15 Aralık 2010 Çarşamba

2 Ekim 2010 Cumartesi

Eylül hüzünleri ve düşler / Erol Özkan / MÜNİH

Münih’te eylül günlerinin hüzünlü yüzü en çok yağmurların şiirselleştirdiği ıslak parklarda ve caddelerde yaşanıyor bu günlerde…İnce ince yağmur çiseleyen eylül cumartesilerinde sokakları arşınlayıp bulvarlarda yürümek ve önünüzden geçen 19 numaralı tramvaya atlayıp şehri turlamak aslında bu kentin ruhunu keşfetmek açısından çok keyiflidir…Kim ne derse desin alman kentleri içinde Münih gibi sanat ve kültürle yoğrulmuş,her köşesinde çarpıcı estetikler yaratılmış çok az şehir vardır.Bu gerçeği uzun yıllar buralarda yaşayanlar iyi bilirler…Giderek büyüyen ve değişen ancak çirkinleşmeyen bu şehirde şu sıralar çok yoğun bir inşaatlaşma var.Yeni yol ağları ve bisiklet yolları yapılırken eskiyen metro istasyonları da bir bir onarılıp boyanıyor.

850 yıllık Münih’te tarihsel yapılar biraz da romantik yönleri ortaya çıkarılarak ve yeni eklemeler yapılarak ve hatta bilerek eskitilerek (!) restoratörlerin becerikli ellerinden geçiriliyor.Pek çok ünlü klisede onarımlar tamamlanmak üzere.Bu arada en göze çarpmaz sanılan bir köşedeki kararmış bir heykel ya da bir çeşme bile elden geçirilip güzelleştiriliyor.Karlı kış günleri geldiğinde ise tahta perdelerle örülecek bunlar.Haftalardır yağmur altında yaşayan kentte eylül ile birlikte serinlikler de başladı.Vakit buldukça içimde tortulanan hüzünleri dağıtmak yalnızlıkları unutmak için elimde şemsiye ile “Bakalım kentin başka köşelerinde biz yokken neler olmuş ? “ meraklanmasıyla yine ünlü caddelerde dolaşmaktan kendimi alamadım.Leopold Caddesi’nden geçen her turistin hayranlıkla seyrettiği Amerikalı heykeltıraş Jonathan Borofskys ‘in yaptığı beyaz plastikten “yürüyen adam” heykeli 519 metrelik yüksekliği bir tarafa yağmur altındaki görünümüyle etkileyici dev bir yapıttır.Onun da ayak parmakları arasındaki çirkin grafitler ve yazılar da geçenlerde temizlendi.Kentte her köşe elden geçiriliyor kısacası.

İki katlı sarı turist otobüslerinin vızır vızır işlediği bugünlerde ve özellikle önümüzdeki haftalarda Münih turistten geçilmez olur.Ünlü Oktober Fest bira bayramı boyunca kentin adeta görücüye çıkacağını hesaplayan idareciler ve kültür dairesi yetkilileri,benim volta atmadan edemediğim Sendlinger Caddesi’nin ara sokaklarındaki kararmış yontuları bile temizlediler.İşte Münih’in anıtlarına gözü gibi bakan belediyenin bu çabasına karşın aklıma ister istemez bizim “Allainoi” nin başına gelenler gelip takılıyor!Şu günlerde tekrar gündeme gelen Bergama’nın dibindeki Allainoi gibi bir antik sağlık merkezini (1. derecede arkeolojik sit alanını) göz göre göre toprakla doldurup,çamura gömmeye uğraşan duyarsızlığımıza vr cahilliğimize hayretle üzülüyorum.

Çıldırmamak elde değil!Münih’te sokak içindeki bir çeşmeyi bile koruyan,güzelleştiren ve tanıtan koruma bilincinin yanı sıra biz de ise koca bir antik çağın şifa merkezini bir baraj uğruna dünyanın gözü önünde çamura gömmeyi marifet sananlara söylenecek söz bulamıyorum.Ancak Europa Nostra üyelerinin başbakana yazdığı açık mektubun yanı sıra çevreci örgütlerin protestoları bakalım ses getirecek mi bilmiyoruz.Günlerdir internetten gördüklerim karşısında yüreğim burkuluyor,içim acıyor bu olup bitenlere…Yağmur altında dolaşırken ıslanıp sığındığım bir İtalyan kahvesinde geçip gitmiş yaz günlerinin hüzünleri aklıma geliyor…Cunda’daki o aşırı kalabalıklarla birlikte devlet hastaneleri kapısında biriken insanımızın çaresizliği gözümün önünden gitmiyor…Nerede olursanız olun ülkede yaşa-
nan hayal kırıklıkları ve “kırılmalar” ile kimlik krizlerinin acısını uzaklarda olsanız bile duyarsınız.Hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak diyenlere de hak vermemek elde değil.Herşeyin değişime uğradığı çılgın bir dünyadayız artık.Bizler de fark etmeden değişiyor ve değiştiriliyoruz belki de artık kim bilir ! 1989’dan beri aralıksız yaşadığım Münih’te bile bir değişim yaşanıyor.Metro durakları çoğaltılıp yeni bisiklet yolları yapılıyor…Ve haftalardır dinmeyen yağmurlar ise herkesi efkarlandırıp hüzünlendiriyor.Zaten eylüller bildim bileli hüzünleri yaşamaktır.Ne dersiniz ?

İyi pazarlar.

KAYNAK:5 Eylül 2010,Cumhuriyet (Pazar Yazıları)

29 Ağustos 2010 Pazar

Yazının Sınırlarını, Sırlarını Keşfetmeye Hazır mısınız?

Uzun yıllardır okuyorsunuz, hatta yazıyorsunuz. Ancak, yoğun bir duyguyla kaleminizi oynattığınızda ya da klavyenizin tuşlarına bastığınızda duruyorsunuz.
Yine durdunuz. Bekliyorsunuz!
En baştaki hevesinizi kaybettiniz çünkü. Ama yazdıklarınızın daha iyi olabileceğini ve böyle olduğunda herkesin sesini duyacağınızdan eminsiniz. Ne yazık ki, nasıl ilerleyeceğiniz konusunda bir düşünce geliştiremiyorsunuz.
Vazgeçmeyin!
Hevesiniz, yazdıklarınız ve tasarılarınız tabi ki oldukça değerliler. Yazmaya devam edin.
Yazı Atölyesi, size bir günde yazı yeteneğinizi geliştirme konusunda oldukça kullanışlı ve etkili bir yol haritası sunuyor, hem de gelecekte hep yanınızda bulunacak doğru ve keyifli bir okuma serüveni ile birlikte.
Yoğun Bir Programla Yazmanın İlk Adımları:
1. Ders
• İnsanın yazma eylemiyle, anlatı ve kurmacayla ilişkisi
• Kurmacanın temel öğeleri, gerçeklik soruşturması ve düş gücü
2. Ders
• Yazıda kurgu, betimleme, benzetme olay örgüsü, çok anlamlılık, eksiltme ve atmosfer-karakter oluşturma
• Dili doğru kullanarak anlatıda ifade doğruluğu, yalınlık, teknik ve üslup arayışı
3. Ders
• Edebiyatın çağdaş tür, teknik ve kısaca kuram ve kavramları
• Çağdaş akımlar doğrultusunda yazma teknikleri ve öncü örnekleri
4. Ders
• Okuduklarınıza ve yazdıklarınıza eleştirel bir bakış açısı sağlayacak özelliklerin ve bu konudaki temel yapıtların kısa değerlendirmesi
• Roman ve öyküde yeni yaklaşımlar ve onların diğer sanatlarla olan ilişkileri
5. Ders
• Dünya ve ülkemiz edebiyatının seçkin ve doğru isimleriyle tanışma (Her katılımcıya dünyanın ve ülkemiz edebiyatçılarının, kısa açıklamalarıyla ve gruplamalarıyla bir listesi sunulacak)


# Ayrıca, katılımcıların, yapılan çalışma doğrultusunda hazırladıkları metinler eğitmenlerimiz tarafından değerlendirilecek. Yine katılımcıların izinleriyle belirli uzunluktaki metinler web sitemizde yayımlanacak.
# Her katılıcıya kitap da hediye edilecek.

Eğitmen: Sedat Demir
‘Bir yapıt üretmek için yeterli zamana sahip olacak kadar genç, iyi yapıtın ne olduğunu bilecek kadar yaşlı’ denilen bir ömür sürüyor. Uzun yıllar çok farklı işlerde çalıştı. Ulusal gazetelerde ve dergilerde ilk yazılarını ’97 yılında yazmaya başladı. Çeşitli kurumlar ve kuruluşlar için metin yazarlığı, proje direktörlüğü ve editörlüğü yaptı. İngilizceden çevirdiği edebi metinlerin yanı sıra bu alanın dışında da çevirilerini yaptığı kitaplar basıldı. Senaryo çalışmalarında yer aldı. Hem serbest biçimde dışarıdan, hem de kurumlar içinde reklam ve metin yazarlığı mesleğiyle uğraştı. Yine birçok yayınevi bünyesinde, editörlük ve halkla ilişkiler-tanıtım bölümlerinde çalıştı ve dergi editörlüğü görevinde bulundu. Herkesin ulaşabileceği dergilerde söyleşiler yaptı ve öyküleri yayımlandı. Geçtiğimiz yıl Umberto Eco ve onun düşün dünyasını incelediği teziyle Yüksek Lisansını tamamladı ve şu an doktora derecesinde eğitimini sürdürüyor. 2010 yılının güz dönemiyle birlikte, belirlenen bir yazı atölyesinde eğitmenlik ve yönetmenlik unvanıyla birikimlerini aktaracak

İletişim bilgileri:
sedatdemir156@gmail.com
0532 463 21 25

28 Ağustos 2010 Cumartesi

23 Ağustos 2010 Pazartesi

TEK BİR MEVSİM / Tuğrul Tanyol

her şey bir mevsim
bir kez kokar gül
yaşar sonsuzca düşlerde,
annem elimden tutar yine
yürürüz malta taşlarının üzerinde.
gözleri göğe dikili bir çocuk
ne görür
artık bizim göremediğimiz ?

her şey bir mevsim
ağaçlar usulca büyür orada
ırmak geçen günleri sular
tek bir mevsime sığar onca şey,
yılan uykusundan uyanır
yağmur tepeleri döver
ve ılık çukurlarında toprağın
aşk yeniden filizlenir,
sevgilim bana döner
sevgimiz bir çocuğa
yalnızca tek bir mevsim yeter mi buna ?

alnımı karıştırıp bakıyorum
anlayamadığım onca şey var
dergiler,kitaplar,günlükler arasında
ve ruh gibi bizi birleştiren bu ağda
her şey bir mevsim.

her şey bir mevsim
Como,sıcak yaz,dağınık masa
oğlum koca adam olmuş
oturuyor karşımda
şarabın tadına varıyoruz,
güzel bir mevsim bu,diyorum
güzel bir yaşam,içinde ne varsa

günlerim bana dönüyor
mevsim derlenip toplanıyor
ağlarda çekilen balığın kokusunu
duyuyorum yine
ya da Malta Çarşısı'ndan geçişimiz annemle
bir ayin gibi her sabah.

her şey bir mevsim
kırık ışığında güneşin
damlasında yağmurun
filizinde toprağın
görmek mümkün
dikkatle bakarsak
o küçücük yaşamlar
nasıl da büyütüyor anlamı,
bir aşk gibi vurup geçiyor insanı
ve yaşarken duyulan acı
mutluluk bırakıyor ardında.

her şey bir mevsim
her şey öylesine uzak
suyun ortasında kalmış gibi
çırılçıplak.

KAYNAK: her şey bir mevsim / Tuğrul Tanyol / YKY

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Bir Veda Busesi...Güle güle Aydın!






Aydın...İsmini bir zamanlar Gerze açıklarına gelen beyaz balinanın isminden esinlenerek vermiştik.

Hayat bizi buluşturduğunda ben 22 yaşındaydım,o ise iki aylıktı;ayırdığında ben 40,o 18.24 Mayıs Pazartesi günü aramızdan ayrıldı.Bir gün öncesinde aldığı serumun ve girdi-ği oksijen çadırı bunu engelleyemedi ne yazık ki.Yukarıdaki fotoğrafı son fotoğrafıdır.
Birlikte yaşadığımız zamanlar coşku dolu ve neşeli zamanlardı.Şimdi onun anısına yaşantımızdan birkaçını aktaracağım.

Yaşama sevinci ve insan sevgisi çok büyüktü.Kendi aramızda,eve hırsız girse bile onu coşku ve neşeyle karşılayacağına ilişkin espriler yapardık.Sevindiğinde ya da bir şey istediğinde - ki tavuk butu en sevdiği yiyeceklerdendi - arka ayakları üzerine oturup
ön ayaklarıyla alkış hareketi yapmasını ilk gördüğümüzde çok şaşırmıştık.Bu,içindeki coşkunun dışavurumu için doğanın ona sunduğu bir lütuftu belki de !

Yaşamının daha ilk aylarında suyu kalmadığında cam su kaplarını birbirine vurarak su
istemesi keskin bir zeka parıltısının göstergesiydi.

Lord,JB ve Gıcır hem onun yaşıtlarıydı,hem de aynı cinstenlerdi - Malta terrier'i -
Hepsinden uzun yaşadı yaşama bağlılığı sayesinde.Ve mutlu bir köpekti o.

Medor,Kedikız ve Duman'ın abisiydi.Kendinden sonra gelenlere hiç bencilce davranmadı.

Ben onun abisiydim.O benim canımdandı.Ve ona özlemim hiç bitmeyecek.

Park en sevdiği yerdi.Çimenleri görür görmez kayışından kuvvetlice çekerek parka gitmeye çalışırdı.İşte şimdi de o çok sevdiği parkta,bir ağacın dibinde güller ara-
sında yatıyor üzerinde gül yaprakları.

Gözlerini derin bir uykuya dalmış gibi sıkıca yummuştu.Uykusundan yeni bir zaman diliminde uyanıp yaşamına devam edecekmiş gibi.

"Ayrılık da sevdaya dahil / Ayrılanlar hep sevgili"

Attila İlhan'ın bu derin anlamlar içeren dizelerinde olduğu gibi o hep bizim
sevgilimiz olacak.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Cenk’in ve Rodos’un Hikayesi / KÜÇÜK İSKENDER

Vasiyet sözcüğüne karşı nasıl bir tavrınız vardır;bizde hukuksal açıdan geçerli ve yerinde bir kavram gibi görünmese de ,sokaktaki insana göre belki de Dışarı’da algılandığı biçiminden çok daha anlamlı.Avukatların önünde kasalar,mektuplar,gizli belgeler açılmıyor vasiyet dendiğinde bu ülkede;
bırakılan küçük bir not,telefonda alınan bir söz yetiyor vasiyet karşısında suskun,hüzünlü kalakalmanıza.Bu sorumluluğu hak etmekle,bu vasiyetin yerine getirilmesi zorunlu zaman dilimini yaşamaya mecbur bırakılacağınızın işaretleriyle yüzleşmekle,bir yakınınızın sizi bırakıp gideceğinin çaresizliğiyleçok önceden tanışıyor ve hayat meseleleri hakkında işkilli davranmanın ölüme yanıt olmadığını,olamayacağını bir kez de farklı bedeller ödeyerek öğreniyorsunuz.

Çünkü miras değil bir yarım bırakılmışlık,eksiklik paylaşılıyor,paylaştırılıyor.

Arkada kalanl(ar)ın bırakılan vasiyet önündeki trajedisi mühim:Son bir isteğin gerçekleştirilmesi.Giden kişinin hayattayken özlediği,beklediği,önemsediği bir şeyi gerçekleştirme ödevi.Yaşayan insanların,yaşamaya devam edecek insanların ayrılanlar için yüklendikleri bir ödev.

Cenk Koyuncu (1967 – 2006),eşi Rodos’u kaybettikten sonra sürekli hatırlattı bana:“Rodos hakkında bir yazı yaz,Varlık’ta ya da Yasakmeyve’de yayımlansın.”

Sanırım amacı,Rodos’un şu kısa yeryüzü konukluğunun şiirle süslü yanlarının okurca bilinmesi,dahası idrak edilmesiydi.Güzeldi Rodos.O büyük gövdesine yayılan hoş bir kahkahası,insanı umutlandıran bir dikkati,kontrollü bir merakı,sahiplendiği kişilere yönelik incelikli bir eğitmen edası vardı.Onu en çok kedilerden korkarken hatırlayacağım;korku da denmez ona,infial daha doğru.

Cenk,Rodos’un ardından kutularca ton balığı taşıdı evime:”Rodos çok severdi.Bol bol alır,yığardık buzdolabına;parasız kaldığımızda dolapta olsun diye.” Dediydi Cenk.”Ben pek sevmem,yiyemem de zaten artık.”

Birbirlerine birbirlerinin cenazelerinde şık olma garantisi verdiklerinde hangisinin önce yola çıkacağını bilemezlerdi:Önce Rodos gitti.Peşinde ilaçla ayakta duran,hayatında belki de en nefret ettiği takım elbiselerini giymiş bir Cenk bırakarak.Cenk’e takım elbise hiç yakışmamıştı;Cenk’e takım ruhu da hiç yakışmıyordu ki:Cenk özgündü.Cenk sürüden kopmuştu.Cenk,polis babasının intiharı,annesinin ölümü,uzun saçları ve sakalları arasına sakladığı tek kulağıyla Ortadoğu’da başka bir Van Gogh’tu.Rodos’un cenazesinde yalnızca bizim gözlerimizin aradığı kimi eski arkadaşlarının yokluğu yıpratamadı Cenk’i.Önce basit bir şişkinlik yalanıyla başlayan tümör,İstanbul’daki doktorlarca sökülüo alındı ondan.

Gidişinden birkaç gün önceki konuşmamızda,Rodos için yazmamı üsteledikten sonra:

“Yanlış teşhisin kurbanı oldum.Hayatta insan korkularıyla yüzleşirmiş.Gırtlağımı delme ihtimalleri var.Çok korkuyor ve istemiyorum.” diyebilmişti.O korkunç deliği açamadılar Cenk’e.O konuşmamızdan beş gün sonra kovulur gibi gitti dünyadan.Muhtemel ki Rodos’a yerleşti.Son aylarda hep gitmeyi için için tasarladığı yere.

Eskiz’ini çıkarttığı mücadelesi Son Kişot olarak bitti.Yel Değirmenleri onu Kadıköy’den,Beyoğlu'ndan söküp kopartıp Akdeniz’e,Antalya’ya,denizin kenarına sürükledi.Sevdiği bir film,bir şarkı kalmadı bizlere.Tanıştığımız günlerdeki Enis Batur koleksiyonerliği bir ihtimal.

‘Tılsım ve Trajedi’ miydi onu bağlayan,sonradan hüzne teslimiyetiyle bize teslim edeceği ?!Bilemeyiz.Borçlu değil,alacaklıydı bu çift.

Birlikte Nevizade’de eğlendikleri bir gecenin sabahında Rodos’un mide bulantısı ile başlayan kalp krizi belki de parasızlık nedeniyle yetişemedikleri hastanenin koridorlarında tümöre dönüşüp öyle nüfuz etti Cenk’e.Gidgide bir epidemiye benzeyen duyarsızlık saltanatı onlarında kellesini istedi.Uzattı-
lar başlarını karı koca.

“biraz daha kalsam,biraz daha mı can verecektim ?” diye yazmıştı Rodos samimiyetini döktüğü Şüpheliler Antolojisi kitabında.Cenk’e adadığı bir şiirinde ise “sanma ölüyorum,zannetme / bir daha açmam “ diyordu.Elbette Rodos’a inanmadı Cenk: Yola çıktığımda yoldan çıktım ben! / Biliyorum karşılayacak beni yolun sonunda / anlayacağım o an,akrep de benim semender de. / Bu fırsatı kimseye vermem kendimden başka / ölümlerden ölüm beğeneceğim./ birkaç mektup birkaç eşya bırakacağım dostlarıma / sevgilimi kendisine emanet edeceğim / ya kitaplarım,layığını bulurlar mı ? Üzüleceğim. / Kefenin cebi yok biliyorum / yalnızlığımı kendimle götüreceğim “ Kitabe-i Ceng-i Mezar’ında.Ölüme tek ödevim kaldı / ona çalışıyorum!” dediğinde Enis’in Trajedisini,Rodos’un yüzme bilmeyen Deniz Kızlarını,kendi ödevini bu yazıda anlatamadığım biçimde tamamlayıp bize bıraktı.Belki ona blues yakışır artık.

Vasiyetti: O yüzden yazmadım.Dostlarım! Belki yalnızca siz ikiniz şiirdiniz,biz geride kalanlar hikaye.

KAYNAK: Yasakmeyve Şiir Dergisi / Temmuz-Ağustos 2006

6 Nisan 2010 Salı

ALTIN PORTAKAL ŞİİR ÖDÜLÜ

'Şiddete rağmen ayakta kalabilenlere...'

Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) tarafından düzenlenen 14. Altın Portakal Şiir Ödülü töreninde bu yılın şiir ödülüne değer görülen şair Emirhan Oğuz'a ödülü verildi.Rahatsızlığı nedeniyle törene katılamayan Oğuz'un ödülünü kardeşi Levent Sergin aldı.Sergin,"Ödülü Emirhan Oğuz adına,12 Eylül karanlığında yok edilen ve sonrasında uğradıkları şiddete rağmen ayakta kalabilmiş tüm kardeşlerim adına alıyorum." dedi.

Ödül töreni ve sempozyuma,Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın,Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV)
Genel Müdür Yardımcısı Eşref Ural,14. Altın Portakal Jüri Ödülü Jüri Başkanı Doğan Hızlan da katıldı.Ödül töreninin ardından geçen yıl,13. Altın Portakal Şiir Ödülü'ne değer görülen Kemal Özer'in şiirleri Altın Portakal Şiir Ödülü Sempozyumu kapsamında konuşuldu.

KAYNAK:21 Mart 2010,Cumhuriyet

25 Mart 2010 Perşembe

YENİDEN DOĞUŞ / Furuğ Ferruhzad

Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
seni, kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek.



Ben bu ayette seni ah çektim, ah
ben bu ayette seni
ağaca ve suya ve ateşe aşıladım!



Yaşam belki
uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği,
yaşam belki
bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı,
yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur,
yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır,
ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi,
şapkasını kaldırarak,
başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle “günaydın” diyen.



Yaşam belki de o tıkalı andır,
benim bakışımın senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı
ve bir duyumsama var bunda
benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim.



Yalnızlık boyutlarındaki bir odada,
aşk boyutlarındaki yüreğim,
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
saksıda çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemize diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini.



Ah..
Budur benim payıma düşen,
budur benim payıma düşen,
benim payıma düşen,
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür,
benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenlerden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette,
benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü bir gezintidir.



Ve "ellerini
seviyorum" diyen
sesin hüznünde ölmektir.



Ellerimi bahçeye dikiyorum,
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklar.



Küpeler takacağım kulaklarıma
ikiz iki kirazdan
ve tırnaklarımı papatya çiçeği yapraklarıyla süsleyeceğim.
Bir sokak var orada,
aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla
küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar
bir gece rüzgarın bizi alıp götürdüğü.



Bir sokak var benim yüreğimin
çocukluk mahallesinden çaldığı,
zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu
ve bir oylumla gebe bırakmak bir zamanın kuru çizgisini
bilinçli bir simgenin oylumu
aynanın konukluğundan dönen.



Ve böylecedir,
birisi ölür
ve birisi yaşar.
Hiçbir avcı,
çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır.



Ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahta bir kavalda
usul usul çalan
küçük hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan...

Furuğ Ferruhzad( 1935 - 1968 )
Çeviri : Haşim Hüsrevşahi

22 Mart 2010 Pazartesi

21 MART DÜNYA ŞİİR GÜNÜ BİLDİRİSİ / Özdemir İnce

New York’un Brooklyn Köprüsü’nde dilenen bir kör dilenci varmış.Köprüden gelip geçenlerden biri adamcağıza günlük gelirinin ne kadar olduğunu sormuş.Dilenci iki dolara zar zor ulaştığını söylemiş.Yabancı bunun üzerine kör dilencinin önünde duran ,sakatlığını belirten tabelayı almış,tersini çevirip üzerine bir şeyler yazdıktan sonra dilencinin boynuna asmış ve şöyle demiş:

“Tabelaya gelirinizi arttıracak bir şeyler yazdım.Bir hafta sonra uğradığımda sonucu söylersiniz bana.”

Dediği gibi bir hafta sonra gelmiş.Kör dilenci:”Bayım size ne kadar teşekkür etsem azdır.Eskiden en fazla beş dolar veriyorlardı.Şimdi günde on-on beş dolar kadar topluyorum.Olağanüstü bir şey.Tabelaya ne yazdınız da bu kadar sadaka vermelerini sağladınız ?” demiş.

“Çok basit” diye yanıtlamış adam,tabelanızda ‘Doğuştan Kör’ yazıyordu,onun yerine ‘Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim’ diye yazdım.”

Şiirin,söz sanatının gücünü anlatmak için,öylesine çok kullandım ki bu sözleri,sonunda sanki benim oldu.Okurlar artık Roger Caillois’nın adını unutup buluşun bana ait olduğunu sanmaya başladı-
lar.

Ancak,ben,şiirin söz gücüne ağırlık verirken,olgunun bir başka yönünü unutmuşum: “Bahar geliyor ama ben göremeyeceğim” cümlesi tersine bir etki yapıp dilenciyi beş dolardan da edebilirdi.Demek ki şiirin şiir olması için algılanması,alımlanması da gerekir.Bu da mümkün.Ama bu ilişki de tehlikeli.Ya alılmayıcı,şiiri algılayacak düzeyde değilse.Bu da çok olası.Özellikle yeni ve yol açıcı şiir için.

Uzun süredir,yazdıklarımın alımlanması artık hemen hemen ilgilendirmiyor beni.Bu nedenle şiir sanatının övgüsünü yapmayacağım;şairin ve şiirin varsayımsal gücünü öne çıkartmayacağım.Şiirlerimi soyut ve yaşsız bir okur (sadece ‘bir’ okur) için yazdığımı anlamış bulunuyorum.Şairi Tekel emekçilerinin eylemi için şiir yazmaya teşvik eden benim gibi birinin onu sorumluluklarından soyundurduğum ve çelişkiye düştüğüm sanılmasın sakın.Ben şairlerin şiirlerini o biricik ve anonim okur için yazmalarını istedim.Tekel işçilerinin eylemi sadece yaralayıcı,acıtıcı bir izlek!

Bugünlerde yayımlanması gereken Toplu Şiirler’imin birinci cildinin önsözü şöyle bitiyor:”Size içtenlikle bir şey söyleyeceğim:Şiirlerimin,kuramsal yazılarımın,denemelerimin,çevirilerimin ve gazete yazılarımın ölümümden sonra başlarına gelecekler hiç ilgilendirmiyor beni.Unutulurlar mı,unutulmazlar mı,yaşarlar mı,yaşamazlar mı ? Bunlar hiç ilgilendirmiyor beni.Ben onları yazarak kendime bir hayat kurdum ve hayatta mutlu oldum.Belki başkalarını da biraz mutlu etmişimdir.Olabilir!”

Şairin şiiri hiçbir zaman ısmarlanmamıştır:Ne zamanı vardır ne de mekanı.Ama bu nedenle hem zamanı vardır,hem de mekanı.

Birgün tekeresi açılır,borcu ve alacağı ölçülür.Ama şairin ne borcu vardır ne de alacağı.Habersiz gelir,habersiz gider.

KAYNAK:21 Mart 2010,Cumhuriyet

5 Şubat 2010 Cuma

Belgesiz yazmadı / Güldal Mumcu

Uğur Mumcu,İpekçi cinayetinin yaklaşık beş bin sayfayı bulan dava dosyasının silik kopyalarını gözünün bir numara artması pahasına defalarca okuyarak cinayetin işlendiği olay yerinde Ağca’nın yalnız olmadığını,İpekçi’ye çapraz ateş edildiğinin bilgisini elde etmiş ve bu bulguları kamuoyu ile paylaşmıştır.Belgelere dayalı yazdığı yazılar sonucu,İpekçi cinayetinin ikinci davası açılmıştır.Bu konuyla ilgili Ağca dosyası ve Papa Mafya Ağca adıyla iki araştırma kitabı yayımlamıştı.Papa Mafya Ağca kitabında,Ağca’nın olay yerinde Oral Çelik’le beraber bulunduğunu,cinayeti Oral Çelik ve Mehmet Şener’in birlikte planladığını,Ağca’nın bu ikilinin emrinde görev yapan bir militan olduğunu yazmıştır.

Tüm bu çalışmaları yaparken üzerinde araştırma yaptığı birçok konuda olduğu gibi,İpekçi cinayetini sıkça gündeme getirince,”başka konu yok mu” diye eleştirilerle karşılaşmıştı.

Oysa “fikri takip”in gazeteciliğin önemli yöntemi olduğunu biliyordu:

“Eskilerin ‘fikri takip’ dedikleri olayları izleme yöntemi vardır.Bir olayı yazdınız,sonra ne oldu ? Olay nasıl sonuçlandı ? Olaya kimler,ne ölçüde karıştı ?

Bu soruları sormaya ve ipuçlarını bu soruları sorup ele geçirmeye başladınız mı,olaylar yavaş yavaş aydınlanır.Olay aydınlanınca da birçok kişi tedirgin olur.


Bu konuları köşenizde sık sık yazarsanız okuyucu sıkılır.Ve haklı olarak ‘Başka konu yok mu ? ‘ diye söylenir.Köşe yazarı bu durumda peşine düştüğü olayı bir yana bırakacak mıdır ? Hayır bırakmayacaktır” (Cumhuriyet,20 Kasım 1985)

KAYNAK:24 Ocak 2010,Cumhuriyet “Güldal Mumcu,Uğur Mumcu’yu Anlatıyor” başlıklı dizi yazısı”

Mumcu gazeteciliği / Güldal Mumcu

12 Mart döneminde bizzat kendisinin de yaşadığı gözaltına alınma,tutuklanma,sakıncalı askerlik gibi baskıcı uygulamalar Mumcu gazeteciliğinde var olan sorgulayıcılığı,araştırıcılığı kamçılamış ve ince eleştirel zekasını da beceriyle kullanmasına yol açmıştır.Zaman zaman çok sert ve ödünsüz yazılar,kimi kez alayla karışık kara mizaha dönüşüverir.Ancak her tür yazı biçeminin amacı tekdir.:İvedilikle demokratik yönetime ve basın özgürlüğüne kavuşmak.Uğur Mumcu şöyle der:”Basın özgürlüğü,demokrasinin temel ilkelerinden biridir.Kamuoyunu oluşturan ve ifade eden basın,tarihin her devrinde tartışma konusu olmuştur.Basın özgürlüğünün kısıtlandığı dönemlerde demokratik gelişim durmuş,totaliter eğilimler güçlenmiştir.Basın özgürlüğünün gelişimi ile demokratik iletişimin yerleşmesi arasında zorunlu bir bağ vardır.” (Cumhuriyet,16 Mart 1980)

1970’li yılların ortasından başlayarak giderek yoğunlaşan kanlı ortam,Uğur Mumcu gazetecilinin işlevselci,araştırmacı yanının güçlenmesine yol açar.1 Mayıs gibi,Kahramanmaraş gibi katliam boyutuna ulaşan olaylar,silah ve uyuşturucu kaçakçılığı,Abdi İpekçi gibi toplumu sarsan olaylar da bu cinayetlerin derinlemesine araştırılmasını gerektirir.Mumcu gazeteciliği o dönemi şöyle sorgular:
“Bir yanda binlerce silah ve milyonlarca mermi,öte yanda ‘sıkıyönetim silah kaçakçılığı davalarına bakamaz’ diyen yüksek yargı karakları…Bir yanda sosyete cinayetlerinde konuşturulan hünerli gazetecilik,öte yanda silah kaçakçılığı karşısında susan ,ağzını açmayan basın ahlakı…”

(Cumhuriyet,4 Temmuz 1980)

KAYNAK:24 Ocak 2010,Cumhuriyet “Güldal Mumcu,Uğur Mumcu’yu Anlatıyor” başlıklı dizi yazısı”

24 Ocak 2010 Pazar

Ece Temelkuran ile "Muz Sesleri" üzerine../Devrim Sevimay

“Muz Sesleri”nde dokuz ay kaldığı Beyrut’u anlatan Ece Temelkuran: “Türkiye de Ortadoğulu ama bilmiyor”

Kafan karıştı değil mi senin? İşte Beyrut budur. Buraya gelmemiş olanlara burayı nasıl anlatacağını bilemezsin!” dedi Ece.

Golden Tulip otelinin 501 numaralı odasında söyledi bunu. Çünkü o sırada ben tam da Ece’nin dediği gibi kara kara düşünmekteydim; “Burayı neresinden, nasıl başlamalı anlatmaya?” diye...

Uçağımızın Refik Hariri Havalimanı’na indiği saat 15.00’ten ertesi akşamki şu saatlere kadar Beyrut sokaklarında yürüyor, deli gibi sürekli Beyrut’u konuşuyorduk. “Muz Sesleri”nin Ece’si, bir Hamza’yı anlatıyordu bana, bir Filipina’yı, Marwan’ı... Onların hayatındaki bir lahzanın nasıl dünyalara bedel olduğunu... Sonra her nasılsa konu birden Flanjistlerin hikayelerine geliyor, diyelim karşı kaldırıma geçtik, orada da Oxford’a, Batı’ya dönüyordu.

Korniş’te göğüslerinin güzelliğini fanilerden esirgemeyen yüce bir Arap kadını mı gördük; kadınlardan... Her kadına “Sen dünyanın en güzelisin” der gibi bakan merhametli Arap erkekleri az evvel yanımızdan mı geçti; erkeklerden... Sonunda eski, dökük bir Mercedes takside, yorgun, otelimize dönerken bile Beyrut’un niye dişil değil de eril dünyaya geldiğinden...

Her bahis yeni bir başka bahsi açıyor, bir yandan Ece, bir yandan Beyrut konuşuyordu. Ece’yle Beyrut birbirine karışmış gibiydi. Besbelli Ece, Beyrut’un olmuştu ve bu arada Beyrut da sadece bir şehir değildi. Ben ise hem Beyrut’u hem Ece’yi ama en çok da muzların sesini (bunun ne anlama geldiğini birazdan okuyacaksınız) dinlemeye çalışırken artık ipin ucu kaçmıştı. Acaba anlatmaya neresinden başlanmalıydı?
İlk aklıma gelen kare birinci günün akşamı. Her yerAkdeniz laciverti olmuş. Kıyıda en net seçilebilenler beyaz dalgalar, ciplerin farları ve bir de palmiyeler... Biz otel Bayview’in 15’inci katındaki terastayız. “Beyrut yerine herhalde İzmir’e geldik” diye aşağıya hafif şaşkınlıkla bakıyorum.
Ece cep telefonunu karıştırıyor, habire bir şeyler arıyor. Sonunda “Hah buldum” diyor. Hemen dokunuyor çalma karesine ve işte o anda, Fairuz’un sesi semayı kaplıyor. Bu kadın bir şehre değil, resmen sevgilisine sesleniyor... Elinden alınmak istenen, işgal edilen, içi karışan sevgilisine:
“Benimsin sen ey Beyrut! Benimsin...”
* * *
501 numaralı odada işte bu az önce okuduklarınızı söyledim Ece’ye, “Acaba böyle mi anlatmaya başlamalı niye burada olduğumuzu?” dedim. Yoksa acaba Ece’nin “Her şeye karar verdiğim yer” dediği Al-Manara’daki masaya mı oturmalı önce? Ya da “Muz Sesleri”nin başrol oyuncusu Jetawi yokuşuna mı gitmeli? Elbette ilk soru “Romandaki Deniz sen, Tunç da Özgür mü?” olsa bu yazı meraklılarına cazip gelir ama galiba benim için yine en muteberi, en basiti olacak. Yani uçaktan inip Hıdır’ı beklerken oturduğumuz kaldırımdaki ilk dakikalar...


İlk ne zaman geldin buraya?

2006’da İsrail işgalinden bir hafta sonra, sekiz gün kalmıştım.

İlk görüşte aşk mıydı?

Hemen aşk. Nedenini de söyleyeyim, savaşa bu kadar alışkın olmaları. Burası çok küçük bir şehir aslında. Bizim Bebek’le Taksim arasından bile daha küçük. Fakat düşün, Taksim’de bombalar atılıyor, Bebek’tekiler o sırada içki içiyor.

Nesine âşık oldun bunun?

Bu deliliğe ve savaşın yarınsızlığına. Aslında çok korkunç bir şey yarının olması çünkü o zaman hep plan yapmak zorundasın.

Yani vurdumduymazlık değil, yarınsızlık...

Bu yarınsızlık ve tam Türkçesi yok bu sözcüğün, “resilience” demek gerekiyor. Yani düştüğü yerden esneyip, tekrar ayağa kalkma becerisi. Bu şehrin büyüsü bu. Burada yarın yok. Yarın olmayınca emniyet duygusu da yok. Emniyet duygusu olmayınca da korku yok. Onun yerine dalga geçmek ve hiç kimse olmak var.

Muzlardan çıkan çuk çuk sesleri

Bir daha gelmeye nasıl karar verdin?

2006’da İstanbul’a döndüğümde bir dostumun annesine burada gördüğüm büyük muz plantasyonlarını, bahçelerini anlatıyordum. Tuhaf gelmişti; bir yandan savaş sürüyor, bir yandan muz tarlaları var. Bunun üzerine Öznur hanım, ki zaten kitabın teşekkür bölümünde onun da ismi var, muzların nasıl doğum yaptığını anlattı. Ses çıkardıklarını söyledi büyürken, “çuk çuk” diye. Böyle elin birbirine yapışık parmakları gibi çıkıyorlar ilk önce yeşil ve büyüdükçe “çuk çuk çuk çuk” ayrılıyorlar. Sonra ben Beyrut’a 2008’de Hizbullah’ın düzenlediği bir toplantı için geri geldim. Araştırmaya başladım bu muz işini, baktım Beyrut’ta kimse bunu bilmiyor.

“Bu şehir büyük bir ön sevişme”

Muz ülkesinde muzların sesini hiç duymamışlar mı?

Hayır çünkü Beyrut çok gürültülü bir şehir. Hem çok korna hem çok inşaat hem çok insan.Ortadoğu böyle bir şey zaten. Her şey bağırış çağırış, her şey gürültüyle, o yüzden de aşağıda olup bitenlerin sesini hiç duyamıyorsun. Fakat sonunda ben güneyde muz tarlasında çalışan bir adam buldum. Dedim ki “Muzların sesleri var mı? Büyürken ses çıkarıyorlar mı? Kimse bilmiyor, herkes benimle dalga geçiyor.” Adam “Var tabii. Çuk çuk çuk çuk” dedi. Bunu duyduğum anda Ortadoğu’nun bu karmaşası, keşmekeşi içinde duyulmayan her şeyin, naif olan, zarif olan ne varsa onun adının “muz sesleri” olacağına karar verdim.

Bu arada yanımızdan geçen kadınların neredeyse tamamı mini etekli, çizmeli mizmeli; nasıl oluyor bu...
Söyledim sana, “En güzel giysilerini getir” dedim. Şimdi kendini kötü hissedeceksin çünkü herkes çok şıktır Beyrut’ta.
Türbanlısı türbansızı bütün kadınlar olağanüstüdür. Herkes flört eder. Özellikle Korniş’te göreceksin, aslında resmen bu şehir büyük bir ön sevişmedir. Arap dünyasının “piyasa”sı burasıdır. 60’larda tam Paris’miş. Şimdi ise hep yeniden Paris olmaya çalışan bir şehir. Bu çok acıklı bir şey aslında. Kitapta da anlattım.

“Savaşırken daha canlı bir şehir”

Ama şu havalimanında gelen geçene bakılırsa savaşlar o kadar da etkilememiş...
Zaten savaşı bir ilkellik, yoksulluk falan olarak görme. Savaşın olduğu yerde çok para oluyor. Mesela İran buraya acayip para akıtıyor ve burası savaştayken inan çok daha canlı bir şehir. Edward Said’in kardeşi benim buradaki ahbabımdır. O bir gün bana demişti, “Herkes savaştan nefret ettiğini söyler, inanma. Biz savaşta daha mutluyduk. Çünkü savaşta bir ümidimiz vardı. Şimdi ise sadece güzel binalarımız var.”

Devrim Sevimay, Ece Temelkuran ile Beyrut sokaklarında konuştu

İki gün boyunca Beyrut’un sokaklarında “Muz Sesleri”nin izini takip ettik. Filipina Marwan’ı ilk nerede gördü, Zeynab hanım o önemli konuşmayı hangi kafede yaptı, Deniz nereye geldiğinde romanı kimin yazdığı karıştı, tek tek dolaştık “Muz Sesleri”ni...


“Muz Sesleri” rehberi
Al-Manara: Deniz feneri. Ece’nin kitaba karar verdiği yer.
Hamra: Ece’nin kitabı yazdığı mahalle. İstanbul’un Cihangir’i gibi.
Saint Francis Kilisesi: Romanda Filipa’nın Beyrut’taki tek silahsız, örgütsüz cemaat olan Filipinlilerle tanıştığı yer.
Şatila: Romandaki Dr. Hamza’nın da öldüğü, 1982’de büyük katliamın yaşandığı ve şimdiHAMAS’la El-Fetih’in denetiminde olan kamp. Ece’yle buraya girmek istemedik.
Costa Cafe: Beyrutluların çatır çatır siyaset tartıştığı, Ece’nin de aylarca her sabah kahvesini içtiği yer.
Dahye: Hizbullah’ın bölgesi. Romanda ise Marwan’ın Filipina’nın “kadını” olduğunu ilk anladığı yer.
Manuşi: Peynirli, ince lahmacun. Hikayede bir şefkat simgesi. Eğer Beyrut’a gelirseniz mutlaka Bliss caddesindeki Zeit wa Zahtar’da yiyin.
Korniş: İzmir’in veya Mersin’in kordonu gibi. Ece’nin yazdığı en iyi şeylerden biri olduğunu düşündüğü lokum sahnesi burada, Amerikan Üniversitesi’nin yanından inen merdivenlerin sonundaki inşaatta yaşanıyor.
Jetawi Yokuşu: “Muz Sesleri”nin başrol oyuncusu. Doğu Beyrut’taki Aşrafiyya mahallesinde. Farklı dini ve etnik gruplardan insanların birlikte yaşayabildiği tek küçük alan.
West Houses: Hamra’daki Jeanne d’Arc sokağında, Ece’nin bu kitabı yazarken yaşadığı stüdyo ev.
Abdülkadir Abdelli: Orhan Pamuk’un da çevirmeni. Kitap yazın Arapça basılacak.



“Buraya tarih ve doğa için değil, hikaye dinlemek için gelinir”

Beyrut’a turist olarak kimler gelir?

İpini koparan gelir. Ama tarihi, doğası için değil. Burada öyle görülecek bir şey yok. Arkadaşlarım geldi, “Eee nereye gideceğiz?” dediler. “Bir yere gitmeyeceğiz, burada duracağız” dedim. Akşam oldu, birileriyle tanıştılar ve acayip hikayeler dinlemeye başlayınca anladılar; burada hikaye var. Zaten insanların çoğu da bir hikaye peşinden buraya geliyor. Dününden ve yarınından bir şekilde atılmış olanlar kendini Beyrut’ta buluyor. Burası sanki bir evsizlik mekanı.

Sen de mi bunun için buraya geldin?

Alakalı tabii. Türkiye çok zor bir yer. Burası ise bana daha başa çıkılabilir geliyor. Burada her şey daha net. O yüzden de benim gibi hikaye peşinde biri için burası dünyanın hikaye başkenti. Ben buna sonsuz iman ettim.

Neye?

Aslında benim hikayelerden başka bir evimin olmadığına... Bu böyle değilmiş gibi yapmaya çalışmışım yıllarca, ama gerçekten hikayelerden başka evim yokmuş benim.

“Bu kitap eve dönüş biletim”

Gazetecilik?

Tamam, gazetecilik de bir tür hikaye kaydı, ama hakikati anlatmak için haberden çok asıl hikaye anlatman gerekiyor. “Merhaba ben gazeteciyim” dediğinde insanlar başka bir pozisyon alıyor, “Merhaba ben bir hikaye yazıyorum” dediğinde ise bambaşka. Sana bir gazeteciye anlatmayacaklarını anlatıyorlar ve ben de bir gazeteciye anlatacakları şeylerle çok ilgilenmiyorum artık. İnsanların “Dur sana en kederli hikayemi anlatayım” diyecekleri anı beklemek benim için daha güzel.

Bu bir değişim mi o zaman?

Aslında bu benim başlangıç noktam. Ben zaten hep hikayelere bakandım. Ancak sonra iş gazeteciliğe, zamanla bir isim ve soyisme dönüştü. Benim 18 yaşımdan beri yazdığım her satır yayımlandı neredeyse. Uzun yıllardır peçetelerin üzerine bir şey yazmıyorum çünkü bu kadar kalabalık yazıyla ilişkimi bozdu. Yazı içimden damla damla akıttığım bir şey olmamaya başladı. Olmadığı her an da çoğaldı. Sonunda o kadar birikti ki oraya dönmek istedim. Kimseye göstermek için değil, içinde kaybolmak için yazmaya dönmek istedim. Bu kitap o anlamda benim eve dönüş biletim aslında. Kendim için yaptığım en önemli şey. Ve ben bunu sadece Beyrut’ta yapabilirdim.

“Burada kimden korkman gerektiğini bakışlardan anlamalısın”

“Muz Sesleri”ni yazmaya ne zaman başladın?

Beyrut’a 2008’de ikinci kez gelip, dört-beş gün kaldıktan sonra Oxford’a gittim ve dedim ki oradakilere, “Ben sizlerle bir proje yapmak istiyorum. Yoksulluk ve İslami hareketler arasındaki ilişkiyi araştıracağım.” Hoşlarına gitti, ben de ön çalışma için hemen buraya geldim. Tarih Ocak 2009. Tam Hizbullah’ın kapanma kararı aldığı bir dönem. Kimseyle konuşamıyorsun. Sürekli oturuyoruz, sohbet ediyoruz ama bir şey çıkmıyor. Sonunda bir gün, tam da bu marinada, karşımda oturmuş tespih çeken bir Hizbullahçıya derdimi anlatmaya çalışırken tuhaf bir şey oldu içimde. Sanki kafamda bir kapı açıldı birden ve yapmak istediğim şeyler için ne kadar az zamanım olduğunu fark ettim. İşte o anda kararımı verdim; “Benim bu şehirde kalmam lazım ve benim bir roman yazmam lazım” dedim.

Burada kalmaya nasıl başladın?

Bayağı tası tarağı toplayıp geldim, ev tuttum. Çünkü bir hikaye insanı çağırınca oraya gidiliyor. Burası da beni çağırdı, ben de geldim.

“Gece evinin kapısı kırılsa hesap soramazsın”

Pahalı olmadı mı, zor olmadı mı?

Hiç aklına öyle havalı durumlar gelmesin. Son derece az parayla, kendi paramla yaptım. Oxford da öyleydi zaten.

Sonuçta Beyrut burası, tek başına aylarca hiç mi korkmadın?

Burada devlet yok ve gece evinin kapısı kırılıp başına bir şeyler gelirse hesap dahi soramazsın. Evet, bundan bazı geceler korktum. Ama burada neden ve kimden korkman gerektiğini bilirsen genel anlamda sorun yok.

Onu nasıl bileceksin?

Bakışlardan...

Nasıl geçiyordu bir çalışma günün?

Öğleden öncesi internetten Türkiye gündemi, yazı vs. Sonra buradaki gazetelerin, çeşitli merkezlerin arşivlerine gidip ilanlarına kadar her şeyi okuyordum. Hikayemi kurguladıkça geçtiği yerlerde dolaşıyordum. Her yaştan ve her meslekten diyebileceğim bir sürü insanla tanıştım, onların hikayelerini dinledim.

“Arapça öğrenebilmek için çok uğraştım”

Bu arada bir de Arapça öğrenmişsin; bayağı Arapça sohbet ediyorsun burada, onu nasıl yaptın?
Yurtdışından yaşamaya gelenlerin çok gittiği bir enstitü var burada. 2,5 ay oraya gittim ama çok uğraştım. Arapça gerçekten çok özel ve çok zor bir dil. Bir harfin kullanıldığı yere göre üç ayrı hali var mesela. O kadar karmaşık ki ben artık sonunda Arapların herhalde “Bizi çöle çaktılar, biz de gelecek nesillerden güzel bir intikam alalım” diye böyle bir dili bulduklarını düşünmeye başladım.

Kaç ay yaşadın burada?

Al-Manara’da karar vermemden burada bırakacağım eşyaları Etiyopyalı temizlikçi kıza bıraktığım gün arasında geçen zaman dokuz ay. Eylülün ilk haftasıydı, Türkiye’ye döndüm.

Sen dönebildiğine emin misin?

Hayır, dönemedim. Robert Fisk de dönemedi mesela. Korniş’te evi var ve gidemedi buradan. Buradan gitmek kolay bir şey değil, bu bir bağımlılık. Ve kesinlikle burası benim şehrim. Dünyada en sevdiğim şehir. İzmir, Ankara, İstanbul, Londra, Paris, Diyarbakır... Ben hiçbirine ait hissetmedim kendimi ama tuhaf bir şekilde buraya tutuldum. Üstelik çok mutlu olduğum için de değil. Zaten mutluluk hiçbir zaman çok talep ettiğim bir şey olmadı hayatta ama saklıyor burası insanı sanki. Burada kimse oluyorsun. Hiç kimse olmak ise çok güzel bir şey çünkü o zaman herkes olabiliyorsun.

“Oxford’a da Beyrut’a da kafa tutarsan seni yener”
Kendini Beyrut’ta batılı, Oxford’da da doğulu gibi mi hissettin?
Tam tersine burada çok doğulu, Oxford’da da çok batılı hissettim. Biliyor musun, aslında bu kadar Ortadoğulu olduğumu bilmiyordum. Kaldı ki Türkiye’nin de Ortadoğulu olduğunu ama bunu henüz Türkiye’nin de bilmediğini düşünüyorum. Çünkü bu bir dünyanın güney yarımküresi hissi ve biz o histen, yani “ezilen tarafız” hissinden kaçıp duruyoruz. Oysa gelip biraz Ortadoğu’da yaşansa bunun böyle olmadığı, Türkiye’nin de Ortadoğulu olduğu hemen anlaşılır.

Ne olunca anlaşılacak?
Hani yılbaşı falan için Paris’e marise gidiyorlar ya. Oralarda hissettikleri ve o hayata dair bir sürü ayrıntıyı öğrenerek, tekrar ederek kendilerinden bile sakladıkları rahatsızlık hissini burada yaşamayacaklar. İşte o zaman anlayacaklar ki “Evet, ben Ortadoğuluyum.”

Sen İzmirlisin, sence İzmir de mi Ortadoğu?
En azından Batı değil, onu biliyorum artık. Bu arada İzmir’le Beyrut da çok aynıdır.

Oxford’la Beyrut’un benzeyen bir yanı var mı?
İkisine de kafa tutarsan seni yener. Beyrut bir hareket, belki bir taksiciyle veya bir dilenciyle yener. Oxford ise seni yok sayarak yener.

Ya en büyük farkı?
Batı yoğunlaşmak, düşünmek ve köklenmek demek. Yani yarın demek. Beyrut ise sadece bu an ve şaşırmak, sürekli şaşırmak.


“Beyrut’a ihanet etmedim, zaten o kadar çok kişi ediyor ki”

Bu kitabı bir Beyrutlu okuduğunda sence ne düşünecek?

Çok şaşıracak çünkü kitabı yazarken anlattığım Beyrutlular çok şaşırdı. Kimsenin bu şehirle ilgili umursamadığı şeyleri umursuyor olmama şaşırdılar. Bu kitabı batıya değil, doğuya yazmış olmama şaşırdılar. Oysa Türkiye’deki yazarlar giderek daha fazla batıya yazıyorlar. Ben ise bir Amerikalının veya bir İngilizin ne düşüneceğinden daha çok bir Beyrutlunun ne düşüneceğiyle daha ilgiliyim. Çünkü hikayelerine çok ihanet edilmiş bir şehir bu. Tıpkı Türkiye’ye yapıldığı gibi. Hani yabancı gazeteciler gelir, üç günde Türkiye’yi tahlil edip giderler ya, ben ihaneti Beyrut’a yapmadım. Zaten o kadar çok kişi ihanet ediyor ki Ortadoğu’ya...

Peki bir Oxford’lu okuduğunda?

Çok gülecek çünkü tam anlattığım gibi Oxford. Ama asıl ben bir Türkiyeli okuduğunda ne olacağını merak ediyorum. Çünkü dış dünya hep bize, yani bütün Ortadoğu’ya, “Sen sadece kendi hikayeni anlatabilirsin. Ama sen gidip başka bir ülkenin romanını yazamazsın” diyor. Bu çok sömürgeci, üçüncü dünyayı çok aşağılayan bir tutum. Eğer adlı adınca söylersem ben buna kafa tutmak istedim. “Hayır, ben de gidip başkasının hikayesini yazabilirim ve sen beni kendi hikayeme mahkum edemezsin” demek istedim. Bakalım bu tavır Türkiyelilerde nasıl bir ilgi uyandıracak, onu merak ediyorum.

KAYNAK: http://www.milliyet.com.tr/Pazar/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&Kategori=pazar&KategoriID=26&ArticleID=1181080&Date=03.01.2010&b=%93Tuhaf%20bir%20sekilde%20Beyruta%20tutuldum%94