvarlarımı yıkacak, benim kitapları yok ettiğim gibi... ve benim anımı silecek ve benim gölgem ve aynam olacak ve kimse olmayacak!.....”

“Kaç mümkün hayat kaybolup gitti
bu alçakgönüllü küçük ölümde,
kaç mümkün hayat, nasibin belleğe
ya da unutuşa bahşedeceği!
Ben ölünce bir geçmiş ölecektir;
bu goncayla ölen bir gelecekti
duygusuz suda, beyaz ve yepyeni,
yıldızlarca yerle bir edilmiştir.
Ben de ölüsüyüm sonsuz kaderlerin,
talihin bana hiç yar etmediği;
her zaman yiğit olmuş bir ülkenin,
arar gölgem, yorgun efsanelerini.
Anısı mermerin gözetiminde;
zalim tarih, büyür üzerimizde.


Borges’in Türkçede İletişim yayınlarından 1992’de çıkan GÖLGEYE ÖVGÜ, bu başlık altında; ilk öyküyü kaleme aldığı 1935 yılından, 1986’da ölümüne dek yazdığı bütün öyküleri Türkçeye kazandırma amacını taşıyor...

Ve Türkiye’de 1995’de yayınlanan YEDİ GECE adlı konuşmalarının derlendiği bir kitap daha var. Bu kitabın tanıtımını da Alaistair Reid ‘den öğrenelim..


YEDİ GECE

Borges bu kitapta yer alan yedi konuşmayı belirli aralıklarla 1977 yılının Haziran ve Ağustos ayları arasında Buenos Aires’teki Teatro Coliseo’da yapmıştı. Boy Bartholomew, kitabın 1980’de ilk basımına yazdığı “Sonsöz”de, Borges’in konuşmalarını birçok kişinin banda aldığını, bir süre sonra bu konuşmaların korsan plaklarının piyasaya sürüldüğünü, ardından da Buenos Aires’teki bir gazetenin edebiyat ekinde kesilip biçilerek yayımlandığını anlatıyordu. Bartholomew iki yıl kadar sonra konuşmaların değişik bir basımı üzerinde çalışmaya koyuldu...Borges konuşmaları titizlikle gözden geçirerek basıma hazırladı.
Edebiyat alanındaki başka birçok kimliğin yanısıra konuşmacılık, neredeyse son kırk yıldır Borges’in yaşamında çok önemli bir yer tutmuştur. Tıpkı öbür yapıtları gibi konuşmaları da onun dünyasını ağ gibi saran bağıntıları biraz daha aydınlığa kavuşturmuştur...1946’da kent dışında bulunan kitaplıktaki işine son verildiğinde bu tür konuşmalar, Borges’in yaşamında geçim kaynaklarından biri olup çıkmıştı. Ama yazılı metin okuyamadığından konuşmalarını annesinin yardımıyla hazırlamak, sonra ezberlemek zorundaydı. Bu yüzden, başlangıçta bu işten biraz ürkmüştü. Ama konuşmalarında kullanacağı metinleri belleğine kazıma zorunluluğu Borges’in çok işine yaradı...Çünkü körleşmesi yavaş yavaş ilerlerken, kaynaklardan ve alıntılardan oluşan koskoca bir özel kitaplığı deviriyordu...Diyelim şimdi bir soru sordunuz; kafasının içindeki kitaplar arasında geziniyormuş gibi şöyle bir duraklayacak, hemen ardından okurlarının çok iyi bildiği o özel kolleksiyondaki temel metinlerin birinden bir dize attıracaktır. Konuşmalardan bazıları artık o bellek kitaplığındaki yerini almış bulunuyor...Sözgelimi Dante üzerine konuşması...Kimbilir kaç kez konuştu Dante üzerine, ama durmadan boyut değiştiren konuşmaların hiçbiri birbirine benzemiyordu...Söz konusu konuşmaları artık Borges külliyatının bir parçası saymak hiç de yanlış olmasa gerek...
Borges yetmişlerden bu yana Avrupa, Latin Amerika ve ABD’de birçok yeri dolaştı., buralarda kendinden çok şey kattığı konuşmalar yaptı...söyleşilere katıldı...konuşma deneyimi oralarda çok işine yaradı.. Çünkü edebiyata ilişkin özlü düşüncelerden, sayısız alıntılardan oluşan engin bir birikim edinmiş, unutulmaz söyleşilerde bulunmuştu...

Borges karşısındakini derinden etkileyen bir insandır. Özellikle son on yıldır televizyonda epeyce göründüğü için, okurların gözünde yazdıklarıyla iyice bütünleşmiş, dahası kendisiyle yazdıkları arasında neredeyse en küçük bir ayrım kalmamıştır. Son zamanlarda ölçülü biçili konuşmalardan çok, keyifli söyleşileri yeğleyen Borges, ana konu ne olursa olsun beklenmedik alanlara kayıyor, o saat aklına düşen bir takım bağlantılar örüyor, böylece anlattıkları, O’nun ilgi alanlarının şaşırtıcı akışı içinde umulmadık boyutlara erişiyordu...Bıkmadan usanmadan sürdürdüğü yolculuklardan şöyle söz ediyordu...”Buenos Aires’te günler birbirine çok benzer... Oysa yolculuğa çıktığın zaman, devamlı koltuk değiştirirsin....Karşında bir cin beliriverir..yazdıklarınla ilgili bilgece sözler söyleyip gözden kaybolur...ama hemen ardından bir cin daha çıkagelir...bu da sana büyük bir çeşitlilik sağlar..”

Borges söyleşilerde ele avuca sığmaz, kılıktan kılığa giren biridir. Yazılarında dilin bir eğlence olarak sunulmasına karşılık, konuşmaları çoğu zaman bir oyun olur çıkar..Bir ironiler gösterisine dönüşür..Konuyu bile bile saptırmadan edemez. Ortaya ilk ağızda herkese aykırı gelen bir görüş atar, sonra da o görüşe akla uygun açıklamalar getirir. Ansızın “Aslında bütün edebiyat çocuklar için,” der, ardından hemen bu savı parlak bir biçimde savunmaya koyulur. Borges’in konuşmalarındaki düşünceler kendine özgü bir yol izler.. O’na soru yöneltirken akıllıca davrananlar, O’nun düşüncelerinin akıp gitmesine olanak tanımışlar, böylece ortaya çok canlı bir konuşma çıkmıştır.. Borges olmadık bir nedenle Oscar Wilde’dan bir alıntı yapar, sonra da durmadan belleğindeki kitaplığa başvurarak Wilde’dan, Fransız dilinden , Cenevre’de okuduğu günlerden, Calvin’den, İskoçlardan sözetmeyi sürdürür. Bir de bakarsınız her şey birbirine bağlanmaktadır. Ama kültürlerin, edebiyatların, dillerin ve zamanın içinde gezinerek.....


YEDİ GECE’de yer alan bu konuşmaların hepsi de Borges’in çok değişik ilgi alanlarındaki geçişleri, düşüncelerinin ve belleğinin akılcılığını gözler önüne sermektedir.. O’nu kavrayabilmek için, Borges’in gözünde edebiyat yaşantısının gerçek yaşantıdan daha canlı ve etkileyici olduğunu, daha doğrusu bu ikisi arasında çok belirgin bir ayrım olmadığını kavramak gerekir.. Okuduklarından öylesine derinden etkilenir ki, kitaplardan ve yazarlardan, gezdiği yerleri, çıktığı yolculukları anlatıyormuş gibi sözeder. Edebiyat aracılığıyla zaman içinde yolculuğa çıkabileceğimizi ve daha bir insan olabileceğimizi savunur.. Borges’in elifbesidir bu.. Dolayısıyla, Borges’in konuşmaları,

“Karabasan”larda olduğu gibi, kafasını kurcalayan bir konunun izini sürer durur: kişisel anılardan yazarlara geçerken; başka yazarların kullandığı metaforların kendisine dönüşür..oradan dile uzanır...

O’na göre eleştiri, yaratıcı edebiyatın bir dalından başka bir şey değildir..Zeka kıvraklığı eleştirmenlere bulunmaz bir malzeme sağlar..ama o edebi yargılara kulak asmaz...O’na göre doruğundaki bir edebiyat, okurda saygılı bir hayranlık uyandırır. Bir şiirden, çarpıcı bir imgeden, güçlü bir bölümden doğan tedirgin edici bir şaşkınlık yaratır. Borges’in bazan asombro, bazan da sagrada horror dediği bu duygunun bir tür huşu olduğunu da söyleyebiliriz. El attığı yazarlar ona bu duyguyu yaşatmış yazarlardır.. Nitekim Borges’in yapıtlarının en ayırtedici özelliği, gerçekliğin keskin uçları birkaç tümcede kuşkuyla titrediğinde o duygunun neredeyse elle tutulur bir niteliğe bürünmesidir. Konuşmalarıysa bizim bir başımıza çıkamayacağımız bambaşka edebiyat yolculuklarıdır.


Borges’in varlığı kimileyin gizemli bir boyut kazanır; bazen kendi metaforlarını yaşıyor gibidir...Yıllar önce söylediği bir sözü anımsatmaya kalkın hemen yadsıyacaktır...O sözü kesinlikle öteki Borges’in söylemiş olabileceğini ileri sürecektir. Yaşayan Borges’in sıkı sıkıya bağlı olduğu öteki Borges’i şiirlerinden, düzyazılarından tanırız; ama Borges söyleşilerinde iki Borges arasındaki ayrımı iyice vurgular ve doğrudan duyumsamamızı sağlar. O’nu dinleyenler yazılarının dalga boyunu daha iyi kavrayabilirler.
ALASTAİR REID/Türkçesi: Celal Üster


Biraz da “Zahir” öyküsüne değinelim...

“Her şeyin en belirgin niteliği karışıklık olan evreni önerdiği gözönüne alınırsa, yeryüzünde basit bir tek sayfa, basit tek bir sözcük yoktur.” sözü Borges kurmacasının odağına götürür bizi... Evreni bir kum tanesinde görmek... Bu düşünce yalnız Borges kurmacasının değil, Borges dünyasını, o dünyayı oluşturan küçük bir öğeyle kavrama amacını taşıyor. En belirgin niteliği karmaşıklık olan, çok koridorlu bir labirentteki aynalardan yalnızca birine dönüyor yüzünü; “Zahir” i görüyor...

“Zahir” O’nun felsefe ile, özellikle idealist felsefe ile olan ilişkilerini, kültürlerarası düşüncelerden dokuduğu ağı yansıtan öykülerden biridir.

Bir kurmaca yazarı olarak, idealizme gerçeklikten çok daha yakındır. Düşüncelerimiz, gerçekliğe ilişkin bilgilerimizdir. Nesnelerin, daha doğru deyimle “şeylerin”, somut-soyut herşeyin, düşüncemiz dışında hiçbir varlıkları yoktur. Borges’in kurmaca evreni de kendi dışında bir gerçekliğe göndermez okuru... Gerçeklik kurmacanın içindedir. ..Hatta kurmacanın ta kendisidir.

Yıllarca aynı simgelerle aynı izlekler içinde dolanıp durur...Bu “aynı”lığı yazına bakışıyla açıklar.O’na göre sınırlı sayıda simgelerden, izleklerle örüntülerden oluşur. “Yeninin olanaksızlığına, her şeyin sonu gelmez bir yinelenme içinde yer aldığına inanır: “Dünyayı oluşturan tüm atomların sayısı kuşkusuz pek çoktur, ama belirlidir. Demek ki evrendeki değişiklikler de belirli ve çok sayıdadır.Eğer sonsuz zaman içinde bir kez olası değişikliklerin son noktasına varılırsa bu durumda evren kendini yineleyecektir” diye sonsuz döngü öğretisiyle bu görüşünü destekler...

KAYNAK: www.yazimhane.org