31 Ekim 2012 Çarşamba

O "uçan halı" mutlu sona taşıdı

http://www.aksam.com.tr/o-ucan-hali-mutlu-sona-tasidi--146699h.html

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Edebiyat ve Sinema / Uğur Hüküm



Eskiden sinemadan çıktıktan sonra sıkça kullandığım bir ağız vardı.Sözüm ona seyrettiğim filmi ne kadar be-ğendiğimi anlatan,keyfimi zenginleştirici bir cümle,”Enfes bir roman okumuşum gibi..”Zamanla ikisinin yeri netçe ay-rıldı.Edebiyat ile sinema tamamlayıcı oldular,dersem yanlış.”Dengeli beslenmem için elzem temel kaynaklardan ikisi”,ifadesi sanırım duygu ve düşüncelerime daha uygun düşer.Ancak edebiyat gibi tarihi derin bir sanat türünün,sine-ma gibi çiçeği burnunda bireysel ya da kitlesel bir sanat türünü nasıl beslediği,güçlendirdiği de tartışılmaz bir gerçek.Ma-dalyonun öteki yüzünde de sinemanın farklı bir işlevi var.Körpecik bu 7. sanatın asla yaşlanmayacağına inandığımız edebiyatın esin kaynaklarından birini oluşturduğundan ise hiç kuşkumuz yok.İşte Paris’in “mücevhercik” sinema me-   kanlarından,küçük ama mükemmel düzenekli iki salonuyla La Filmothéque du Quartier Latin (LFQL) isimli özel sinema 10 Ocak-14 Şubat tarihleri arasında “Edebiyat ve Sinema” başlıklı özgün bir gösteri programı düzenledi.Sorbonne Meydanı ve Okullar Sokağı (rue des Ecoles) arasına sıkışmış 200 metrelik daracık Champollion Sokağı’nda yan yana serpiştirilmiş Le Champo,Les Ecrans de Paris,Le Lefret Médicis ve LFQL zaten çoğunluğun eski-yeni bu tarz filmlerin gösterildiği “Sinefil” (sinema aşıkları) yuvalarıdır.Artık hepsi modernleştirilmiş salonları,ses ve görüntü düzenleriyle ger-çekten 7. Sanatı sevenlere paha biçilmez keyifler sunar.Yeri gelmişken hatırlatalım:Fransa’da herkes ayda bir kereye mahsus ödeyeceği 19.90 Avro’luk abone ücretiyle bu sinemalara ve de Paris’te(ve de Fransa’da 2000 civarında) 400’ün üstünde salondaki tüm seans ve filmleri hiçbir kısıtlamaya maruz kalmaksızın izleyebilir.
Sizi bilmem ama kalitesine dair yeterli ipuçları olmadığı sürece okuduğum bir roman veya hikayenin filmine gitmekten korkar oldum.Beyazperdenin okuduğum bazı kitapların büyüsünü bozmasından ürkerim.Zira renkli görüntüle-rin belleğimdeki,yüreğimdeki  -sübjektif,hatta belki hatalı da olsa – imgeleri,izlenim ve alt lezzetlerinin zedelenmesinden çekinirim.Ancak itiraf edeyim ki,bazen de tam tersi olur.Örneğin,Luchino Visconti’nin baş eseri “Venedik’te Ölüm” (1971) ya da Stanley Kubrick’in Lolita’sı (1962) Vladimir Nobokov’un Lolita’sını şiddetle okuma arzusunu doğurmuş-tu.
Sinema ve Canlandırmalı Görüntü Merkezi Ve Paris Belediyesi’nin desteği,Transfuge ve Littéaire dergilerinin işbirliğiyle hazırlanan 70 filmlik program kimine göre düşman kardeşler,başkalarına göre de ebedi ortaklar edebiyat ve sinema ikilisinin en hoş ve en kayda değer örneklerini sunuyor.4 ana bölümün dışında 2 de özel faaliyet öngörülmüştür.
Aralarında Atiq Rahimi,Carole Martinez,Christine Montalbetti,Emmanuel Carrére,Eric Laurrent,Mayris De Keran-gal,Tangul Viel,Zoé Valdés günümüzün yeni nesil 11 en önemli yazarının bulunduğu “Yazarlar Kendi Sinemalarını Yapıyor” başlığı altında kendi sevdikleri roman/film ikililerini sunup tanıtmışlar.Örneğin Rahimi,Kundera/Kaufman’ın “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” (1988),Valdés Nobokov/Kubrick’in éLolita” Kerangal Çehov/Malle’ın”42.Sokak,Van-ya” isimli eserlerinin kendi hayat ve çalışmalarındaki yerinden,etkilerinden söz edip katılımcılarla sohbet etmişler.”Poli-siye Perşembeleri”nde 5 Perşembe,5 polisiye yazarı 5 polisiye/roman klasiği hakkında konuşmuşlar.”Okumalar” bölümündeyse,3 tiyatro/sinema oyuncusu 3 romandan alıntılar okuyup sinema dilinde nasıl kullanıldığına odaklanmış-lar.11 Şubat ise tamamen “Françoise Sagan’a Saygı Günü” olarak düzenlenmiş.Ünlü edebiyat tarihçisi Alain Garel “Edebiyat’tan Sinema’ya” ve de “Sinema Dersi” başlıklı konferansından sonra Mann/Visconti ikilisinin “Venedik’te Ölüm”ü gösterilmiş ve eser irdelenmiş.
Alfred Hitchcock’un muzipliğini sanırım sinemasına aşina olan herkes bilir.Sinemacı üstat Londralı hemşerisi İngiliz yazar Daphne du Maurier’in aynı ismi taşıyan romanı “Rebecca”sını (1940) sinemaya uyarlamıştı.Vesileyle kendisine yöneltilen bir soruyu şöyle bir fıkrayla cevaplamıştı:”Çok satar bir kitaptan sinemaya uyarlanan bir filmin bobinlerini yiyen iki keçi aralarında konuşuyorlarmış.Biri ötekine demiş ki,kitabını tercih ederim…” Her daim sinemayı da seven kitapsever keçilerimiz eksik olmasın.Ya peki “Hiç Sinema” izlemeyen ve de “Tek kitap” seven Abdurrahman Çelebi’ler bir diyara sultan olursa o zaman ne olacak ? Ne olacak o sultanlık dengesiz beslenmeden batacak…
KAYNAK:19 Şubat 2012,Cumhuriyet /Pazar Yazıları

7 Mayıs 2012 Pazartesi

'Senin iyi günleri göreceğine eminim" /Ahmed ARPAD - Salzburg

         
              23 Şubat günü öğleye doğru eve gelen hizmetçi kadın yatak odasından hırıltılar duyar. Kocasının hemen çağırdığı doktor, Zweig çiftini yataklarında cansız bulur. Stefan Zweig giyimlidir, kravat takmıştır. Yanına uzanmış olanLotte kocasına sarılmıştır. Doktorun ölüm kâğıdına yazdığına göre Lotte ve Stefan Zweig zehirli bir madde içerek -‘ingestao de substancia toxica, suicidio- yaşamlarına son vermişlerdi. Aynı günlerde Nazi yanlısı Salzburg eyalet gazetesindeki haberde, Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi...” satırları yer alıyordu. Stefan Zweig, savaştan kurtulmak için kaçtığı denizaşırı ülke Brezilyada savaşın kurbanı olmuştu... 1881 yılında Viyananın ünlü Schottenring Caddesindeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlamış olan yaşam, 1942 yılında Brezilyanın küçük dağ kenti Petropolisin Rua Gonçalves Dias 34 adresindeki bahçeli bir evde son bulmuştu. 

              20. yüzyılın savaş karşıtı yazarları arasında çok önemli bir yeri olan Stefan Zweig, geçen hafta boyunca, ölümünün 70. yılında Uluslararası Stefan Zweig Cemiyeti ile Stefan Zweig Merkezinin düzenlediği çeşitli etkinlerle Salzburgda anıldı. Amerikalı rejisör Max Ophülsün 1948 yılında Zweigın Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” öyküsünden beyazperdeye çok başarıyla uyarlamış olduğu filmi sinema'da seyrettik.15 yaşında çok genç bir kızın bir piyaniste olan karşılıksız aşkını anlatan bu şiirsel öykü, Zweigın en başarılı dönem eserlerinden biridir. Eski Viyanada geçen filmde başrolü oynayan Joan Fontaine gerçekten zor bu rolün altından çok başarıyla kalkmış. Zweigı sevenler ertesi gün de dev katedralin az ötesindeki Mozart Sinemasında düzenlenen büyük bir etkinlikte bir araya geldi. Yazarın İki Okyanus Arasındaki Saat” adlı denemesinden uyarlanmış çok ilginç Panama” belgesel filminin yanı sıra, Brezilyadaki son yıllarında kaleme almış olduğu ünlüSatranç Oyunu” adlı uzun öyküsünden 1960ta çekilen film de sunuldu. Zweig Merkezi Müdürü Dr. Renolder ve Avusturya televizyonu ORFin kültür programları sorumlusu Eichmann salonu dolduranlara ünlü yazarı değişik yönleriyle anlattılar. Hele tanınmış Zweig araştırmacısı Gerd KerschbaumerinSalzburglu Zweig konuşması çok ilginçti!


             “Savaşlardan nefret ederim” diyen Stefan Zweig, her şeye hümanizmin penceresinden bakar. Dünya politikası 1933 yılında Nazilerin işbaşına gelmesiyle karışır, on binlerce sol görüşlü insan kamplara sürülür. Yakın dostu Joseph Roth o yıl Zweiga şöyle yazar: Çok büyük bir felakete sürüklendiğimizin farkında olduğunuzu sanıyorum. Edebiyat yaşamımız yok olacak...” Aradan daha birkaç ay geçmeden kitapları yakıldı, dostları Almanyayı terk etmeye başladı. Zweigın mutluluklar ve başarılarla dolu yaşamı sona ermişti. Sevdiği Salzburgdan ayrıldı, villasını biraz da Nazilerin baskısıyla satmak zorunda kaldı. Eşi Friderikeden boşandı. Haymatlos olması ona pek ağır gelmişti. Bitkiler gibi insanlar da köksüz uzun süre yaşayamazdiyen Zweig, 26 Mayıs 1940ta günlüğüne şu notu düşer: En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması.” Onlarca yıl sevmiş olduğu dünyanın kesinlikle bir daha geri gelmeyeceğine artık inanıyordu. Rio de Janeiro yakınlarındaki dağ kenti Petropoliste bahçeli küçük bir ev kiraladı. Orada her şeyi unutmak istiyordu. Fakat Avrupadan gelen haberler pek korkunçtu. Friderikeye yolladığı 22 Şubat 1942 tarihli son mektubunda şöyle yazar: Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim. Senin iyi günleri göreceğine eminim. Bu satırları son saatlerimde yazıyorum. Kararımı verdiğim andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin... Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan.” 

              İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü. Dünyaca ünlü bu aydın hümanistin Hitler rejiminin dayanılmaz baskıları altında ruhsal çöküntüye uğraması çok trajiktir. Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri Zweigları ölüme sürüklemişti! Yirminci yüzyılın bu namuslu, insancıl ve iyi yürekli aydın yazarı, 23 Şubat 1942deki ölümünden bu yana hiç yitirmedi güncelliğini. Avusturyalı yazar, huzursuz yüzyılımızda düşünceleriyle her zamankinden daha çok geçerli!

              Geçen hafta Salzburgda bazı güzel haberler de vardı: Petrópolisdeki Casa Stefan Zweig, 1 Haziran 2012 günü müze olarak kapılarını açacak! Uzun yıllar süren çabalar sonucunda gerçekleşen bu müze-evde yazarın arkasında bırakmış olduğu kişisel eşyalar, kitaplar, fotoğraflar, belgeler ve filmler sergilenecek. Anılarla dolu evde sergiler, sempozyumlar, film ve tiyatro gösterileri, okuma günleri ve konserler de düşünülüyor. Brezilyalı Zweig severlerin amacı nasyonal sosyalizmin kurbanı olmuş, ülkelerine sığınmış sanatçıları, düşünürleri ve bilim adamlarını burada anmak... 

www.ahmet-arpad.de

KAYNAK:26Şubat 2012,Cumhuriyet - Pazar Yazıları


19 Nisan 2012 Perşembe

Haziran,Tekrar / Haydar Ergülen

‘Şiir sokağından geçip mektup evine gelirsiniz
Haydar Ergülen Haziran,Tekrar’da,”Açık Mektup” köşesindeki yazılardan bir seçki sunuyor.Olaylara,
çevresinde yaşananlara,insanlara şairin mavi penceresinden,şairin duyarlığıyla bakarken sözcüklerin kayığına bindiriyor okuru.Şiire yakın duran bu yazılarında aşka dair yazıyor Ergülen;insana,çocukluğa,arkadaşlığa,hayata ve ölüme,zamana ve yollara,kentlere ve şiire-şaire dair.Kendi iç dünyasının sınırları içinden,dış dünyaya saf,kirletilmemiş,çocuksu bir bakışla bakmaya çalışıyor.Ergülen’le kitabını,şiiri,mektubu ve düzyazıyı konuştuk.


- Kitabı elime aldığımda fark ettim ki daha okumadan bile mektup deyince aklıma Haydar Ergülen geliyor!Şiir kuşkusuz başta ama “mektup”la,o biçemle de özdeşleşti isminiz adeta,sanırım bir çok okurun gözünde de böyle bu.Bir önceki söyleşimizin sonunda “Yazdığım her metne mektup gözüyle bakarım.Bana göre her şiir ve yazı mektup.Roman olmuş,öykü olmuş,deneme olmuş önemi yok.O mektup bazılarının adresine gider,bazıları yanlış adres diye geri döner,bazıları bir zaman sonra adresini bulur"demiştiniz.Bu söyleşiye de bunu açmanızı rica ederek başlayalım...



- Sevgili Doğan Hızlan,Eskiden Terzi adlı şiir kitabımla ilgili yazısını,"Kuzguncuk Oteli" başlıklı şiirimde yer alan "Ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayat bırakanlardanım" dizesiyle bitiriyordu."Haydar Ergülen şiirinin özeti bu dizedir" mealinde bir şey söylüyordu.İnsan kendine inanır ama başkalarının sizi kendinize inandırması daha değerli,daha sevindirici.Hele o başkaları değer verdiğiniz kimselerse.Hızlan bunu yazınca kendi kendime "evet haklı,benim hayatım da tıpkı o dizedeki gibidir,anılar,ağırlamalarla geçti,geçiyor" diye düşünmüştüm.Elbette hayat mı ömür mü geçen hangisi daha çabuk geçiyor bilemedim ama galiba hayat sokak,ömür de ev gibi bir şey.O yüzden benim için ömür geçiyor demek daha doğru,ortasından sonra "birgöz açıp yummuş gibi" geçerken,"anı" dediğimiz şey de "hatıra" adını alıyor,mutlaka iyi ağırlanması,sıkı hatırlanması,daha doğrusu hiç mi hiç unutulmaması icap ediyor.Geçenlerde Mehmet H. Doğan'la ilgili,28 Haziran 2011 sekseninci doğumgünüydü,"Mavi Süvari" başlıklı uzunca bir portre yazdım.Mehmet abi için kim söylemişti bilemedim,"içinde biriktirdi" diyordu.Bizim "içimize attığımız"ı o "içinde biriktirmiş" meğer.Ben de onunla bir benzerlik kurdum ve orta hayata,orta ömre,orta zamana kadar içimde biriktirdiklerimi,ortayı geçince içimden atmaya başladığımı düşündüm.Bunlar da yazdığım diğer mektuplar da içimden attıklarımdır yani.Kimse üstünde adı yazılı olmasa da mektubun kime geldiğini bilir.Artık mektupsuz,"mektupsusuz" da diyelim,çünkü mektubun olmadığı bir iklim susuzdur,Kerbela gibidir,bir medeniyete devrildiğimiz bu çağda insanın ister yazan,ister okuyan bir mektup kişisi olarak mektup düşüncesini taşıması bile bence "anarşist" bir tutumdur.'Alayına isyan,alayına itiraz' diye hala var kılınmaya çalışılan bir eylemdir mektup.Şiir nasıl çağa karşı bir 'direniş' olarak tıpkı aşk gibi bir örgütlenme biçimiyse.O yüzden de mektup şiir gibi kıymetlidir,o yüzden de mektup,şiir ikisi de aynı sokakta oturan iki yoldaştır.Şiir sokağından geçip mektup evine gelirsiniz,adresi de budur.

"İÇİME ÇOK MEKTUP ATILDI"






- Yazmaya teşvik eden itici güç,ilham tetikçisisi,sosyal ve içsel terapi...Mektup hangisi veya hangileri sizin için ?

- Hepsi ve hiçbiri ve daha pek çok şey.Aslında yalnızca doğal bir şey.İnsanlar ellerine iki sebepten ötürü kalem alırlardı eskiden,bir şiir yazmak için,iki mektup yazmak için,insani faaliyet anlamında söz ediyorum.Bu bile,yani gönüllü yapılan iki eylemin,şiir ve mektup olması bile,hem ikisinin de doğallığını gösterir,hem de insana içkin olduğunu,adeta insanla birlikte var olduğunu ve bu yüzden de hala yazılıyor ve okunuyor olduğunu gösterir.Benimki de tamamen insani,hatta çocukça sebeplere dayanır.Çocukluk diyelim.Büyüyememek demeyelim,çünkü büyüme arzusunu içeren bir eksiklik var bu sözde.Öyle ya büyümek isteseniz de büyüyemezsiniz.Hem de memleket ve dünya ne yazık ki çeşitli sebeplerle büyüyememiş insanlarla doludur.Özetlersek,'şiir ve mektup' doğal bir zorunluluk ya da 'tabii bir mecburiyet' sebebiyle yazılır.

- Mektup neyi imliyor ya da imlemiyor artık ? Veda mı,yürek burkuntusu mu,hüzün mü,umut mu ?Bir rengi ve duygu tanımı olsa ne olurdu mektup ?

- İnsan her seferinde postadan,kitapların,dergilerin,zarfların,reklam,fatura gönderimlerinin arasından,damgası ister Türkiye,ister dünya,isterse uzay olsun,bir mektup çıkacağını ve bu mektubun yıllardır onu arayıp durduğunu,diyelim ki otuz kırk yıl sonunda gelip bulduğunu hayal ediyor.40-50 yıl,hatta daha çok zaman kayıp olan mektupların,çoğu kez cepheden yollanmış mektuplar bunlar,gelip adresini bulduğu bilinir.Aşk olsun o mektuba,hatta şiirim pul olsun o mektuba ki nasıl bir vefadır bu!Bazı sözcükler ne kadar yakın,vefa ile veda.Anlamları da yakın aslında.Vefalı olmak için veda vaktini bekliyoruz sanki.Önce veda,sonra vefa...Oysa tam tersi olmalı değil mi,önce vefa,sonra veda.Ben de 'vedaların ilmini' mektuplardan öğrenenlerdenim,yaşayanlardanım.Çok vedalaştım,çok mektuplaştım,içimden çok mektup gitti,içime çok mektup atıldı...Mektup olsun da isterse vedayı,ayrılığı duyursun,onun bile bir zerafeti,bir kıymeti var.Maazallah,şimdi genç olsam,aşık olsam,sevgilim bir sms ile beni terketse "twit"atsa ne bileyim,çok ağrıma giderdi.Oysa mektup yanlızca aşk da değil,ayrılıkta da birine değer verdiğini göstermektir,düşmanın,rakibin bile olsa ona mektup yazmakta da bir 'şövalyelik' var,bir 'düello' ruhu var.Bir sabır,bir emek,bir incelik var.Neyse ben hala gelmeyen,daha doğrusu gelmek için zamanını bekleyen mektubumu bekliyorum.Nasıl Necatigil'in "bazı şiirler bekler bazı yaşları" dizesi gibi,bazı mektuplar da bekler zamanını.Vaktinden önce gelmesi de doğru olmaz.O yüzden hala sevinçliyim,ümitliyim,heyecanlıyım.Kimden gelecek derseniz bilmiyorum.Ama mektup beklediğim biri var.Eskişehir'de 1968'de,canım 68 yılında hem de,19 Mayıs Ortaokulu'nda Fransızca öğretmenim olan,eşi de Eskişehir Maarif Koleji'nde İngilizce öğretmeni ve çevirmen Selçuk Yönel'di,Gökçe adını verdikleri bir kızları vardı,Avşa adalı Rukiye Gül Yönel hocamın bana bir mektup göndermesini çok isterim.Bazen mektubun insanını da bulamadığı olur ya,bazen de insan ne yapsa ne etse sevdiklerini,özlediklerini bulamaz.On yıl boyunca açık mektup köşesini yazarken,orada da yazıyla aramıştım hocamı,bir kez de buradan arayayım,belki okur beni.Hocam 43 yıl sonra sizden eski bir öğrenciniz olarak mektup bekliyorum.Hevesle bekliyorum.

"ŞİİRİ MEKTUP NİYETİNE YAZIYORUM"

- Bu yazılarınızı kaleme alma ve gazete de yayımlama süreci nasıl gelişti ve nasıl tepkiler aldınız okurlardan yayımlandığı sürede ?

- Semih Kaplanoğlu "Karşılaşmalar" başlıklı köşesinden ayrıldıktan sonra ben yazmaya başladım.1998 Temmuz'du sanırım,2007 Haziran sonuna kadar da haftalık olarak "Açık Mektup" köşesini on yıl yazdım.İlk yıl,mektupların altında,sonradan Zarf adlı şiir kitabımda topladığım küçük şiirleri yazdım,pul,mektup,zarf,postayla ilgili şiirlerdi bunlar.Sağolsun sevgili şair Gonca Özmen o kitapla ilgili "İçli Zarf" diye çok içli bir yazı yazdı,kitabın adı da İçli Zarf kaldı.Okullara,başka kurumlara şiir okumaya,söyleşi-  ye gidiyorum,Zarf kitabım İçli Zarf diye sayılıyor artık,üçüncü baskısı haziranda yapıldı,acaba yeni baskısında adını İçli Zarf mı koysam diye ciddi ciddi düşünüyorum!Eee,şairlerin de bir kitabı okuması başka türlü oluyor,Gonca kitabı öyle okuyup yazdı,öyle güzellik kattı ki adı bile içlilik kazandı.İki yıl sonra bıraktım yazıların altına zarf yazmayı,iyi ki bırakmışım.Düşünsenize,şimdi onlardan bir Zarf şiirleri antolojisi çıkardı!Hayli olumlu,olumsuz ve ilginç tepkiler aldı.Beni şiirlerimden doğru tanımayanların bir kısmı o yazılardan doğru tanırlar.Ayrıca sonraları şiirin yanı sıra uzun denemelere de yönelmemde o mektupların da
payı vardır. Her kesimden,her düşünceden okur tarafından okunduğunu biliyorum,bu da
ayrıca beni sevindiriyor.Vicdan mektupları diyebilirim,,hayata,insana,gençlere,hayvanlara,doğaya dair bir vicdan ve mektupları.

- 'Haziran,Tekrar'daki mektupların toplandığı kategoriler ve bu kategorilerdeki duygu geçişleri...Hemen her duygu var...

- 'Haziran,Tekrar'benim "Açık Mektup" larımı topladığım ilk kitap.Rahmetli Erdal Öz okumuş gazetede,bunlardan bir kitap yapalım dedi,henüz iki yıldır yazıyordum.Sevgili editörüm ve genel yayın yönetmenim İlknur Özdemir'de o zamanlarCan'daydı,birlikte çeşitli başlıklarla bölümlere ayırdık kitabı.Bu yeni baskısında dao bölümler vardır.Mektuba mektup;aşka,kardeşliğe,arkadaşlığa,çocukluğa,hayata ve ölüme,zamana,yola ve şiire ve yazıya mektup...Bir de "Seyrek İnsanlar Seçkisi" adını verdiğim,küçük portre denemelerimin yer aldığı bir bölüm vardır ki bunlar da gazete de yayımlanmıştı,çok sevdiğim ya da o sıralarda yitirdiğim kimi insanlara yazdığım mektuplardır.Galiba nasıl şiiri nasıl mektup niyetine yazıyorsam,bu mektupları da konu ve bağlam ne olursa olsun bir uzun mektubun bölümleri gibi yazdığımı düşünü- yorum.Gazete köşe yazısı olarak yazıldılar ama kültür-sanat sayfasında yazıldıkları için,editörüm sevgili Cem Erciyes'in de hoşgörüsüyle sanki dergi yazısı gibi kaleme alındılar,yan, özellikle ilk birkaç yılın 'açık mektup'larının güncellikle neredeyse hemen hiç ilişiği yoktur.İstediğim gibi yazdım,yaza yazdım,güze yazdım,kuşa yazdım,sokağa yazdım,eve yazdım,düşe yazdım...Hemen her duygu var doğru...Sonraları tabii Türkiye'nin de gündemi iyice yakıcı olmaya başlayınca,F tipleri,ölüm oruçları,Hrant Dink cinayeti...O zaman doğal olarak o meselelerle ilgili de hayli ve sert yazılar yazdım.Sivas Madımak katliamı,Kürt çocuğu Uğur'un terörist diye bedeninin delikdeşik edilmesi,Seyfi Turan'ın dipçikle ruhunun ve bedeninin kırılması gibi vahşetler
karşısında kimse sessiz kalamazdı,ben de kalmadım.O yazıları daha sonra yayımlanacak ve muhtemelen de adı Vefa Bazen Unutmaktır olacak denemeler kitabında topladım."Haziran,Tekrar" kendi çapında küçük bir okuyucu kitlesi yarattı,yıllardır aranan bir kitaptı,birkaç okur bulamadığını söyledi,En son da sevgili şair kardeşim ErcanYılmaz söyleyince,ben de İlknur Hanımdan "umumi arzu" üstüne yeni baskısını yapıp
yapamayacaklarını sordum,o da sağ olsun haziran da tekrar yayımladı kitabı.Yani Can Yayınları'nda ilk o yayımlamıştı,yeni baskısını da yine Kırmızı Kedi'den,onun yayın yönetmenliğinde yayımlamış oldum.Ee,ne de olsa,Haziran Tekrar,editör,tekrar!

"HER ŞEY KIZIM NAR NİYETİNE"


- Minik kızınıza atfen Nar'lı mektupları da anlatın Haydar Ağabey...

- Tabii,"İki küçük Nar" yazısından tutun başka mektuplara kadar her yerde var Nar.Toplu şiirlerimin ilk cildinin adı da Nar ve 2000 yılında yayımlanmıştı yani on bir yıl önce.Şiirde,yazıda,mektupta,düşüncede,ruhta Nar'ı olgunlaştırdıktan sonrada Nar geldi yani.Şimdi de yazıyorum elbette,Nar'a açık mektup yazdım,Nar şiirleriyazdım.Sonbahar da iki yeni kitabım çıkacak,biri tümüyle kendi şiirlerimden oluşan ve adını Aşk Şiirleri Antolojisi koyduğum yeni şiir kitabım ile ilkokul şiirleri için yazdığım şiirli bir alfabe olan Nar Alfabesi yayımlanacak.Bu kitabı da Nar'lakonuşur gibi yazıyorum,hayvanlar,bitkiler,meyveler üstüne 29 harf ve her harften üç şiir olmak üzere,toplam 87 şiirden oluşan bir alfabe.Hepsi mektup niyetine,hepsi
şiir niyetine,hepsi Nar niyetine...

- Şiir ve mektuplarınızdan güç alarak siz ailesine hayli bağlı,onları ölesiye özleyen,rol model alan,büyümemiş bir çocuk gibi Haydar Ergülen...O çocuk hepçıkıyor karşımıza hemen her satırda,dizede,sayfada...Şimdi sözü o çocuğa verelim...

- Derdini yazıyla daha iyi anlatan ya da öyle sanan bir çocuktum.Genellikle şiir,deneme,mektup gibi şeyler yazan daha içe dönük,daha mahcup çocuklar olurlar.O mahcubiyetten ötürü hayata daha fazla açılamazlar ve daha mahrem ve özel diyebileğimiz,belki de daha kişisel diyebileceğimiz bu tür yazılara ve şiire düşkün olurlar,ben onları 'arka oda çocukları' olarak niteliyorum.Ben de öyleydim,çocukluğunu yaşamayan çocuklardan yani.Yaz günleri bile evlerin serin arka odalarında kitaplar okuyan,yazılar ve şiirler yazan hülyalı çocuklar.Sonra da büyüdüklerinde,yaşamadıkları çocukluklarına duydukları derin ve yakıcı özlemden doğru 'Haziran Tekrar' gibi kitaplar yazarlar!Sanki o haziranları çok ve çocuk olarak yaşamışlar gibi,aslında
haziran bir kez! demek isterler.Bir daha çocuk olmayacaklarını bilirler bu yüzden de içlerini şiire,yazıya dökerler.Eh bir de yaş 50'yi geçince,ben 55 oldum,çeneleri düşer,bire bin katarak anlatmaya başlarlar.Şiir yetmez,yazıya sarılırlar,ve durmadan anlatırlar.Benim son yıllarda düzyazılarımın çoğalması,düzyazı kitaplarımın yayımlanması biraz da bundandır,yani ihtiyarların bazılarına özgü o çenesi düşüklük
sebebiyledir.Bu yıl benimle ikinci kez söyleşi yapıyorsunuz sağolun,ilki Zarf kitabım nedeniyle idi,arada başka bir özel kitapta yayımladım,trenler üstüne yazdığım kırk kadar yazının toplandığı Trenler de Ahşaptır yayımlandı,uzun bir tren övgüsü diyelim,tabii bütün trenlerin geçtiği Eskişehir övgüsü de sayılır o kitap aynı zamanda.Şimdi de 'Haziran Tekrar'.

- Ama sorularım bitmiyor hiç değil mi?Bu söyleşilik son sorum da düzyazıyla ilişkinizi açmanıza ilişkin olsun...

- "Düzyazı yazmak,şiir yazmayı azaltıyor,bu da iyi bir şey" demiştim,diyorum ama düzyazının da çoğalması tehlikesi varAyrıca kendimde şöyle bir şey fark ettim,kuşkusuz düzyazıyı şiire göre daha kolay ve rahat yazıyorum,çünkü gündüzleri yazıyorum daha uzun zamanlarda.Şiiri gece yazıyorum,pek çok 'gece bekçisi' arkadaşım gibi! Şairler gece bekçisi değil midir?Geceler kısa,kızım Nar küçük,bazen onunla erkenden
uyuyoruz.Hem de bir hiyerarşi sıralamasından falan değil ama şiir benim için önceliklidir,düzyazı daha sonra gelir.Fakat şöyle düşünmeye başladım,yani bir şiir tanımı olarak,"şiir,denemedir" diyorum ve şiirin adının gerçekte "deneme" olması gerektiğini söylüyorum.Çünkü her seferinde şiire acaba bu sefer yazabilecek miyim,nasıl başlayacak duygusu,acemiliği ve hevesiyle oturuyorum.Yani her seferinde deniyorum.
Oysa düzyazı için kalemi elime alıp yazmaya başlıyorum.Bu yüzden son dönem şiirlerimde düzyazının,düzyazılarımda şiirin payı arttı.Bazen de bir şiiri önce "düz" yazıp sonra şiire dönüştürdüğümü
itiraf etmeliyim!İşte böyle.

Söyleşi:Gamze Akdemir


Haziran,Tekrar / Haydar Ergülen / Kırmızı Kedi Yayınları


KAYNAK: Cumhuriyet Kitap -21 Temmuz 2011








-

29 Mart 2012 Perşembe

“IŞIK SU GİBİDİR” /Senem DERE

Stefan Zweig’ın Montaigne’nin ölümünden dört yüz yıl kadar sonra kaleme aldığı Montaigne hakkındaki denemesi Can Yayınları tarafından basıldı. Bu kitabı okuduktan sonra Montaigne’nin yıllar önce bir lise ödevi olarak okuduğum ve açıkçası sıkıcı bulduğum denemelerini yeniden okuma ihtiyacı duydum. Zweig’ın deyimiyle kitle çılgınlığının doruğa vardığı bir zamanda Montaigne tarafından kaleme alınmış “Denemeler” i okudukça, Montaigne’nin içinde yaşadığı dünya ile mücadele ediş tarzı ve duruşu, değişik zamanlarda yaptığım okumalarla bazı noktalarda buluştu ve düşüncelerim bir hat üzerinde ilerlemeye başladı. Beni bu hat üzerinde yürümeye sevk eden soruyu Zweig, Montaigne hakkındaki denemesinde soruyordu: Hayatın soylu değerlerinin, barışın, bağımsızlığımızın, doğuştan sahip bulunduğumuz hakların, hayatımızı daha güzel, daha soylu ve anlamlı kılan her şeyin bir avuç bağnazın ve ideoloğun çılgınlığına kurban edildiği böyle zamanlarda, içinde yaşadığı zamanın etkisiyle insanlığını yitirmek istemeyen insanoğlu için bütün sorular tek bir noktada odaklaşır: Nasıl özgür kalabilirim?

Güvenlik diye bir şeyin kalmadığı, insanın, kaderinin her saat değişebileceği olasılığı ile karşı karşıya kaldığı yeryüzünde, Montaigne bu özgürlüğü, şatosunun kulesindeki çalışma odasında sürekli yazarak ve okuyarak, bu yolla kendini yani insanı arayarak korumaya çalışır. Çünkü ona göre “Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.” Montaigne, Goethe’nin “iç kale” diye adlandırdığı kalesine çekilerek kendisine içinde yaşadığı dünyanın ve zamanın dışında bir dünya kurmuştur. Bu tavır, dış dünyanın dayattığı çirkinliklerden, zorbalıklardan, baskıdan bir kaçış gibi algılanabilirse de bana göre bu dünyanın ancak başka bir dünya tasavvuruyla dönüştürülebileceğine inanan bir karşı duruşu sergilemektedir. Böyle olmasaydı Montaigne’in denemeleri etkisini hiç kaybetmeden hâlâ okunuyor olmazdı.

Bu karşı duruşa daha önce, Montaigne’ni de derinden etkilemiş olan Erasmus’un Deliliğe Övgü’sünde rastlıyoruz. Deliliğe Övgü’nün kahramanının, içinde yaşanılan dünyanın toplumsal öğretilerinin ve şartlanmışlıklarının dışından, utanma ve korku duymaksızın konuşabilen Delilik Tanrıçası olması boşuna değildir. Erasmus da tıpkı ruhunun sürekli bir arayış ve oluş içinde olduğunu düşünen Montaigne gibi, insana ait şeylerin hepsinin, Alkibiades’in Silenleri gibi, birbirinden büsbütün farklı iki yüzü olduğuna, her şeyin, hangi taraftan ele almak istenirse ona göre her an değiştiğine inanır. Bu yüzden Delilik, Dünya’da her şeyin karanlık ve değişken olduğunu, hiçbir şeyi kesin olarak bilmenin mümkün olmadığını, bizi yalnız kanaatlerin mutlu edeceğini savunur durur bütün kitap boyunca. Belki de hayata yöneltilmiş bu bulanık, değişken bakış sebebiyle şarabın, coşkunun ve sınır tanımazlığın tanrısı Bakkhos’un adı sık sık anılır. Hatta Delilik, Bakkhos kızı Methe (yani Sarhoşluk) ve Pan kızı Apodia (yani Cehalet) tarafından emzirildiğini iddia eder.

Erasmus’un, hayatın bir sahneden ibaret olduğunu, hayat komedyasını oynamanın da delilikten başka bir şey olmadığını, kendimizden ayrıksı tuttuğumuz, bizimkinden başka, bilinmez bir dünyaya ait olduğunu düşündüğümüz Delilik aracılığıyla yüzümüze vurması müthiş bir ironidir. Delilik, söylevinin bir yerinde, “Fakat hayat nedir?” diye sorar. Sonra cevap verir: “Böyle şekillere girmiş insanlar, sahneye çıkarlar, rollerini oynarlar ve tiyatro sahibi bazen kıyafetlerini değiştirdikten, onları kah kralların görkemli erguvanı içinde, kah esaret ve sefaletin iğrenç paçavralarına bürünmüş olarak gösterdikten sonra nihayet sahneyi terk etmeye zorlar.”

Çok uzaklarda, La Mancha’nın bir köyünde bütün vaktini şövalye romanları okuyarak geçiren bir asilzade, Delilik’in bu söylevini duyarak harekete geçmiş gibidir. Evet, burada bir başka deliyi, Don Kişot’u anmadan geçmek olmaz. Gerçekten de Don Kişot, Jale Parla’nın sunuş yazısında (Don Kişot’tan Bugüne Roman-İletişim Yay.) tespit ettiği üzere bir tiyatro sahnesindeymiş gibi okurun gözü önünde yavaş yavaş Don Kişot’a dönüşür. Dünyayı değiştirmeye, haksızın karşısında haklıyı savunmaya, kötüleri cezalandırmaya karar veren Don Kişot yollara düştüğünde, Erasmus’un yalnızca kanaatlerin gerçek olduğuna ilişkin inancını taşımaktadır. Ona göre değirmenler birer dev, koyun sürüleri ordu, hanlar şato, basit, kaba bir köylü kızı olan Aldonza dünya güzeli sevgilisi Dulcinea del Toboso’dur.

Fuentes, “Ben ve Ötekiler” isimli kitabında Don Kişot’a göre hiçbir şeyin kuşku uyandırmadığını, her şeyin olanaklı olduğunu söyler. Oysa gerçek dünya, her şeyin olanaklı ve her şeyin kuşku götürür olduğu bir dünyadır artık. Bu iki dünyanın, yani Don Kişot’un şövalye romanlarında okuduğu kesinlikli dünya ile her şeyin kuşku götürür hale geldiği dünyanın gerçekliğinin örtüşmemesi, Don Kişot’a okuduklarını gerçekliğe kabul ettirme olanağını vermiştir. Gerçek dünya ile Don Kişot’un içinde yaşadığı dünya arasında bir farklılık varsa da bunlar Don Kişot’a düşman büyücülerin işidir. Yoksa Don Kişot’un anlattıklarının doğruluğuna olan inancı hiç sarsılmaz.

Dahası, hikâyenin bir tiyatro sahnesi gibi başlamasıyla sezdirilen gerçeği, ilerleyen sayfalarda Don Kişot’un kendi ağzından duyarız. Don Kişot’un, Sancho’dan köye giderek Dulcinea’yı bulmasını ve onun uğruna yaptıklarını ona anlatmasını istediği bölümde, Don Kişot içinde yaşadığı dünyayı kendisinin kurguladığını itiraf eder. Sancho, Dulcinea isminde birini tanımadığından Don Kişot’a onun hakkında sorular sorar. İşte o anda Don Kişot’un verdiği yanıt çok çarpıcıdır. Don Kişot baştan beri Dulciena’yı kendisinin yarattığının farkındadır. Dulciena’nın eşsiz güzellikteki bir prenses değil Aldonza Lorenzo adlı kaba köylü kızı olduğunu da bilmektedir. Burada Cervantes belki de dış dünyanın tüm acımasız gerçekliğine karşı bir tepki olarak düş dünyasına varlık kazandırır. Hiç olmamış, yaşanmamış bir dünyanın tasarlanabilir ve yaşanılabilir olduğunu ortaya koyarak onun gerçekliğini kanıtlar.

Nitekim Don Kişot’un şövalye romanlarından esinlenerek kurduğu ve içinde yaşamayı başardığı düş dünyası, önce kendisinin ve yaşadığı serüvenlerin yazıldığını yani bir roman kahramanı olduğunu öğrendiğinde sonra da kendini gerçekten bir şatoda, Dükler Şatosu’nda bulduğunda sarsılır, yıkılmaya başlar. Yarattığı dünya, gerçek dünya ile örtüştükçe de Don Kişot, La Manchalı korkusuz şövalye olarak değil iyi insan Alonso Quijano olarak ölmeyi seçer. Çünkü gerçek dünyaya karşı faklı bir dünya tasarlama yeteneğini, bu kurgusal dünyaya olan inancını yitirmiştir. Roman belki de bu yönüyle, Dostoyevski’nin söylediği gibi en acıklı kitaptır.

Gerçek dünyanın gittikçe Don Kişot’un düş dünyasına benzemesiyle birlikte başlayan bu sürecin, çocukluktan yetişkinliğe geçilen süreçle benzer bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Burada, yazının başından itibaren üzerinde ilerlediğim hat, oynadığımız oyunların oyun olduğunu unutup gerçekten içinde yaşayabildiğimiz, olmayacak şeylere inanmakta tereddüt etmediğimiz çocukluğun büyülü dünyasını anlatan iki öyküden bahsetmeye zorluyor beni.

Marquez’in “On İki Gezici Öykü” kitabında yer alan “Işık Su Gibidir” isimli öyküde Toto ile Joel, iki kardeş, salonda yanan lambalardan birinin ampulünü kırarak odayı ışıkla doldururlar ve bu ışıktan deniz içinde sandalla dolaşmaya çıkarlar. Anne ve babalarının sinemaya gidip onları evde yalnız bıraktıkları akşamlarda apartman dairesini iki kulaç derinliğinde doldurup dalarak, mobilyalarla yatakların altında uysal köpekbalıkları gibi dolaşarak ve yıllardır karanlıkta kaybolmuş olan şeyleri ışığın dibinden çıkararak vakit geçirirler.

Öykünün sonunda bu ışıktan dünyanın gerçekliği yetişkinlerin dünyasına da hakim olur ve Castellana’dan geçmekte olan insanlar, çocukların yaşadığı, ağaçlar arasına gizlenmiş eski bir binadan bir ışık şelalesinin aktığını görürler. Işık balkonlardan taşıp binanın cephesinden hızla akıyor ve kenti Guadarrama’ya kadar aydınlatan altın renkli bir sel halinde geniş caddede bir yol çiziyordur.

Çocuk dünyasını anlatan ikinci öykü ise Cortazar’ın “Ayakizlerinde Adımlar” kitabındaki “Silvia” öyküsüdür. Fernando, Silvia ile kalabalık bir bahçe partisinde karşılaşır. Partide Fernando’nun arkadaşları ve onların çocukları vardır. Silvia hep çocukların yanındadır, onlarla ilgilenir, onlarla konuşur. Zaten Silvia’yı sadece çocuklar görebilir. Büyüklerse Silvia’yı çocukların uydurduklarını söylerler. Silvia’yı görebilen ve bir yandan da yetişkinlerin dünyasında yer alan Fernando sayesinde öykü boyunca çocukların ve yetişkinlerin dünyalarının birbirinden nasıl ayrılmış olduğuna tanıklık ederiz.

Gerçekten de dış dünyanın alışılagelmiş gerçekliklerinden farklı gerçeklikler yaratabileceğimizi düşünmekten vazgeçtiğimizde yani herkes gibi olduğumuzda büyüyoruz. O zaman çocukken içinde yaşadığımız o büyülü dünya bize çok uzak ve hayret verici görünüyor. Cortazar’ın bir diğer öyküsü “Yaz”da öykü kahramanı Mariano “İnanılır gibi değil” diyordu, “Bu çocuklar ne kadar ulaşılmaz bir dünyada yaşıyorlar, düşünsene bir zamanlar biz de aynı dünyada yaşamıştık.” Bizi, genelinkinden farklı değerleri, düşünceleri, yaşamları olan veya olabileceğine inanan herkesi yok saymaya iten; bu uzaklık, bu uzaklığın verdiği artık geriye dönülemeyeceği duygusu mu?

Oysa bu dünyayı biz kurduk. Savaşların, açlığın, silahların, paranın, işkencenin, toplu mezarların, yakılan kitapların, yakılan insanların, sınırların, devletlerin olmadığı bir dünyaya hayal ürünü, ütopya, masal diyen de biziz. Başka türlü olabilirdi, olabilir, olmalı! Çocuklar, deliler, Don Kişot ya da Montaigne gibi kendi iç kalesinde yaşayanlar, onlar bu dünyadan kaçmıyorlardı; aksine bu dünyaya rağmen ve bu dünyanın içinde kendilerine özgü dünyaları ile varolmayı başararak başka bir dünyanın mümkün olabileceğini ispatlıyorlardı. Evet, belki de “Işık su gibidir. İnsan musluğu açar, o da akar.”


Kim aksini iddia edebilir ki?




Senem DERE

9 Şubat 2012 Perşembe