29 Ekim 2009 Perşembe

MUTLULUK / Ata ERBAYAV*

Kış güneşi dışarıda;yine pencere,
yine pencereden dünyaya bakan ben.

Makamımdayım yine,masa başında.
Kitaplar,sözcükler;vesaire,vesaire...

Bulunduğum noktanın kralı olmuşum.
Uzaktan bakıldığında nokta zannedilen bir dünya.

Mutluyum dünyalar kadar!


2 Kasım (sene bilinmiyor,2000'den sonra)

(*) unutulmuş şiirlerden)

26 Ekim 2009 Pazartesi

Fakir Baykurt'un Konuşmalarından





 “Benim dilim sadece kitaplardan öğrenilmiş değildir. Evimizde, köyümüzde, Türkçenin olduğu her yerde çocuklardan, kadınlardan, okumuş okumamış halkımızdan emdiğim Türkçe’dir benim dilim. Halkımın göğüsleri bereketle dolu olduğu için, ben de onu eme eme büyüdüğüm için, gürbüz bir yazar olabilmişimdir...”

 “Bakın ben aklıma, gönlüme uygun bir tek sözcük yaptım, o da varsıl’dır. Bir arkadaşım vardı; kızı annesinden çay isteyeceği zaman “Çaysadım!” derdi. Susadım demiyor muyuz; onun gibi. Tırpan’ı yazarken, “ yoksul” karşıtına ille “zengin” mi diyeceğim, “varsıl” geldi kalemime; hemen öyle yazdım. Sonra baktım, başka arkadaşlar da kullanıyor...”

 “Bir sanatçı olarak yazar, anlayabildiğime göre, günün her saatinde ve her yerde, dünyaya yazmak diye bir tutkuyla bakar. Sürekli bir uyanıklık içindedir.

 “1929 doğumlu olduğum doğru. Ay, gün bilinmiyordu. Anamla konuştuk. Köyde orak mevsimi. Tarlada sancılanıp eve gelmiş. Haziran ortasıdır...”

 “Dikenlerin arasından gelmiş bir yazarım ben. Yüzyıllarca karanlıkta bırakılmış köylerin birinden, Akçaköy’denim. Ailem yoksuldu. Kırk bayır kırk iki dönüm toprağımız vardı. Birkaç yerde anlattım, anam babam okuma yazma bilmiyordu. Köyümüze geçten geç açılan ilkokul yalnızca üç sınıflıydı. Evimizde bir tek kitap yoktu. Cumhuriyet beni götürdü, açtığı Köy Enstitüsünde eğitti, öğretmen yaptı; elime kalem verdi yurdun yazarları arasına kattı. Şimdi düşünüyorum, yokluktan geliyorum.”

 “Almanya’ya göçmemin iki nedeni var; Biri can güvenliğimin yok olması. İkinci, 1963’te Amerika’dan dönerken bir hafta aralarında kaldığım işçilerimizin yaşamını daha yakından görme isteği...”

 “Ben 1971 12 Mart’ında iki kez gözaltına alındım ve tutuklandım. Yattım içerde. Yargılanmam dört buçuk yıl sürdü. Sonunda aklandım. Yattığım yanımda kar kaldı. 12 Eylül 1980’de Almanya’daki yazınsal incelemelerimi sürdürürken, şimdi Marmaris’te resim boyayan generalle arkadaşları darbe yaptı. Dönsem tutuklanacağım. İçinde yazınsal sevdası olan insanlar için cezaevleri uygun yerler değildir. Döneni içeri atıyor dönmeyeni yurttaşlıktan çıkarıyordu. Ben çıkarılmadım, belki ünümden çekinildi. Bu koşullar yüzünden dışarda kalışım uzadı. Yazılarımı, kitaplarımı orda yazdım. Burada yitirdiğim öğretmenliği orada sürdürdüm.”

 “Hareket noktam çoğunlukla ‘yaşam’dır. Yaşam’dan aldığım ‘deney’ ve etkilenim’leri, düşüncelerim ve inançlarımla emiştirerek yazmaya yönelirim.”

Yazdıklarım

Biraz daha ayrıntıya girelim. Ne yapmak istedim ben? Köyün, köylülerin yaşamına ışık tutmak. Bunu sanatın gereklerini, her iyi yazarı birinci derecede ilgilendiren sanatsal kaygıları göz önünde tutarak yapmak istedim. Toplumda hiç konuşmayan ya da yeni yeni konuşmaya başlayan bir katmandı biz yazmaya başladığımızda köylüler. Özellikle kadınların ağızları var, dilleri yok gibiydi. Hepsinin eline vur, lokmasını al. Giderek her şey gibi bu da değişti. Köylüler de konuşmaya başladılar. Kadınların dili çözüldü. Edebiyat dünyamıza yeni yeni kadın erkek tipleri, karakterleri girdi. Bilincini belki daha tam olarak bulamamış, ama onu sürekli olarak arayan insanlardı benim insanlarım. Bu dünya güzel, yaşamak tatlı, ama toplumun düzeni alabildiğine bozulmuş, kurallar köhnemiş. Kurtulmak için, düze çıkmak için ne yapmak gerekir? Kurtuluşun ilk adımı “Ne yapmak gerekir?” sorusunu sorabilmektir. Önce el ve göz yordamıyle, sonra ışıkla, aydınlıkla bulmağa başladılar aradıklarını. Şimdi, yaptıkları üretime dayalı olarak ve gerçekten düze çıkabilmek için siyasal savaşıma da yöneliyorlar. Bu savaşımda öncüleri hangi sınıftır, yandaşları kimlerdir, kimlere güvenebilirler, kimlere güvenemezler, nasıl örgütlenmeliler? Bunları araştırıyorlar. Benim yazarlıkta en kaçındığım nokta, kuruluk ile doğru yanlış bir takım savsözlere takılıp kalmaktır. Bunları yeğleyen arkadaşlara bir şey demiyorum., ama kendim yeğlemiyorum. Ben sanata şiirden geldim. Etli, kanlı canlı bir anlatımı aradım hep, arıyorum. Edebiyat doğru, etkileyici, yararlı, ama aynı zaman da güzel de olmalıdır. Güzellik deyince ille burjuva güzellikleri anlaşılıyor. Ne yanlış! Bütün toplumsal sınıfların özgün güzellik anlayışları vardır. Benim sınıfımın, katmanımın güzellik anlayışı da ona göre. Yazdıklarımızı kentsoylu arkadaşlar beğenmiyorsa buna aldırmam. Beğenirlerse aldırırım bilgiçlik başka, bilmek başka. Neredeyse bizi sürüp çıkaracaklar yazı alanından. Daha önce de söyledim, bu alan geniştir, daha çok yazarı, ozanı yutar... Olduğum yerde çakılıp kalmadım, geldiğim yerde de kalamam. Bunun için yazılı ve sözlü geniş bir kültür birikimimiz olduğuna inanıyorum. Halkımızın dil ve anlatım gücü, Türkçenin bağrında saklı olanakları son derece boldur. Bütün bu olanakların ortasında, bu anlayışla yaptığım çalışmaları yetersiz buluyorum. En iyi, iyinin düşmanı. Yazdıklarımdan çok yazacaklarıma güveniyorum. “Fakir Baykurt’la Konuşma”, Alpay Kabacalı, Milliyet Sanat Dergisi, 12.6.1978, s.281

 ...Yorulmadım hiçbir zaman O yoksul sevgili gibi dağ başlarında Karda kalmış, darda kalmış yolcular için yazmaktan

 Yaşam, bilinçten bilinçaltına iner. Orada mayalanır, dinlenir, değişir. Etkisi derin, yankısı geniş toplumsal olayların 8-10 yıl geriden gelerek romanlaşması bu yüzdendir. Bilinçaltı birikiminin değişerek bir biçim bulması, bir sanatsal anlatım biçimine erişmesi şipşak olmaz. Hatta sadece bir fışkırma da sayılmaz, “birdenbire”lik yoktur onda.

Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidir roman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme... pembe beyaz yapraklardan gülsuyu ve gülyağı çıkarmak gibi.

 ... ne tümden bilinçaltı fışkırması, ne de yalnızca bilinçli bir çabadır roman.

 “ ...Ben günlük tutmam ama not tutarım. Bir sürü gereci, ayrıntıyı: çağrışım, gözlem, dinleme, duyma yoluyla ufak ufak kağıtlara yazar biriktiririm. Biçim ararım...”

 “...Dikkat ettiğim noktalar vardır. Adına kadar, kişi adı, yer adı, romanın adı; hepsi inceden inceye düşünülmüş olmalı derim. Hiçbir sorunun çözümünü raslantıya, gelişigüzelliğe bırakmak istemem... bir romanım ötekine benzemesin isterim. O yüzden kılı kırka yararım... Her ayrıntı çağrışımla, her çözüm konuşup görüşmeyle gelmez. Aylar süren okumalar gerekir. Köygöçüren için uzun uzun, yer altı suları, Orta Anadolu iklimi, sondajcılık, sulu ve kuru tarım konularını inceledim, pekçok rapor okudum. Amarikan Sargısı ve Kaplumbağalar için üst üste gezler yaptım. Yayla için Tarih Kurumuna, müzelere gidip geldim, arkeoloji çalıştım. Hastanelerde gözlem yaptım. Dağlarda, yaylalarda yaşadım. Uzaycılık üstüne kitaplar okudum. Bunlarsız olabileceğini sanmıyorum...”

 “...Dünyada ve bizde gençlik adaletsizliğe baş kaldırmaktır. Onu “Demokratik Üniversite!” “Halka dönük üniversite !” haykırışlarının altında yatan temel istek, bu yamuk, bu adaletsiz durumun değiştirilmesidir.
Üniversiteler, bunlara eğilmediği, bunlara çözüm aramadığı için gençlerin sabrı taşmış, sonunda sokağa düşmüş ve eyleme geçmişlerdir. Bu anlaşılmadıkça, bu değişiklik yapılmadıkça,gençliğin bilime ve tarihe uygun savaşı sürüp gidecektir. Bu yüzden biz gençlerimizi anlamakta onları doğru yolda görmekteyiz. Bunu copla, gaz bombasıyla, durdurmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Bunun bir tek çaresi vardır.O da devrimdir. Devrim, tarihsel koşulların olgunlaştığı dönemlerde olur. Tarihsel koşullar olgunlaşmamışsa devrim olmaz...” TÖS 2. Olağan Genel Kurul Toplantısı 7 Temmuz 1969 - KAYSERİ
KAYNAK:http://tr.wikiquote.org/wiki/Fakir_Baykurt

Fakir Baykurt,yeniden – Feridun Andaç




Bir anıyla başlamak isterim söze.

1960’lı yılların sonuna doğru,ortaokulda öğrenciyken elimden düşürmediğim Fakir Baykurt’un Kaplumbağalar romanıyla sınıfa girdiğimde,bir arkadaşımın şu sözleriyle karşılaştım:

“ O komünistin romanını nasıl okursun ? “

Bunu diyen arkadaş bir köy çocuğuydu.Kente binbir zahmetlerde okumaya gelmiş,”han”a benzer iğreti bir otelde kalıp okula gidip geliyordu.

TÖS’ün (Türkiye Öğretmenler Sendikası) etkin olduğu yıllardı.

Ortaokul öğrencisi olarak TÖS’ten,sendikadan vb. çok uzaktaydık.

Okul kitaplığında elime geçirdiğim bu romanı tutkuyla okumaya vermiştim kendimi.

Arkadaşımın o tepkisi sırasında biraz cenkleşmiş,ardından da soluğu okul idaresinde almıştık.

Başmuavinimiz Muammer Bey öğütlemişti arkadaşımı,beni de uyarmıştı.

Fakir Baykurt adı,yazdıkları kadar,o “küçük olay”la da belleğimde yer etmişti.

YAZARIN BİLGE YANI

Sonradan ona dair okumalarımın ardı arkası gelmişti.

Üniversitede öğrenciyken,kitaplarının yayımlandığı Remzi Kitabevi’ne dışarıdan redaksiyon yapıyordum.Baykurt’un birkaç kitabı da bu nedenle elimden geçmişti.

Titiz bir yayıncı olan Erol Erduran,yazarın göz attığı metni bir de başka gözün okumasını isterdi.

Önüme gelen dosyada hem Baykurt’un düzeltileri olurdu,hem de kitabın yeni bir çıkışı.Yayıncılığımız henüz ofsete geçmemişti o günlerde.

Diyebilirim ki,ilk düzelti /redaksiyon dersimi Baykurt’un kendi metni üzerinde yaptığı düzelti notlarından öğrendim.

Bir yazarın kendi yazdığına dışarıdan bakması,dahası kitaplarının her yeni baskısında yaptığı “ayıklama”,”düzeltme” bana öğretici,yol gösterici olmuştu.

Yaptığım işi seviyordum.

Bundan bir süre sonra,1979’da Almanya’ya giden Fakir Baykurt’la yazışmaya başladım.

Uzunca bir zaman diliminde bu al-verimiz sürdü…Yurtdışına çıktığımda ise,İsveç dönüşü,Almanya’da yaşadığı kentte,Duisburg’a giderek onu ziyaret etmiştim.
O buluşmamızdaki bir günlük beraberliğimizde,karşımda duran yazarın “bilge” yanı beni etkilemişti…

Akşamın söyleşisini bir Çin lokantasında sürdürmüştük…

SÖZ IRMAĞINDA GEZMEK

Bir dönem yazdıkları kadar,öğretmen hareketinin lideri olarak kitleler üzerinde etkisi olan Baykurt,her sözü ile sizi,söz ırmağında gezdirip hayata / yazıya / insana dair yaşanmışlığın,tanıklığın birikimini aktarıyordu.Ama dingin bir su gibi akarak,bilgece yapıyordu bunu da.

Önce yazdıklarını,sonra kendisini tanıdığım yazarlar arasında beni şaşırtmayan ender yazarlardan birisi duruyordu karşımda.Ki,bunu zamanla daha iyi kavrayacaktım.

Bunda da,gene kısa bir zaman sonra,Baykurt’la yollarımız çakışmış,onun kitaplarının bir bölümünün editörlüğünü üstlenmiştim Papirüs Yayınevi’nde.

BİR DİL VİRTÜÖZÜYDÜ

Yakın dostu Selahattin Şimşek’in oğlu Oktay Şimşek’in sorumluluğunu üstlendiği yayınevine destek de vermek istiyordu.

Onun salt yaşamın değil1930’lardan 1980’lere kadarki 50 yıllık zaman dilimine tanıklığı içeren Sekiz ciltlik “ özyaşamöyküsü “ nün ilk iki cildin yayımını görmesi,sanırım onun mutlu anlarındandı.Çünkü bu birikiminin bir an önce gün ışığına çıkmasını istiyordu.

İşte Fakir Baykurt’la bu süreçte daha da yakınlaştık.Onu daha iyi tanıma olanağını buldum.

Bir dil virtüözüydü Baykurt.Romanında olsun,,öyküleri ya da denemelerinde olsun ele aldığı bir konuyu;onun deyişiyle,sözcükleri seviştirerek incelikle işlerdi.

Dil duygusunun aşınmayan,sürekli gelişkin yanlarını görebilmek için herhangi bir metnini okumanız yeterliydi.Nice aradan sonra yapıtlarının Literatür Yayıncılık tarafından yeniden yayımlanıyor olması sevindirici.Bu ilk adımın Kaplumbağalar romanıyla atılması ise çok daha anlamlı bence.Çünkü Baykurt’un romancılığımıza sunduğu bu başyapıt onun dil dünyasından düşünce dünyasına,yurttaşlık bilincinden yaşama ülküsüne kadar birçok gerçekliği içinde barındırması açısından da önemlidir.

Bu yazarı yapıtıyla yaşanır kılan yanların neler olduğunu görebilmek için Kaplumbağalar’ı okumak yeterlidir diyebilirim…

BELLEK KUTUSU: “ Yazın,özellikle roman alanındaki gözlemlerim gerçekleştirebildiklerimden geniş ve derindir.Bakıldığı zaman toplumun ,içinden geçmekte olduğumuz tarihsel ve akan zamanın bütün kişileri,bütün sorunları,durumları görünmeli onlara.Okurun bakıp bakıp yalın gözle göremediklerini yazar olarak ben gösterebilmeliyim.Nasıl mikroskobun yardımı olmadan mikrobu göremiyorsak ,sanatın,bilimin yardımı olmadan toplumsal,politik ,tarihsel gerçekleri de göremeyiz “ Fakir BAYKURT

OKUMA ÖNERİLERİ: Fakir Baykurt : (Roman) Yılanların Öcü,1959;Onuncu Köy:Irazca’nın Dirliği,1961;Kaplumbağalar,1967;13. Basım,Literatür Yay.,363 s.; Amerikan Sargısı,1967;Tırpan,1970;Köygöçüren,1973;Keklik,1975;Yayla,1977;Kara Ahmet Destanı,1977;Yüksek Fırınlar,1983;Koca Ren,1986,Yarım Ekmek,1998;Eşekli Kütüphaneci,2000.(Öykü) Çilli,1955;Efendilik Savaşı,1959;Cüce,1964;Anadolu Garajı,1970;Can Parası,1973;Sınırdaki Ölü,1975;Barış Çöreği,1982;Gece Vardiyası,1982;Telli Yol,1998.(Deneme) Efkar Tepesi,1960;Şamaroğlanları,1976;Yeni Kölelik mi?,Benli Yazılar,1998.

KAYNAK:16 Ekim 2006,Cumhuriyet

Fotoğraf Alıntı:www.evrensellmuzik.blogspot.com

23 Ekim 2009 Cuma

Turgut Uyar’ın Kırıkları – Turgay Fişekçi

Dünya Kitapları Erhan Altan’ın Tomris Uyar’la Turgut Uyar üzerine yaptığı konuşmalardan oluşan bir kitap yayımladı:Ben Koşarım Aşağlara,Koşarım.

Çağdaş Şiirimizin en özgün kişiliklerinden olan Turgut Uyar’ı,şiirlerinin ve yazılarının dışında,evden birinin yaklaşımlarında tanıma olanağı sunuyor kitap.

Çağdaş şiirimizin çok sevilip okunmasına karşın şairlerin yaşamöyküsünü anlatan kitapların eksikliği hep duyulur.O güzel şiirleri yaratan insanların nasıl birer kişilik olduğunu,nasıl yaşadıklarını,nelerden etkilendiklerini nilemeyiz çoğu zaman.Nazım Hikmet dışında yaşamöyküsü derinliğine yazılmış başka bir çağdaş şairimiz yoktur.

Ben Koşarım Aşağlara,Koşarım,Turgut Uyar’ın yaşamı üstüne ayrıntı zenginlikleriyle dolu bir kitap.Kitabın beni en çok etkileyen yanı ise,şairin bilmediğim bir özelliğiyle karşılaşmak oldu:70’li yıllarda,yani şairin ellili yaşlarında beklenmedik ve sık sık yinelenen kırıklar olmuş.Kolu,dirseği,kalçası…
Biri düzelmeden bir başka yanı kırılırmış.

İşin ilginç yanı şair,kırılan yerlerinin sağaltımı için hiç çaba göstermez,neredeyse kırıklarıyla birlikte yaşamayı yeğlermiş.Zorla götürüldüğü hastanelerde de tedaviye karşı edilgen bir direniş içinde olurmuş.

Bir başka ilginçlik ise bu sık sık oluşan kırıklara yol açabilecek kalsiyum eksikliği vb. bedensel bir nedeninde bulunmaması.Kendisini tanıyanların ya da fotoğraflarına bakanların kolaylıkla anlayabilecekleri gibi “aslan gibi “ bir adamdı Turgut Uyar.

O zaman nasıl açıklamalı Turgut Uyar’ın kırıklarını ?

Tomris Uyar,kitaptaki yanıtında.”Ben şu anda pek tahlil edemiyorum doğrusu,belki işime de gelmiyor “ demiş.

Spor yazarı Turgay Renklikurt’a danıştığında ise şöyle bir yanıt almış:”Bu kişiler bir şeyde çok iyi oldukları zaman biraz daha iyisini yapamayacaklarsa bir yerlerini kırıyorlar.Ya da söz konusu kişi bir şeyden çekindiği zaman,başına bir şey getiriyor.Ama bilerek değil tabii.”Nazım’ın,”yarmışım göğsümü / yüreğimi yiyoruz bir dişiyle beraber”
dediği durum mu?

Yoksa çok daha geniş bir dünyaya başkaldırma,daha doğrusu yaşadığı dünyaya katlanamama mı?

Birbirinden güzel şiirler yazmış bir şairin,hayattan böylesine vazgeçmesini nasıl açıklamalı?

Kahramanlık her zaman savaş alanlarında ya da insanlık için can vererek olmuyor.İnsanoğlunun acısını duymak,onu yaşamak ve başkalarına yansıtmak da insana özgü bir kahramanlık.Turgut Uyar şiirlerinde bu acıyı benzersiz biçimlerde ortaya koydu.Bu acıya dayanmak ve ona karşı direnmek kadar dayanamamanın da çağdaş
Bir kahramanlık olduğunu sanıyorum.Mayakovski’den Yesenin’e,acıyla baş edemeyen çok sayıda şair sayılabilir.

Turgut Uyar’ın son dönemlerinde yaşamdan vazgeçtiği çok belliydi;tıpkı kuşaktaşı Cemal Süreya’nın üstü kalsın diyerek dünyadan ayrılışı gibi,o da yaşadıklarını ve gördüklerini yeterli bulmuş olmalı.

Mutsuzluktan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun
Sevgim acıyor.

KAYNAK:4 Ocak 2006,Cumhuriyet

22 Ekim 2009 Perşembe

Kevser Ruhi’nin ikinci öykü kitabı ‘Saçları Deli Çoruh’ / Hülya Soyşekerci – II

KARAKTER AĞIRLIKLI ÖYKÜLER

Kevser Ruhi’nin belirli bir karaktere yaslanan,’karakter ağırlıklı’ öyküleri de var kitabında.Sözgelimi,Delimemet öyküsünde aynı adı taşıyan karakter,yaşamının bir döneminde aniden karşısına çıkan acı sürpriz (deprem) ile dengeleri altüst olan bir insanın dramını içselleştiriyor.Bu öykü,okuru gülümsetirken bir anda hüzünlü yaşlar dökmesine neden olabiliyor;insanı bir duygudan öteki duyguya alıp götürüyor.Aynı anda hem hüznü hem de gülmeceyi duyumsatabilmek,özel bir öykücü yeteneğini ve yaşamı iyi gözlemleyen bilgece bir bakışı gerektiriyor.Yaşamın acı-tatlı öykülerden oluşan bir toplam oluşunun;insan hallerinin yarattığı çelişik gerçekliğin,yaşamın özünü oluşturduğunun bilinci ve farkındalığı bir öykü yazarı için önemli meziyetler arasında yer alıyor.Aynı yaşam felsefesi,Seyran adlı öyküde de kendini gösteriyor.Seyran,tatlar,kokular,dokunuşlar ve anılardan oluşan uzun bir ömür içinde yapayalnızdır.Gidememek,ölememek,düşlerle yaşamaktır onun gerçeği.

İkramiye bir 12 Eylül öyküsü.Yaşanan olayların yarattığı travmatik durumların anlatıldığı bu öyküde iç içe iki kurgu katmanı yer alıyor.”Gerçek” ile kurmacanın,metnin içinde buluşarak birbiri içinde sürmesi olgusunun bir üst gerçeklik yaratması durumu,farklı bir kurgusal deney ya da kurgu oyunu ola-
rak ilgi uyandırıyor.Özellikle öykü kişisinin gerçekliği bağlamında ilginç sürprizlerle karşılaşılabiliyor.Sonrası Kül,yazarın kendi anılarından yola çıkarakonları yepyeni bir gerçeklik içinde dönüştürdüğü,yeniden yarattığı bir öykü.Yaşamın kırılma noktalarındaki insani dramlar burada da karşımıza çıkıyor.Ölüm döşeğindeki babasını son kez görmeye gelen öykü kişisi,öykü anı içinde zamansal olarak sık sık geriye dönüyor;anıları içinde babasının sağlıklı ve çalışkan hayali gözünün önünden gitmiyor.Sobadan görünen alevlerin dansı onu çocukluğuna götürüyor:”Sobanın alevleri kış gecesinde bakıp bakıp masallar uydurduğu güzellikte değil (…)Oysa bu alevlerin gülümsemesi hatta kahkahası vardı.Alevler konuşurlar,cilveleşirler,sarılıp sarılıp ayrılırlardı.Yarattığı hayal dünyasında alevlerin kol kola girip bir eğlenceye gittiklerini düşünürdü.” (s.75) Alevlere ve ateşe çocuk dünyasındayken yüklediği mutluluk imgelerinin ölümün soğuk rüzgarlarıyla sönmesi,her şeyin babasından sonra küle dönüşmesi…Kevser Ruhi,Sonrası Kül’de kısa öykünün bir gereği olarak,sözcüklerin birkaç fırça darbesiyle canlı,etkili,çarpıcı ve işlevsel betimlemeler kullanıyor:

“Sabahın çok erken saatleri.Kasaba,soğuk havada yatağından çıkmak istemeyen,uykusuna doymamış bir çocuk gibi mahmur.Sokaklarda birkaç başıboş köpek,duvar dibine sinmiş kediler ve bisikletle gece vardiyasından dönen işçilerden başka kimse yok.”(s.71) Betimlemeler konusundaki tutumunu kitabın tümündeki öykülerde de sürdürüyor.Herkes Gibi,çocukları herkes gibi olmayan;zihinsel engelli olarak nitelenen iki annenin dünyasını buluşturan bir öykü...İki kadının kesişen yazgıları,yaşadıkları yoğun kader duygusu,kocalarıyla çelişkileri ve ardından gelen ayrılıklar…Babaların,sorumluluğu omuzlayacak kadar güçlü ve özverili olamayışları ve kaçış psikolojileri…Annelerin,”çocuğum benden sonraya kalmasın” dileğindeki o umarsız,derin anlam…

KİŞİSEL SANAT…

Bu noktada Tomris Uyar’ın “Kısa öykü tek başınalığa dayanan kişisel bir sanattır.İnsanoğlu’nun yazgısına yöneltilmiş içli bir çığlıktır.” sözünü öyküyle yaşamı buluşturan tüm gizemi içinde anımsıyoruz.Sessizce Kırıldı Kanatları,ruhu bedenine sığmayan,kendi bedeni odada,bir kanapeye mahkumken hayalleri başka yerlerde koşan bir gencin dünyasına bir spot ışığı tutuyor.”Hayal kelimesi,ufacık bir işaretle,küçük bir dokunmayla hayatın kendisi oluveriyordu işte.Hayal ve hayat…Sınırsız özgürlük ve sınırlı yaşam…Hayal kelimesinin en son harfine eğik,kısa,düz bir çizgi atılması…”(s.104) Bu da başka bir insanlık durumunun öyküye dönüşmesi…

Şehrin Onaran Elleri,yasadığı derin mutsuzluğu unutmak içinAvrupa’da bir kente geziye giden kadının,ülkesinden göç etmiş siyasi bir sürgünle tanışması ve sonrasında yaşadığı güzel duyguların şiirsel öyküsü.Yanlış Öykü,deneysel bir çalışma olarak dikkat çekiyor.Hiç yazılmayan,hiç yaşanmayan,
Mekansız ve zamansız bir öykünün öyküsü bu.Şiirsel dille dokunmuş öykü yazma süreçleri,farklı bir görme biçiminden aktarılıyor.Kitabın en dikkate değer kadın odaklı öyküsü Bir Kabul Günü Fotoğrafı adını taşıyor.Evin sınırları içinde dar yaşamlarına hapsolan ev kadınlarının “yalnızca iyelik ekleriyle” mutlu olma psikolojileri başarıyla yansıtılıyor bu öyküde.Sormayan,sorgulamayan,dümdüz ve sıradan yaşamlarının boşluğundaki o kabul gününde çoğalttıkları dedikodular ve sonrası adeta bir ritüele dönüşen göbek dansları…Bazılarının çıkara dayalı,göz boyayan ilişkileri…Bu öykünün asıl ilginç yönü,
Yazarın öyküye daha başından dahil olması,yazdıklarının içinde yer alacağını dile getirmesi.Yazar,‘yazar’ı şöyle tanımlıyor;”Yazar,işi ‘yazmak’ olmayanlara göre çok daha zor yazan,her paragrafta ömrü tükenen,yazmaya başlayınca kendisiyle kavgası başlayan,talihsizin biridir.” (s.153)

YAZARIN SORGULANMASI

Yazar,öykünün bitimine doğru okura sorar:Kendisi bu öykünün neresinde gizlidir ? Okurla oynanan bir kurmaca oyunudur bu.Öykü karakterlerinden hiçbirinde kendi izini taşımadığını söyler yazar;kendisinin bir eşya;sözgelimi odanın köşesindeki o fiskos takımı olup olmadığını bile sorar bize.Şöyle der:”Yazar yalanlar söyler.Gerçeği alır,sizin gerçeğiniz olmaktan çıkartır,paramparça eder,parçaları kafasına göre birleştirir,kendi gerçeğini yaratır.İnandırır.İnanmadığı sözler de söyleyebilir ama onları yazdıktan sonra hem kendi inanır hem sizi inandırır.(s.154) Georgio Manganelli’nin Düzyazının İnce Sesi’ndeki deyişiyle;”…aldatan biridir yazar.Peki,kimi aldatır ?Bu noktada aldatanın kurnazlığı geri teper;Çünkü simyacı ve yıldızbilimci gibi yazar da her şeyden önce kendi kendini anlatır.Delilikle deha yakın akrabadırlar.” Sonuçta yazar,kendini bu öyküde yer alanöyle ilginç bir varlık olarak gösterir ki;Kevser Ruhi’nin mizahi çekim gücüne takılıp kalırız;ironi doruğa çıkar o nokta da.Metnin/ve toplumun içinde yazarın öneminin/önemsizliğinin yeniden sorgulandığına tanık oluyoruz.

Son öykünün adı Başlangıç…Başa dönüyor öykü,başa dönüyor kitap;büyülü bir masalsı öykünün içinde yer almanın heyecanını duyumsuyoruz okur olarak.Saçları Deli Çoruh öyküsü başlıyor Başlangıç’ın içinde.Önce küçük küçük sürprizlerle ilerliyor öykü;ilk başta cinsiyeti verilmeyen Eren’in erkek olduğunu anlıyoruz sözgelimi.Reklam Yazarı Eren’in e-posta adresine,gizemli bir kadından gelen parça parça metinlerle,dedesinden kalan günlükteki anı parçaları birbirine ekleniyor.Bir de Eren’in yaşamının içindekiler var;pembe bir zarfla gelen paragraflar…Sanal dünyadan gel,p gerçekliğin odağına düşen iletilerden ve yaşamdan gelenlerden oluşan parça parça öyküler ve öykü parçaları…Sanal gerçekle hakikatin buluşma noktaları;bu noktaların bileşimiyle oluşan,bütünleşen,büyülü ‘bir tek öykü”…Bir masal gizemi içinde yepyeni bir kitabın oluşumu…Günlükteki ”Saçları deli Çoruh gibi avuçlarıma dökülen kadın” dizesindeki ortaya çıkan yeni bir yazınsal güzellik Saçları Deli Çoruh adlı öykü ve kitap…

Saçları Deli Çoruh / Kevser Ruhi / Gürer Yayınları /184 s.

KAYNAK:Cumhuriyet Kitap,Sayı 1018

20 Ekim 2009 Salı

Kevser Ruhi’nin ikinci öykü kitabı ‘Saçları Deli Çoruh’ / Hülya Soyşekerci - I

İnsan hallerinin çelişkili gerçekliği

‘Saçları Deli Çoruh’ta Kevser Ruhi,okuru öykü metinlerinin içindeki birçok kurmaca oyununa çağırıyor;dili imgelerle genişletip yeni anlamlarla çoğaltıyor;hepsinden önemlisi,insanın dramatik durumlarına odaklanarak yaşamdan beslenen ve yaşamın sanatsal anlamda dönüştürülmesi sürecine katkıda bulunan öyküler yazdığını kanıtlıyor.

Kevser Ruhi ilk kitabı Kehribar Kadınlar’ın 2004’te yayımlanmasından bu yana,yeni öykülerini hemen günışığına çıkarmamayı;yazdıklarını öykü sanatının incelikleriyle donatmayı,bu öyküler üzerinde yoğun çaba harcamayı yeğledi uzun süre.Yazın sanatının,çağın hızla akıp giden güncel süreçlerinden uzakta kalan,aceleye getirilmemesi gereken,kalıcı,sıkı dokulu ve sağlam metinlerin yoğunlaştığı,bir dil/estetik yapılanması farkındalığı ve bilinciyle hareket etti.Sonuçta yazar,aradan geçen beş yılın hakkını veren,nitelikli,yazınsal değerlerle donanmış bir öyküler demetiyle;Saçları Deli Çoruh adlı kita-
bıyla merhaba dedi okurlarına.

Yoğun emekle yazılmış olduğu dikkati çeken bu öyküler,içerdiği yazın evreniyle,düş ve imge zenginliğiyle okurun yüreğinde derinleşiyor.’Şiirsel anlatımı ve imgeleriyle sözcüklere yeni tatlar ve anlamlar kazandırıyor,anlamı çoğaltarak dili varsıllaştırıyor.Sözcükleri güzelleştirirken dile bilinçle katkıda bulunan bir yazar Kevser Ruhi.Ayrıca,kurmacayı kavramış,öykü tekniklerini epeyce özümsemiş bir öykücü olarak duruyor karşımızda.” Satırlarıyla değerlendirmiştim Kevser Ruhi’nin ilk kitabındaki öykülerini.(Cumhuriyet Kitap,7 Ekim 2004) Yeni kitabındaki öyküler içinde benzeri değerlendirmelerde bulunmak olası;ancak bu kez Kevser Ruhi’nin dil güzelliği ve varsıllığının yanı sıra,epeyce farklı kurmaca tekniklerini de denediğini,yer yer kurgu oyunlarıyla buluşturduğu yaşam gerçeklerinden süzülen unsurları ilk kitabına göre daha ustalıkla değerlendirdiğini söyleyebiliriz.Kehribar Kadınlar’da kadın sorunsalına vurgu yapan yazarın,Saçları Deli Çoruh’ta da yer yer aynı sorunsalı işlediği göze çarpıyor;ancak bu kez asıl izleklerinin insan dramları,yaşamın kırılma noktalarında insanın yaşadığı hüzün ve kederler olduğu görülüyor.Bu hüzün ve kederler yazarun yer yer mizahi/ironik tatta anlatımlarıyla çerçeveleniyor.Karmaşık,yoğun duygular ve yaşamsal karşıtlıkların ve yaşamsal karşıtlıkların oluşturduğu anlatısal yapılanmalar,gerçek bir insanlık durumunu çoğaltıyor bu öyküler buluşması içinde.

Günümüzde öykü sanatının eğilimi,birtakım olayları dolayımsız anlatma değil,bireye odaklanma ve yaşamın içinde yer alan bir kesittebireyin dramını verebilme yönündedir.Bu dramın kaynağında,toplumsal sistemin araçlarıyla kuşatılmış ve varoluş kapanına kısılıp kalmış bireyin sancılı durumu yer alır.Kişi bu duruma karşı koymaya çalışır ve bir takım tepkiler verir.Öykülerde yansıtılanlar işte bu insanlık durumudur.Öykülerin dramatik yapısı,bu durum üzerine kuruludur.

GİTMEK VE KALMAK…

Kevser Ruhi’nin söz konusu insanlık durumlarına ne denli kırılgan ve ince bir duyarlılıkla sokulduğu,onları ne derece içtenlikli bir bakışla ve yoğun duygudaşlıkla işlediği gözlerden kaçmıyor.Kitabın başındaki öykülerde ‘zorunlu ayrılıklar tragetyası’na dikkatimizi yoğunlaştırıyor Kevser Ruhi.Çok yıllar önce,Doğu Karadeniz’le Gürcistan arasındaki sınırın (Sarp köyünün ikiye bölünerek) ilgili devletler tarafından kesin bir biçimde belirlenmesi üzerine kesintiye uğrayan insan yaşamlarını,zorunlu göçleri,bölünen aileleri,insanların derin özlem duygularını;kararsızlıklarını,ayrılıkların iç acıtan gerçeklerini,bireylerin iç dünyasına odaklanmış gözlem gücü ve duygu yüklü anlatımla dile getiriyor.

Gitmek ve kalmak arasında tökezleyenlerin,kaldıklarında aklı “öte yaka”da kalanların,gidince yeni yerlere uyum sağlayamayan yaşlıların ya da çocuk yaştakilerin sıkıntılarıdır göç yollarının buluştuğu gerçekler.Bu sancılı coğrafyada bütün yaşananları kucaklayan bir tek sözcük vardır,o da özlem’dir;sıla özlemi ya da gidenlerin özlemidir bu.Orman Sustu’da eşi-çocuğu ya da anne-babası arasında seçim yapmak zorunda kalan genç kadının iç çelişkilerinin labirentlerinde dolaşıyoruz.Öyle bir an geliyor ki ülke sınırlarından aklın sınırlarına geçiş yapıyoruz:İçindeki yoğun çatışma sonrasında,delilik noktasının çok yakınındaki acı bir kahkahayla kararını veriyor öyküdeki genç kadın.Karşı Yaka’da da “kurda kuşa sökmeyen sınır çizgilerinin insanlar için acımasız bir yasağa dönüşmesi” anlatılıyor.Se-
vinçlerimden Başka Hiçbir Şey,Karşı Yaka’nın devamı gibi görünüyor ya da birbiri içinde süren iki öykü diyebiliriz onlara.Hatuna Hala’nın dramını anlatan satırlarda.”Sınırlar kapandı.O orada kaldı,biz burada.Dedem götürdü orada gelin etti,ben de gittim orada toprağa verdim Hatuna Hala’yı.” (s.33) diyor,öyküdeki Halit. Sevinçlerimden Başka Hiçbir Şey adlı öyküde düğün ile cenaze anılarını art arda ya da parçalı biçimde aklından geçiren anlatıcı,kendi düğünündeki bazı komik olayları anımsayıp gülmeye başlıyor;”Nasıl bir gülmek bizdeki…Ağlamak bile sayılabilir” (s.42) derken bir yandan da içinde yaşadığı an’a ait cenaze gerçeği karşısında derin bir acı duyumsuyor.Zamanlar iç içe geçip kırılıyor;bir filmin düğün ve cenaze frekansları karışıyor sanki.Sonuç tam bir insanlık komedyası oluyor;an’ların içinden parça parça acılar geçiyor ve komedyanın trajediye dönüşmesi gerçeği karşısında ürperiyor içimiz.Bu öyküde mizahın ince ince işlenmesine;yaşamın insanı gülümseten karelerinin cenaze anları içine sızmasına;kısacası yaşam diyalektiğinin o dramatik gerçekliğine tanık oluyoruz.

KAYNAK: Cumhuriyet Kitap,Sayı 1018

17 Ekim 2009 Cumartesi



Yazarın Gülümseyişi..."Müge İplikçi;yer,Galapera"

Ceylan Onkol İçin Bir Bildiri...

JORGE LUIS BORGES – VI / SON





Borges’in öykülerinde en çok rastlanan durumlardan biri de yazgılardaki benzerlik olgusudur. O’nun insanlarını oyun- insan diye tanımlayan Enis Batur; bu durumla, Borges öykülerinin bir başka özelliği arasında bir bağlantı kurar, ve şöyle der.. “ Tarih’i kendine özgü bir seçim bilinciyle kurarken ortak bir raslantı paydası kurar... Bambaşka yerlerde, bambaşka zaman dilimlerinde, bambaşka kişiler aynı düşleri kurar, aynı yazgı düğümleriyle karşılaşır, aynı olaylara gömülürler...” Raslantının yanında; yazgıların benzerliği, hatta yinelenmesi; Borges’in birçok yazarı etkileyen bir başka düşüncesini de anımsatıyor: Sonsuz döngü öğretisinin bir sonucu olan özgünlükten yoksunluk....Bir başka deyişle yaşamlarımız bizden çok daha önce başkalarınca yaşanmıştır...tıpkı yazdıklarımızın/ yazacaklarımızın bizden çok daha önce başkaları tarafından yazılmış olması gibi...

Öykülerinde uzun uzun söz edilen Tennyson, Schopenhauer ve Kabala felsefelerinin ortak özelliği de bu noktada ortaya çıkıyor...Kabala felsefesine göre sonsuz varlık olan Tanrı kavranamaz, insan evrendeki bütün biçimleri içeren kozmik bir biçimdir. Evrenin aynasıdır. Tennyson da evrendeki en küçük bir ayrıntının bile koca evrenin bir aynası olduğunu düşünür... ( Borges’in kum tanesi gibi...) Bu durumda insanın Tanrısal özü taşıyan herhangi bir varlığa aşk, zamanla mutlak varlığa duyulan aşka dönüşecektir...

“Tek bir yıldız kalmayacak gecede.
Gece kalmayacak.
Ben öleceğim ve benimle birlikte
dayanılmaz evrenin ağırlığı da.
Piramitleri sileceğim, madalyonları,
kıtaları ve yüzleri.
Geçmişin birikimlerini sileceğim.
Toz edeceğim tarihi, tozun tozu.
Son kuşu işitiyorum.
Hiç kimseye hiçliği bırakıyorum.”
...............................

“Yüz sonbahar boyunca bakıp durdum
senin belirsiz yuvarlağına .
Yüz sonbahar boyunca bakıp durdum
adalar üzerindeki gökkuşağına senin.
Yüz sonbahar boyunca dudaklarım
daha az sessiz olmadılar.”


Yıllar boyu, insanoğlu bir boşluğu imgelerle, illerle, krallıklarla, dağlarla, körfezlerle,gemilerle, adalarla, balıklarla, odalarla, aletlerle, yıldızlarla, atlarla, insanlarla doldurur...Ölümünden az önce, usanmaz çizgi labirentinin kendi yüzünün imgesini oluşturduğunu anlar...”




Not:Borges, hep ilgimi çekti.. İlkgençliğimden beri... Proust, Borges, James Joyce, Virginia Woolf, ve Borges.. ve de Kafka.. Aynı çizgide gibi görünürler ama birbirlerinden oldukça ayrı yazarlar.. İçlerinden birini beğenmedim.. derinliği olmayan şişirilmiş bir yazar olarak gördüm, ama diğerleri bana çok şey kattı! Umarım Borges'in imgeleri size de yeni kapılar açar..

Bu metin 1998 de yazarın dilimize çevrilmiş tüm kitapları incelenerek, kimi zaman önsözlerden, kimi zaman dergilerdeki yazılardan; ama sanırım çokca Celal Üster yazılarından yararlanarak hazırlandı..

KAYNAK:www.yazimhane.com

15 Ekim 2009 Perşembe

JORGE LUIS BORGES - V


Şimdi O’nun kısa bir parçasına bakalım...belki anlamada yol gösterici olur....

“BORGES VE BEN

Herşey ötekinin, Borges’in başından geçiyor. Buenos Aires sokaklarında yürüyorum., arada bir durup belki de alışkanlıkla eski bir geçitin, kemerine ya da demir parmaklıklı bir kapıya bakıyorum. Borges’den mektuplardan haber alıyorum, bazen de adı bir profesörler kurulundaki adlar arasında ya da bir yaşamöyküleri sözlüğünde gözüme ilişiyor. Ben kum saatlerinden, haritalardan, XVIII. yy baskı sanatından sözcüklerin köklerinden, kahve kokusundan ve Stevenson’un düzyazısından keyif alıyorum; öteki de aynı şeylerden keyif alıyor, ama rolünü abartarak oynayan bir oyuncu gibi gösterişli bir biçimde. Aramızın bozuk olduğunu söylemek işi biraz büyütmek olur...ben yaşıyorum, kendimi yaşama bırakıyorum ki, Borges masallarını ve şiirlerini yazabilsin. Ve o masallarla şiirler beni doğruluyor. Dişe dokunur birşeyler yazdığını kabul etmek o kadar zor değil, ama o yazdıkları beni kurtaramaz... belki de iyi olan artık hiç kimsenin, hatta ötekinin de olmadığı, söz ve geleneğin olduğu için. Kaldı ki ben tümden yok olup gitmeye yazgılıyım, yalnızca belli bir an’ım ötekinde varlığını sürdürecek. Her şeyi çarpıtmak ve abartmak gibi inatçı bir alışkanlığı olduğunu çok iyi bilmeme karşın, artık yavaş yavaş her şeyi ona bırakıyorum. Spinoza, her şeyin kendisi olmaya sürdürmeye çalıştığını ileri sürmüştü. .. taşın taş olmak, kaplanınsa kaplan olmak istediğini...Ben kendimde değil Borges’de kalacağım...eğer ben biriysem tabii...ama kendimi onun kitaplarından çok, başkalarının kitaplarında ya da bir gitarın kılı kırk yararcasına akort edişinde tanıyabiliyorum. Yıllar önce ondan kurtulmaya kalktım ve kent dışındaki gecekondu mahallelerinin söylencelerini bırakıp zaman ve sonsuzlukla oyunlara yöneldim...Ama o oyunlar eninde sonunda Borges’in bir parçası olup çıktı. Ben şimdi başka şeylere yönelmek zorundayım...Anlayacağınız benim yaşamım sürekli bir kaçış; ben her şeyi yitiriyorum ve her şey unutulup gidiyor...ya da ötekine kalıyor...”

“Geceyarısı saatleri çarçur ederken
bir zaman bolluğunu,
gideceğim, Ulysses’in gemicilerinden daha uzağa,
insan belleğinin eremediği
düş bölgesine.


“Herkes ya da hiç kimse olacağım.
Öteki olacağım,
o bilmediğim, şu öbür düşe bakan,
benim uyanık halim. Şöyle bir tartıyor onu,
kaderine razı, gülümseyerek.


1958’de yazılmış olan YARATAN’daysa, yüzyıllar öncesinin “kör ozanı” Homeros’un körleşmesiyle; ozanlaşması arasındaki bağıntı, yine Borges’in türler ötesi denilebilecek kendine özgü biçimiyle anlatılıyor...Gerçekten de, yüzyılların ötesinden günümüze ulaşabilmiş bilgi ve kaynakların çoğu, İlyada ve Odysseia destanlarının ozanı Homeros’un kör olduğunu söylüyor...Borges’in kendisiyle Homeros arasında ortak bir yazgı yakaladığını görmemek olanaksız... Ama Borges “Yaratan” metnine kendine özgü bir ironiyle yaklaşıyor.:

“Bu öykümün yaşamöyküsel olduğu düşünülebilir...Homeros benim yüceltilişim, Homeros’un körlüğü benim körlüğüm, Homeros’un karanlığı benimseyişi benim karanlığı benimseyişim olarak algılanabilir...Oysa bu öyküde okuru, bir özyaşamöyküsü okuduğunu düşünmekten caydıracak çarpıcılıkta ögeler de var, körlük bana karanlığın ağır ağır bastırması biçiminde geldi..gökten inen esinlenmeler biçiminde değil...Beni bekleyen ne bir İlyada vardı ne de bir Odyssiea.. Bu öyküyü ilk tasarladığım sıralar Milton’la Homeros arasında bir seçim yapamadım..Oysa Milton çağımıza çok yakın bir dönemde yaşamış bir ozandı...Batı uygarlığı kadar eski olan Homeros’sa bir söylenceydi...ve bu yüzden kolaylıkla başka bir söylenceye dönüştürülebilirdi...”

Sanırız Borges de, tıpkı T. S. Eliot ve Ezra Pound gibi, ideolojik önyargılarla yaklaşıldığında insanı yanıltan yazarlardan....

Borges; “İnsanlar geçmişi severler” diyor, “ve bu sevgiye karşı benim elimden bir şey gelmez, ne benim ne cellatlarımın; ama bir gün benimle aynı şeyleri duyan bir adam gelecek ve bu adam benim duvarlarımı yıkacak, benim kitapları yok ettiğim gibi... ve benim anımı silecek ve benim gölgem ve aynam olacak ve kimse olmayacak!.....”

“Kaç mümkün hayat kaybolup gitti
bu alçakgönüllü küçük ölümde,
kaç mümkün hayat, nasibin belleğe
ya da unutuşa bahşedeceği!
Ben ölünce bir geçmiş ölecektir;
bu goncayla ölen bir gelecekti
duygusuz suda, beyaz ve yepyeni,
yıldızlarca yerle bir edilmiştir.
Ben de ölüsüyüm sonsuz kaderlerin,
talihin bana hiç yar etmediği;
her zaman yiğit olmuş bir ülkenin,
arar gölgem, yorgun efsanelerini.
Anısı mermerin gözetiminde;
zalim tarih, büyür üzerimizde.


Borges’in Türkçede İletişim yayınlarından 1992’de çıkan GÖLGEYE ÖVGÜ, bu başlık altında; ilk öyküyü kaleme aldığı 1935 yılından, 1986’da ölümüne dek yazdığı bütün öyküleri Türkçeye kazandırma amacını taşıyor...

Ve Türkiye’de 1995’de yayınlanan YEDİ GECE adlı konuşmalarının derlendiği bir kitap daha var. Bu kitabın tanıtımını da Alaistair Reid ‘den öğrenelim..


YEDİ GECE

Borges bu kitapta yer alan yedi konuşmayı belirli aralıklarla 1977 yılının Haziran ve Ağustos ayları arasında Buenos Aires’teki Teatro Coliseo’da yapmıştı. Boy Bartholomew, kitabın 1980’de ilk basımına yazdığı “Sonsöz”de, Borges’in konuşmalarını birçok kişinin banda aldığını, bir süre sonra bu konuşmaların korsan plaklarının piyasaya sürüldüğünü, ardından da Buenos Aires’teki bir gazetenin edebiyat ekinde kesilip biçilerek yayımlandığını anlatıyordu. Bartholomew iki yıl kadar sonra konuşmaların değişik bir basımı üzerinde çalışmaya koyuldu...Borges konuşmaları titizlikle gözden geçirerek basıma hazırladı.
Edebiyat alanındaki başka birçok kimliğin yanısıra konuşmacılık, neredeyse son kırk yıldır Borges’in yaşamında çok önemli bir yer tutmuştur. Tıpkı öbür yapıtları gibi konuşmaları da onun dünyasını ağ gibi saran bağıntıları biraz daha aydınlığa kavuşturmuştur...1946’da kent dışında bulunan kitaplıktaki işine son verildiğinde bu tür konuşmalar, Borges’in yaşamında geçim kaynaklarından biri olup çıkmıştı. Ama yazılı metin okuyamadığından konuşmalarını annesinin yardımıyla hazırlamak, sonra ezberlemek zorundaydı. Bu yüzden, başlangıçta bu işten biraz ürkmüştü. Ama konuşmalarında kullanacağı metinleri belleğine kazıma zorunluluğu Borges’in çok işine yaradı...Çünkü körleşmesi yavaş yavaş ilerlerken, kaynaklardan ve alıntılardan oluşan koskoca bir özel kitaplığı deviriyordu...Diyelim şimdi bir soru sordunuz; kafasının içindeki kitaplar arasında geziniyormuş gibi şöyle bir duraklayacak, hemen ardından okurlarının çok iyi bildiği o özel kolleksiyondaki temel metinlerin birinden bir dize attıracaktır. Konuşmalardan bazıları artık o bellek kitaplığındaki yerini almış bulunuyor...Sözgelimi Dante üzerine konuşması...Kimbilir kaç kez konuştu Dante üzerine, ama durmadan boyut değiştiren konuşmaların hiçbiri birbirine benzemiyordu...Söz konusu konuşmaları artık Borges külliyatının bir parçası saymak hiç de yanlış olmasa gerek...
Borges yetmişlerden bu yana Avrupa, Latin Amerika ve ABD’de birçok yeri dolaştı., buralarda kendinden çok şey kattığı konuşmalar yaptı...söyleşilere katıldı...konuşma deneyimi oralarda çok işine yaradı.. Çünkü edebiyata ilişkin özlü düşüncelerden, sayısız alıntılardan oluşan engin bir birikim edinmiş, unutulmaz söyleşilerde bulunmuştu...

Borges karşısındakini derinden etkileyen bir insandır. Özellikle son on yıldır televizyonda epeyce göründüğü için, okurların gözünde yazdıklarıyla iyice bütünleşmiş, dahası kendisiyle yazdıkları arasında neredeyse en küçük bir ayrım kalmamıştır. Son zamanlarda ölçülü biçili konuşmalardan çok, keyifli söyleşileri yeğleyen Borges, ana konu ne olursa olsun beklenmedik alanlara kayıyor, o saat aklına düşen bir takım bağlantılar örüyor, böylece anlattıkları, O’nun ilgi alanlarının şaşırtıcı akışı içinde umulmadık boyutlara erişiyordu...Bıkmadan usanmadan sürdürdüğü yolculuklardan şöyle söz ediyordu...”Buenos Aires’te günler birbirine çok benzer... Oysa yolculuğa çıktığın zaman, devamlı koltuk değiştirirsin....Karşında bir cin beliriverir..yazdıklarınla ilgili bilgece sözler söyleyip gözden kaybolur...ama hemen ardından bir cin daha çıkagelir...bu da sana büyük bir çeşitlilik sağlar..”

Borges söyleşilerde ele avuca sığmaz, kılıktan kılığa giren biridir. Yazılarında dilin bir eğlence olarak sunulmasına karşılık, konuşmaları çoğu zaman bir oyun olur çıkar..Bir ironiler gösterisine dönüşür..Konuyu bile bile saptırmadan edemez. Ortaya ilk ağızda herkese aykırı gelen bir görüş atar, sonra da o görüşe akla uygun açıklamalar getirir. Ansızın “Aslında bütün edebiyat çocuklar için,” der, ardından hemen bu savı parlak bir biçimde savunmaya koyulur. Borges’in konuşmalarındaki düşünceler kendine özgü bir yol izler.. O’na soru yöneltirken akıllıca davrananlar, O’nun düşüncelerinin akıp gitmesine olanak tanımışlar, böylece ortaya çok canlı bir konuşma çıkmıştır.. Borges olmadık bir nedenle Oscar Wilde’dan bir alıntı yapar, sonra da durmadan belleğindeki kitaplığa başvurarak Wilde’dan, Fransız dilinden , Cenevre’de okuduğu günlerden, Calvin’den, İskoçlardan sözetmeyi sürdürür. Bir de bakarsınız her şey birbirine bağlanmaktadır. Ama kültürlerin, edebiyatların, dillerin ve zamanın içinde gezinerek.....


YEDİ GECE’de yer alan bu konuşmaların hepsi de Borges’in çok değişik ilgi alanlarındaki geçişleri, düşüncelerinin ve belleğinin akılcılığını gözler önüne sermektedir.. O’nu kavrayabilmek için, Borges’in gözünde edebiyat yaşantısının gerçek yaşantıdan daha canlı ve etkileyici olduğunu, daha doğrusu bu ikisi arasında çok belirgin bir ayrım olmadığını kavramak gerekir.. Okuduklarından öylesine derinden etkilenir ki, kitaplardan ve yazarlardan, gezdiği yerleri, çıktığı yolculukları anlatıyormuş gibi sözeder. Edebiyat aracılığıyla zaman içinde yolculuğa çıkabileceğimizi ve daha bir insan olabileceğimizi savunur.. Borges’in elifbesidir bu.. Dolayısıyla, Borges’in konuşmaları,

“Karabasan”larda olduğu gibi, kafasını kurcalayan bir konunun izini sürer durur: kişisel anılardan yazarlara geçerken; başka yazarların kullandığı metaforların kendisine dönüşür..oradan dile uzanır...

O’na göre eleştiri, yaratıcı edebiyatın bir dalından başka bir şey değildir..Zeka kıvraklığı eleştirmenlere bulunmaz bir malzeme sağlar..ama o edebi yargılara kulak asmaz...O’na göre doruğundaki bir edebiyat, okurda saygılı bir hayranlık uyandırır. Bir şiirden, çarpıcı bir imgeden, güçlü bir bölümden doğan tedirgin edici bir şaşkınlık yaratır. Borges’in bazan asombro, bazan da sagrada horror dediği bu duygunun bir tür huşu olduğunu da söyleyebiliriz. El attığı yazarlar ona bu duyguyu yaşatmış yazarlardır.. Nitekim Borges’in yapıtlarının en ayırtedici özelliği, gerçekliğin keskin uçları birkaç tümcede kuşkuyla titrediğinde o duygunun neredeyse elle tutulur bir niteliğe bürünmesidir. Konuşmalarıysa bizim bir başımıza çıkamayacağımız bambaşka edebiyat yolculuklarıdır.


Borges’in varlığı kimileyin gizemli bir boyut kazanır; bazen kendi metaforlarını yaşıyor gibidir...Yıllar önce söylediği bir sözü anımsatmaya kalkın hemen yadsıyacaktır...O sözü kesinlikle öteki Borges’in söylemiş olabileceğini ileri sürecektir. Yaşayan Borges’in sıkı sıkıya bağlı olduğu öteki Borges’i şiirlerinden, düzyazılarından tanırız; ama Borges söyleşilerinde iki Borges arasındaki ayrımı iyice vurgular ve doğrudan duyumsamamızı sağlar. O’nu dinleyenler yazılarının dalga boyunu daha iyi kavrayabilirler.
ALASTAİR REID/Türkçesi: Celal Üster


Biraz da “Zahir” öyküsüne değinelim...

“Her şeyin en belirgin niteliği karışıklık olan evreni önerdiği gözönüne alınırsa, yeryüzünde basit bir tek sayfa, basit tek bir sözcük yoktur.” sözü Borges kurmacasının odağına götürür bizi... Evreni bir kum tanesinde görmek... Bu düşünce yalnız Borges kurmacasının değil, Borges dünyasını, o dünyayı oluşturan küçük bir öğeyle kavrama amacını taşıyor. En belirgin niteliği karmaşıklık olan, çok koridorlu bir labirentteki aynalardan yalnızca birine dönüyor yüzünü; “Zahir” i görüyor...

“Zahir” O’nun felsefe ile, özellikle idealist felsefe ile olan ilişkilerini, kültürlerarası düşüncelerden dokuduğu ağı yansıtan öykülerden biridir.

Bir kurmaca yazarı olarak, idealizme gerçeklikten çok daha yakındır. Düşüncelerimiz, gerçekliğe ilişkin bilgilerimizdir. Nesnelerin, daha doğru deyimle “şeylerin”, somut-soyut herşeyin, düşüncemiz dışında hiçbir varlıkları yoktur. Borges’in kurmaca evreni de kendi dışında bir gerçekliğe göndermez okuru... Gerçeklik kurmacanın içindedir. ..Hatta kurmacanın ta kendisidir.

Yıllarca aynı simgelerle aynı izlekler içinde dolanıp durur...Bu “aynı”lığı yazına bakışıyla açıklar.O’na göre sınırlı sayıda simgelerden, izleklerle örüntülerden oluşur. “Yeninin olanaksızlığına, her şeyin sonu gelmez bir yinelenme içinde yer aldığına inanır: “Dünyayı oluşturan tüm atomların sayısı kuşkusuz pek çoktur, ama belirlidir. Demek ki evrendeki değişiklikler de belirli ve çok sayıdadır.Eğer sonsuz zaman içinde bir kez olası değişikliklerin son noktasına varılırsa bu durumda evren kendini yineleyecektir” diye sonsuz döngü öğretisiyle bu görüşünü destekler...

KAYNAK: www.yazimhane.org

6 Ekim 2009 Salı

CAMDEN,1892 / JORGE LUIS BORGES

Kahve ve gazetelerin kokusu.
Pazar ve pazar gününün sıkıntısı.Bu sabah,
gözden geçirilmemiş sayfada,mutlu
bir meslektaşın alegorik dizelerine yer veren
o kendini beğenmiş sütun.Yaşlı adam
solgun,yüzü neredeyse bembeyaz,yüzükoyun
uzanmış derli toplu odasında yoksul
bir adamın odası.Gereksiz yere
yüzüne bakıyor o yorgun aynada.
Artık şaşırmadan,o yüz ben'im,diyor.
Beceriksiz bir elle dokunuyor
karışık sakalına,yıpranmış ağzına.
Son uzak değil.Sesi açıklıyor:
Neredeyse gitmişim ben.Ama hayatı
ve onun görkemini sergiliyor şiirlerim
Walt Whitman'dım ben.

Çeviren:Cevat ÇAPAN

KAYNAK:ŞİİR ATLASI 2 / Hazırlayan:Cevat ÇAPAN

JORGE LUIS BORGES -IV

Borges; “Bir gelenek taklit edilmemelidir.Aksine sürmeli ve verimli olmalıdır.Canlı ve kesiksiz bir değişim içinde olmalıdır ve bu değişimle zenginleşmelidir..” der..

Her ne kadar edebi anlayışında bir evrim görülüyorsa da, yazarı tanımada ilk öyküleri, son işlediklerinden daha az önemli değildir. Çünkü, ilk ve son dönem eserlerinde büyük bir fark gözlenmez. Borges’de izlekler, yazısını oluşturan genel konular ve kavramlar pek değişmezler : İnsan varlığının sanrılı niteliği; somut dünyanın aldatıcı doğası; tüm mantıklı düşüncenin kaçınılmaz göreliği; sonsuzluk ve sonsuz olasılık; en küçük olgunun tüm evreni içerdiği düşüncesi; aklımızdan geçen her şeyin gerçekten yaşandığı ya da yaşanmasının mümkün olduğu düşüncesi.. her insanın bir başkası , hatta tüm başkaları olduğu inancı; başka bir yanılsama olarak zaman ..” döngüsel zaman “ ve “ebedi tekrar” insan deneyimlerinin sayısının engin de olsa sınırlı olduğu gelecekte tekrar yaşanabileceği, anlık mistik içgörüler ve kavrayışlar; ve en anlamlısı hiç eksik olmayan labirent simgesi...

Borges’in okurunun işleyebileceği yanılgıların başında, kurguların çarklarını söktükten sonra “ilginin tükeneceği” inancına saplanmak gelir..

O’nun kullandığı düşsel edebiyat, gerçeklerden kaçmak için değil, gerçeğin daha karmaşık bir biçimini açıklamak için kullanılır.. Bu kurguların özdeğinde görünüşte nihilist bir ileti algılıyoruz: mantıkla yönetilen, töresel ve zihinsel düzeyde değişmez görünen, bizim içinde yaşadığımızı sandığımız dünya; gerçek değildir...Saçma, karmakarışık, ve hepimizin yalnızca düşlerde gördüğü ve düşlerimizin direten kargaşası sayesinde varolan dünyanın, önüne geçmeye çalışan bir insan icadıdır...

Gerçeğin görünümü bir maskedir..Ve Borges bu maske aracılığıyla çok daha kaygı uyandırıcı bir karabasanı esinler. Bu nedenle “Borges metinlerini” kelimesi kelimesine okuyup; nihilizmini, yapıtının son aşaması olarak görmek yanlıştır.. Kurgularının ortaya koyduğu evren, kaostan oluşmaz,olumsuz bakışı yalnızca görünümler dünyası için geçerlidir.Okuyucu, kabuğun altında gizli ve derin gerçeğe ulaşma yetisine sahipse, kuşkusuz farklı bir görüş edinecektir. Borges’in amacı, basit görünümlerden daha gerçek bir şeyi açığa çıkarmaktır.Bir putu, gerçekliği kabul edilmiş bir şeyi yıkıp, yerine bir başkasını dikmek ona göre değildir.

Borges’in öyküleri, bizi yalnızca saymaca olabilecek kesin bir gerçeğe ulaştırmaya çalışmazlar, aksine kurgunun içinde bizi, dünyayla ilişkimizi oluşturan özden farklı olmayan ve onsuz gerçek diye bir sözcüğün varolamayacağı yanılgıya sürüklerler...Gerçek olan tek bütünlük, bizi bütünüyle yanılsamaya düşürendir...

Borges; yıllar boyunca, adım adım, dev ve hassas, eşsiz ve garip yapıtını işler. Eserlerinde binlerce yıllık geçmişle yepyeni izlenimler karışırlar. Batı ve Doğu ruhlarını birleştirir, gerçek ve uydurma tüm edebiyatları ve tüm felsefeleri bilen usta ve kurnaz deha, görünümlerle ve sezilen gerçeklerle oynayarak, ışığın tan sökümüyle, gerçek imgenin aynadaki yansısıyla karıştığı, basit olasılıklardan oluşan bir evren yaratır.

O’na göre;

“Tüm yeryüzü bir simgeler oyunudur...ve her şey bir başkası anlamına gelir...Hiçbir yapıt gizemi, her zaman pek yakın ve erişilmez olan, bu birleştirici görüşün; derin ve dehşete düşürücü gerçeğini onun kadar iyi betimleyemez. Şaşırmak, saçma bir şekilde bu dünyaya yabancı düşen şeyleri gördüğünü sanmaktır.Oysa hiçbir şey olağanüstü değildir. Çünkü evrenin kendi içinde çelişkiye düşmesini engellemek bizim olanaklarımızın dışındadır..Elimizden gelen tek şey şaşırmak ve şaşkınlığımızın yeryüzünde yeri olmadığını bilmektir. Borges’in eserleri bu tuhaflığı abartarak yüceltir, çoğaltır...ve gizlice çürütür...”
“Uzun bir düş gibi tasarlanmış yaşam, belki de düş görenin olmadığı bir düş...kendi kendini düşleyen bir düş, öznesiz bir düş.....”

“Sustu, silindi
karanlığın örttüğü
bir kuşun sesi.
Geziyorsun bahçende.
Biliyorum, bir şeyi özlüyorsun.

O garip kupa,
başka bir elin kılıcı
olmuş bir kılıç,
caddede ayışığı,
söyle, yetmez mi bunlar?

Ayın altında
altın ve gölge kaplan
pençelerine
bakıyor. Bilmiyor ki
şafakta birini parçaladılar.

Mermere düşen
yağmur hüzündür; hüzündür
toprak olmak.
İnsanın, düşün, şafağın
parçası olmamak hüzün.


Öyküleri dikkatle okuyunca öykülerin dünyasıyla yaratıcısı arasındaki ortak kimliğin ayrımına varırız...Gerçeğin Borges için bir karabasan olduğu, bu öykülerin de sanrılı bir gerçeği, yazarının gerçeğini aktardıkları duygusuna kapılırız...Bir yazarın bütün yapabileceği düşsel bir dünya yaratmaktır..Ve bu dünyanın yazarının kendinden başka sınırı yoktur...

Borges, dünyadan bir şeyi yansıtmaya kalkışırsa, yalnızca kendini yansıtarak bunu başarabileceğinin bilincindedir...Bundan sonra, kendi arayışına kapılacak ve yalnızca kendi kendini aşmaya zorlayan sürekli devinimini/ yaşama hükmünü giymeyi/ kabullenecektir. (Sanki yalnızca sonsuz bir arayış, dünyanın eksikliğini bize fazlasıyla hissettirdiği bütünlük aldanışını sağlayabilirmiş gibi...Bu güçlü sonsuzluğu edimsel kılmanın tek yolu imge içinde imgedir.Çünkü gerçekte imge, aynalar ya da alef gibi, gizemli ve olanaksız herşeyle birlikte olası bir evren içerir...)

Bu öykülerin,eğretilemelerin altında; sonuçta idealist bir gerçek kavrayışı, insan olarak yazarın saplantılı deneyimlerine derinlemesine kök salmış bir metafizik saklıdır..Maskelerin çokluğu, burada bir tek varlığın,” yazarın bütünlüğüne” çıkar. Ama bu bütünlük ardında yine bir çok şeyler gizlidir...Bu öykülerde, bitimsiz gecelerin, karabasan veya esrime aralıklarında uykusuzluğun sanrılı berraklığının, sezginin yoğunlaşmasının, algılamanın acı dolu keskinliğinin, en belirgin şeylerin birbirine karıştığı ve sınırların birdenbire yok olduğu anların örneklerine rastlayabiliriz...

“O katı ve sofu göğü düşünüyorum
yalnız ve kaybolmuş yıldızlarıyla,
Emerson’un karlı, haşin Concord’dan
geceler boyu bakıp durduğu.
Burda gök yıldızla dolup taşıyor.
İnsanlar hadsiz hesapsız. Sınırsız sayıda
kuş ve böcek kuşakları, benekli jaguar
ve yılan kuşakları, örülen ve çözülen
dal kuşakları, kahve, kum
ve yaprak kuşakları
toplaşır her gün ve yeniden yaratır
küçücük yararsız labirentini.
Ezdiğimiz her karınca bu ilginç evrenini
düzenleyen ölçülü yasaların
yürümesi için ona güvenen
Tanrı’nın gözünde biricik belki.
Öyle olmasaydı eğer bir hata
ve koca bir kaos olurdu dünya..
Abanozun ve suyun aynaları,
yaratıcı aynası düşlerimizin,
likenler, balıklar ve delik deşik mercan,
zamanda ayak izleri kaplumbağaların,
tenha bir akşamüstü ateşböcekleri,
arokarya hanedanları,
bir kitapta harflerin biçimleri,
gecenin örtemediği, hiç kuşkusuz
daha az kişisel ve anlaşılmaz değiller
onları karıştıran benden. Ben cüret edemezdim
cüzzamlıları ya da Caligula’yı yargılamaya.”


Türkçe’ye Celal Üster’in çevirisiyle kazandırılmış olan BORGES VE BEN’in ilginç bir özelliği var. Çünkü bu kitabın ana metnini oluşturan BİR ÖZYAŞAMÖYKÜSÜ DENEMESİ ilk kez New Yorker dergisinde doğrudan İngilizce olarak yazılmış. Hiç kuşkusuz İngilizce, İspanyolca kadar yakın bir dil Borges’a.. Ataları arasında epey İngiliz bulunduğunu, daha dokuz yaşındayken İngilizceden İspanyolcaya çeviri yaptığını, hiç de yabana atılmayacak bir İngilizsever olduğunu düşünecek olursak, O’nun İngilizceye de İspanyolca kadar vakıf olduğu kendiliğinden ortaya çıkar... Nitekim yazarın İspanyolca kaleme aldığı birçok yapıtını, dostları olan çevirmenleriyle birlikte İngilizceye de çevirdiğini biliyoruz...

Bir kitabı rasgele bir yerinden ya da dilediği bir bölümünden okumaya başlayan bir okuyucu değil de, sayfa numaralarını izleyerek okuyan bir okursanız, programın başında sunduğum kuru yaşamöyküsünden sonra Borges’in bir çok yapıtının anahtarını içeren, üstelik zaman zaman neredeyse “kurgu” niteliğinde, özgün bir edebiyat metni gibi de okunabilen BİR ÖZYAŞAMÖYKÜSÜ’nü okumanızı öneririm....Bu kitaba ayrıca çevirmen yazarın özyaşamöyküsüne katkılarını düşünerek üç kısa metnini daha eklemiş...

1956’da yazılmış olan BORGES VE BEN uzun yazılardan giderek romandan hiç hoşlanmayan Borges’in belki de en kısa ve en yoğunlaştırılmış metinlerinden biri.Yazar bu yapıtında çok bilinen “Dr. Jekyll ile By Hyde” izleğine kendi kişisel yorumunu getirdiğini söylüyor. “Ama bir farkla” diye hemen ardından ekliyor, “Jekyll ile Hyde’da karşıtlık iyi ile kötü arasındadır.Benim yorumumdaysa, karşıtlık izleyenle izlenen, seyredenle seyredilen arasında...Mutluluk ve mutsuzluk gibi karşıtlıkları yaşarken, bir an bana olmakta olanın benden bağımsız bir biçimde başka birine olmakta olduğunu duyumsarım...Hint felsefe okullarından birine göre, “ben” kendini sürekli bakmakta olduğu insanla özdeşleştiren bir seyirciden başka bir şey değildir...Yazılarımı yazarken kimi özelliklerimi ortaya döküp kimi özelliklerimi dışlayışım, Borges’i düşsel bir yaratık olarak düşünmeye yöneltti beni...Ama aslında, kimliğin, kimi zaman da kimliğin uyumsuzluğunun, çifte kişiliğin ele alınışına bir çok yapıtımda rastlayabilirsiniz.”

Evet O’nun yapıtlarında çok sık karşılaştığımız bu çift kişiliği bazan ayırdetmekte zorluk çekebiliyoruz..

Kaynak:www.yazimhane.com

4 Ekim 2009 Pazar

GÜNE NEZARETÇİ / Ata ERBAYAV

10 OCAK 2003
-GÜN DOĞARKEN-


Saat sabahın bir vakti.Gün daha yeni uyanıyor,gökyüzü lacivert renginin koyuluğunu bırakıyor,güneş doğmak üzere tetikte...Odamda,masamın başındayım,gün doğumuna nezaretçi.Neler olup bitecek bu koskoca günde?Ne çatışmalar yaşanacak; kimler mutlu,kimler mutsuz olacak;kim doğacak;kim sevecek;kim sevişecek;kim kavuşacak sevdiğine;kim gülümseyecek? Gün,doğarken tüm bu yaşanacaklardan habersiz,öyle sessiz,sakin ve huzurlu. Bir karga ötüşü sessizliği bozuyor,sonra diğerleri...Güne nezaretçi olan ben,izli yorum aydınlığın çoğalışını.Sabah kahvem soğumuş,yudumluyorum onu soğumasına aldırmadan.

Umut var;evet yeni doğanda umut var.Yaşanası bir umut...Tekdüzelikten,yaşananların bıktıran tekrarından,umutsuzluğa götüren kısır döngülerden arınmış bir umut.”Evet olabilir.” dedirten.”Gün farklı doğabilir bugün” dedirten.

Aslında her yeni olan,böyle bir duygu yaratmıyor mu? Aslında herkes için farklı doğuyor gün.Aydınlanan gökyüzünde martıları görüyorum.Onlar için nasıl bir gün olacak kimbilir...Hangi telaşlar,hangi yem bulma gayretleri ?

Penceremden dünyaya bakıyorum.Dünya uyanıyor zamanın bu noktasında. İçimdeki umut dünyanın bu noktasındaki birilerine bulaşsın istiyorum.

Buradan Gönül Teyze’nin penceresini görüyorum.Işık yanıyor.Gönlü o kadar büyük olan biri ki Gönül Teyze...Öyle bilge,öyle sakin,öyle kendinden emin. Konuşsam sular seller gibi bir sohbetin içinde bulacakmışız kendimizi gibi geliyor.

Yazmak benim yaşam amacım.Ve bu amaçtan uzaklaştığım anlarda mutsuz bir adam oluyorum.Evet,yazıyorum artık.Vakit 10 Ocak 2003 olsa da,yaşım 33 olsa da,işsiz olsam da...Yazıyorum yaşama doğru ve yazdıkça yaşıyorum ben...Dünyayı sözcüklere sığdırıyor,onları anlamlandırıyorum.Yazacak öyle şey var ki;hem yazacak,hem yaşanacak...

Annem uyandı,şehir uyanıyor,dünya uyanmakta...Bir koşuşturmadır başladı bu alemde.Bu aleme gün doğdu...