28 Kasım 2009 Cumartesi

DÜZELTME / Refik DURBAŞ

Adını yanlış yazmayın baharın
Ölümün,aşkın,acının adı gibi
okunmasa da zamanın adresi
adını yanlış yazmayın baharın
ki çiçeklenip kuşlansın sesinizde
umudun,inancın,sevdanın bereketi

KAYNAK: KİMSE HATIRLAMIYOR (Toplu Şiirler I)/Hücremde Ayışığı/ ADAM YAY.

[PAZAR YAZILARI] Yazarlarla Söyleşiler / Adnan BİNYAZAR

Erdem Öztop,200’ü aşkın yazarla yaptığı söyleşiden 19’unu “Kalemler Konuşunca” adlı bu ilk kitabında bir araya getirdi (Cumhuriyet Kitapları).Kitaba önsöz yazan Turhan Günay,bu söyleşilerin,o-
kurlara,araştırmacılara temel kaynak olacağını vurguluyor.

Son yıllarda yaygınlaşan bu tür söyleşilerle,dolaylı olarak,yazarın eleştirisi kendisine yaptırılıyor.Dışarıdan kolay gibi görünen bu söyleşi kuşkusuz,kitabı irdeleyerek okumayı,derli toplu bir sunumu,yazarına yöneltilecek soruları ustaca hazırlamayı gerektiriyor.

Son beş yıl içinde onlarca yazarla söyleşen Öztop,Gamze Akdemir’in bir sorusunu şöyle yanıtlıyor:”Mümkün olduğunca teknolojiyi kullanarak internetten bir dünya arama yapmak zorundayız.Yazarın son dönemde söyledikleri tabii bizim için önemli oluyor.,açılımları onların üzerinden yapmamız gerekiyor.Tüm kitaplarını okuyorum,inceliyorum yazarların.Sonunda notlar alıp sorular çıkartarak yazara gidiyoruz.Yanlızca sorularla da kalmıyoruz,konuştukça laf lafı açıyor sıklıkla doğaçlama olarak da sürdürüyoruz konuşmaları.”

Soru yöneltmenin beceri isteyen aşaması sanırım daha çok doğaçlamalarla başlıyor.İleri düzeyde sunuculuk deneyimi isteyen bu yöntemin,Amerika’da çok ender kişilere uygulandığını TV ekranlarında görüyoruz.

Gamze ile Erdem’in sorularını nasıl özenle hazırlayıp,yazara nasıl bir biçemle yönelttiklerini benimle söyleşilerinden biliyorum.Böyle giderse,sanırım “Edebiyatta Söyleşi” uzmanlığı diye bir dal oluşacak…

Sanatta her yönelim bir gereksinimden doğar.

Söyleşi yeni bir tür değil;yeni olan,bunu yazarı tanıtacak kapsamda düzenlemek.Yine de,umarım,söyleşiyle yetinmek,sık sık gündeme getirilen “şiir öldü,roman öldü” derken,eleştirinin ölümü olmaz!...

Eleştiri ortamının giderek tıkızlaşması kaygı uyandırmıyor değil.Dergilerde yazarlarla ilgili değerlendirmelerin azlığı bu kaygıyı daha da pekiştiriyor.Eleştiri diye yazılanların çoğu,belli kesimlerden yazarları göğe çıkarıp,öbürlerini görmezden gelmekten başka ne işe yarıyor ?...

Edebiyat ahlakını zedeleyenleri ise konu etmek bile istemiyorum.

Edebiyatta yalnızca yazarın,özeleştirel yargılarına dayanarak yorumlarda bulunmak olanaksızdır.Yazar,söyleşide özellikle kurgusal dünyasını anlatırken nesnel sonuçlara varmakta zorluk çekse de,bir bakıma,soruların klavuzluğunda özeleştirisini yapma olanağı buluyor.Ama sorularla yazara özeleştiri olanağı veren içerikli söyleşilerin olsa olsa ileride değerlendirme yapacaklara ipucu vereceği biliniyor.Bu,başkasının bir kitap hakkında kof yargılarda bulunmasına yeğlenmelidir.Söyleşicinin,yazarına soru yönelttiği bir kitabı iyi kavrayıp yazarla kitabı arasında sağlam bağlantılar kurması bu aşamada önem kazanıyor.

Soruların tutarlı,yazarın sorulara yanıtının içerikli olmasının eleştirmenlere yorum kolaylığı sağlayacağı da kesindir.Değerlendirme de nesnel sonuçlara varmanın başka yolu da yoktur.

Eleştirinin “eleştiri olması” da buna bağlı değil mi ?

Söyleşi de yazar-söyleşici-eleştirmen etkileşimi sağlam temellere oturtulmazsa,korkarım,bir ara neredeyse moda olan “nehir söyleşiler” gibi,yazar söyleşilerinin ömrü de uzun olmayacaktır.

KAYNAK:8 Kasım 2009,Cumhuriyet Pazar

24 Kasım 2009 Salı

23 Kasım 2009 Pazartesi

Bir Şiirin Yalanlaması / Aziz Nesin

Yaşadım sandığım
Yaşadım diye aldandığım
Yaşamak istediğim seviler
Hepsi bende benimle ölüp
Yazılarda yaşadı birer birer

Yazmak değil yaşamak istedim
Hiç olmazsa bu en sonuncusunu
Bahanesi olmasaydı yazılarımın

Bikez daha
Hayır son kez anladım
Yaşamak için yaratılmadım
Yaşam boyu bu çabam boşuna
Benim yazgım yaşamak değil yazmak
Anladım yaşamak bana yasak

Nişantaşı
5 Ocak 1984
sa:07.20


Aziz Nesin Bütün Şiirleri 1 /Sondan Başa/ Nesin Yayınevi

22 Kasım 2009 Pazar

19 Kasım 2009 Perşembe

Vedat Türkali Galapera'nın konuğu

Yazar Vedat Türkali 21 Kasım Cumartesi saat 17.00'de Galapera
Kültür Sanat'da okurlarıyla söyleşecek.

Galapera Beyoğlu tünelden çıkışınn tam karşısındaki Ensiz Sokak'ta.

Açık adres aşağıdaki linkten öğrenilebilir:

http://galapera.com/index_dosyalar/Page543.htm

Bilgi ve ilginize,

16 Kasım 2009 Pazartesi

[ÇED KÖŞESİ] İstanbul’un Kitap Fuarı / Oktay Ekinci

TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nın 2002’den bu yana “yanlış yer” de düzenlendiğini her yıl “inat”la yazdım.Kitabın fuarının da “başucu”nda olması gerektiğini,Beylikdüzü’nün ise kentin kültürel gövdesinde “ayakucu” bile sayılamayacağını,”ticari fuar”lara uygun “kent dışı”nın kitaba yakışmadığını her yıl yineledim;o “zorlu” yolculukları saatlerce göğüsleyebilen “kahramanlar”ı kutlarken en az bir günlerini dahi ayıramayanların “kitapsever” olamayacaklarını da…

Bu sene ise susacaktım…68’lilerin fuardaki “Küba” paneline yetişebilmek için trafikte çıldırmama rağmen,tek kelime etmedim…çünkü bir bakıma ülkemin en aydın insanları,böylesi bir eziyetin sadece kitaba değil,kendilerine de haksızlık olduğuna belli ki aldırmıyorlar.Bir yıl değil,beş yıl değil,tam “yedi yıl”dır,kitabın “kent yaşamı”ndan dışlanmasını umursamayanlara ne diyebilirdim ki ?...

Bu nedenle ”geleneksel serzeniş”imden artık vazgeçmişken,fuarın genel koordinatörü,dostu-muz Deniz Kavukçuoğlu’nun “Eleştirilere açığız ama öneri de gelmedi” sözünü okumayayım mı ?
(Cumhuriyet-10 Kasım 2009)

‘Okur’ öncelikliyse

Kavukçuoğlu,arkadaşımız Elif Bereketli’nin sorularını yanıtlamış…uluslar arası boyutun yetersizliği;kültürel etkinliklerde karmaşa vb. eleştirilere “haklı” açıklamalar yapmış…kaçıranlar mutlaka okumalılar.

Nitekim Frankfurt’daki gibi sadece “yayıncılık sektörü”nün değil,”okur”un da gözettiğini vurgulaması,insanı gururlandırıyor…ancak,tam da bu nedenle “uzak”lıktan yakınıldığını anımsatan Elif’in,”Yeniden kent merkezine dönme olasılığı var mı ?” sorusuna “Kesinlikle yok…” demesine üzülmemek elde değil.

Bu “kararlı”(!)lığın gerekçesinde bile fuarın “İstanbul kimliği”ni yitirdiğini onaylarcasına diyor ki:”Silivri-Bakırköy arasında 12 milyon kişi yaşıyor.Şikayetlerin geldiği bölgede (merkez semtler)
İse 1.2 milyon.Kime göre,neye göre uzağız ? Ayrıca bu bir İstanbul Fuarı değil,Türkiye fuarı”!...

Oysa Tüyap Kitap Fuarı tam 20 yıl Beyoğlu’nda herkesle kucaklaşarak ‘gelenekselleş’ti.Oradayken yine Kavukçuoğlu’nun “ticari açıdan olumsuz” bulduğu “mükerrer ziyaretçi”lerin fazlalığı,“kentle bütünleşme”sinden ötürüydü…kitap fuarında “buluşulur”du…çalışanlar ya da öğrenciler;öğle tatilinde ya da akşam oradaydılar,Beylikdüzü içinse o gün “izin” yapmak zorundalar. Kaldı ki hem Bakırköy-Silivri için “12 milyon” bilgisi yanlış hem de acaba ziyaretçilerin yüzde kaçı oradan ? Kavukçuoğlu da “Bunca mesafe kitap için katediliyor…” dediğine göre,asıl “müşteri”lerinin,üniversitelerinde en yoğun olduğu 50 km. ötedeki “merkez”lerden geldiğini biliyor.Kahramanlarına,”Bu eziyeti hep çekeceksiniz” demekse o hayran olduğum yazılarına pek yakışmıyor.

‘Yer’ var,’Niyet’ yok!

“Öneri yok” serzenişine gelince…Yine önceki tüm yazılarımda özellikle şunu vurguladım:TÜYAP,tarihsel “aydınlanma” görevini başarıyla yaptı,yapıyor…ulusca şükran borçluyuz.Ancak,”yer” için sonsuza dek TÜYAP’ın mülküne tutsaklık şart mıdır ?

Kitap fuarı,Kavukçuoğlu yönetiminin çalışkanlığı ve duyarlılığı sayesinde artık “kamunun”dur;Bu nedenle görev sırası da “kamuda”dır.Bu fuara “İstanbul’da” bir yer yaratılması,başta belediye,valiLik ve Kültür Bakanlığı olmak üzere,tüm “kamu sorumluları”nın öncelikli görevi değil midir ?

Ülkenin yayıncıları,yazarları,aydınları…bunu hep birlikte ve kamuoyu desteğini de alarak ısrarla talep ettiklerinde,kim “yer yok” diyebilir ki? Üstelik 7 yıl önceye göre “uygun” yerler de var ama galiba hala “niyet” yok.

“Neresi” derseniz,onu da söyleriz ve tartışırız…asıl bunu önemsersek kamunun yakasına yapışıp “TÜYAP görevini yaptı,şimdi sıra sizde” diyebilirsek,fuarında bulunacak o “başucu” mekanda yine “TÜYAP tarafından” sürdürülmesini savunursak…28 yıllık İstanbul Kitap Fuarı’nı”Türkiye Fuarı” gibi parlak ama “içtenliksiz” söylemlerle tarihe gömme vefasızlığını da yapmayız…
KAYNAK:15 Kasım 2009,Cumhuriyet

Fikret / Senem Dere – III

.

Fikret,kapının önünde annesiyle babasının sesini duyuyor.Korkusu büsbütün çoğalıyor.O sırada teypten yayılan bir şarkı bağrışmaların,kavganın arasından sıyrılıyor.”Maziye bir bakıver,neler neler bıraktık…”Fikret kapıyı çalamıyor.Kulağı içeriden gelen seslerde.İlk defa annesini bağırırken duyuyor.“Boşan,evlenelim diye tutturan sensin.Anlamıyorum,senin ondan ne farkın kaldı ?Konuşsana ne farkın kaldı!Ben çocuğu tek başıma mı yaptım!” diyor.Babasının sesi bir kükremeyi andırıyor “Her şeyden vazgeçtim ben senin için.Tıktın beni buraya.Allah belanı versin!”Hışımla evden çıkıyor.Kapının önünde Fikret’i fark edince duraklıyor.Gözlerinde daha önce hiç görmediği bir bakış var.Saçlarını okşarken elinin titrediğini hissediyor.Sonra koşar adımlarla merdivenlerden iniyor.

Ondan sonra babası yine uzun süre ortalıklarda görünmüyor.Annesini sürekli onun çalışma odasında,duvara asılı kocaman bir haritayı izlerken buluyor.Haritanın bazı yerleri renkli kalemlerle işaretlenmiş.Haritaya ne zaman baksa içinde kıskançlıkla karışık bir öfke duyuyor.Babasının oralara gittiğinden,bir daha hiç dönmeyeceğinden korkuyor.Son zamanlarda annesi de çok sinirli.Sessizce odadan çıkıyor.Yavaş yavaş merdivenleri inerken birden apartmana giren babasını fark ediyor.Annesi çok sevinecek.Hemen koşup haber vermeli!Ama babası yukarıya değil,Nermin’lerin kapıya yöneliyor.Kapı,o çalmadan açılıyor.Kapının aralığından,Nermin’in kalın,beyaz bacağını görüyor.Hayriye Hanım’ın Nermin yeni nişanlısından da ayrıldı diye moralinin çok bozuk olduğunu,bir haftalığına memlekete gideceğini söylediğini anımsıyor.Babası etrafına şöyle bir bakıp içeriye giriyor.İçinde yine kötü bir sıkıntı oluyor ama yine de annesine babasının geldiğini söylemek istiyor.Annesinin gözleri kopkoyu bakıyor şimdi.Koşarak aşağıya iniyor.Nermin’lerin kapısını kıracakmış gibi çalıyor.Diğer evlerden tanıdık başlar uzanıyor.Fısıltılar çoğalıyor.Dışarıya çıkan birkaç kişi annesini sakinleştirmeye çalışıyor.Nermin’lerin evinden hiç ses gelmiyor.Annesi hiç kimseyi dinlemeden tekrar yukarı çıkıyor.Birlikte çalışma odasındaki büyük haritayı paramparça ediyorlar.Bütün ülkeler,şehirler yaprak yaprak dökülüyor ellerinden.O günden sonra da bir daha annesinin gözlerindeki o berrak bakışı hiç bulamıyor.Ölene kadar oturduğu sandalyede hep o kahverengi kapıya bakıyor sanki.Açılmasını bekliyor.Açılmasından korkuyor.

Fikret,engebeli zeminin sarsıntılarıyla gözlerini açtı.Kollarını,bacaklarını hareket ettirmek istiyor ama yapamıyordu.Başında korkunç bir ağrı vardı.Midesi de bulanıyordu.Onu çekerken,adamlardan biri heyecanla,sobadan zehirlendiğini,onu bulduklarında baygın olduğunu anlatıyordu.Kızağın ö-nündeki iki adam da yanık yüzlerinde iyice büyükmüş gibi görünen dişlerini göstere göstere gülüyorlar,kendi aralarında konuşuyorlardı.Fikret,cebindeki telgrafı hatırladı birden,kendi kendini inandırmak istercesine “Babam ölmüş” diye birkaç kere mırıldandı.Uçsuz bucaksız karda ilerlerken ilk defa Samur Apartmanı’nın çok uzaklarda kaldığını hissetti.Kapılarının birer birer kapandığını duydu içinde.Işıkları-
nın birer birer söndüğünü…Gözleri yeniden ağırlaşmadan önce karın beyazlığına karıştı tüm apart-
man,kayboldu.


KAYNAK: Hülya Saat / Senem DERE / Özgür Yayınları s. [71-73]

15 Kasım 2009 Pazar

Fikret / Senem Dere – II

Sobaya asılmış çamaşırlardan yayılan çamaşır kokusu hoşuna gidiyor Fikret’in.Sobanın yanındaki koltukta uyumak da…Annesinin kapıları açıp kapatışını,evin içinde dolaşan küçük adımlarını dinliyor.Sadece onlara ait bu zamanda mutlu.Birazdan komşular çay içmeye gelecek.Hayriye Hanım’ın kızı Nermin ikinci kez nişanlanıyor.Hep birlikte onun çeyizlerine bakacaklar.Kapı ardı ardına çalınıyor.Nermin,poposuna hafifçe vurup yanına oturuyor.O,yanağından öpene kadaruyuyormuş gibi yapacak.Sonunda Nermin’in sigarayla karışık naneli nefesini yanağında hissediyor,gözlerini açıyor.Bu öpücük aralarında gizli bir şifre gibi.İçeriye giriş çıkışlar çoğalıyor.Konuşmalar,çaylar,börekler…Patavatsız Selma “Kız bari bunu elinde tut” diyor zoraki bir kahkahayla.Nermin,Funda ile fısıldasıyor,”Kudurdu hasedinden”.Sonra Hayriye Hanım yanında getirdiği kocaman bohçaları gururla açmaya başlıyor.İçinden türlü türlü örtüler,yastık kılıfları,danteller seçilip gösteriliyor.Nermin,küçücük,kırmızı bir donu alıp üzerine tutuyor.Annesi gülmemeye çalışarak kızıyor “Koca kıçına aldığına da bak!”.Fikret,Nermin’in kıçına bakarken yakalanıyor.Kadınlar hep birlikte gülüyorlar.Nermin,Zeynep’e laf atıyor “Kız bu oğlun çok fena.Görüyor musun nerelerime bakıyor.”

Sıçrayarak uyandı.Traş olduktan sonra yüzüne çarptığı buz gibi suyla kendine gelmeye çalıştı.“Topla artık kendini” diye mırıldandı.Aynadaki yüzünü görünce irkildi.Yaşlandıkça gözleri babasına daha çok benziyordu.Artık kendi bakışlarının ardındakilere de ulaşamıyordu.Korkuyordu.Gerçekten de insan zamanla en çok benzemek istemediğine mi dönüşüyordu ? Tekrar yüzüne su çarptı.Kitaplıktan bir kitap seçip koltuğa oturdu.Dakikalarca kitabın okunmaktan eskimiş sayfalarını çevirdi durdu.Düşüncelerinden uzaklaşmaya çalıştı.Olmadı.Kitabı bırakıp bir bardak ıhlamur koydu.Müzik dinlemeye karar verdi.Kasetlerin durduğu kutuyu önüne çekti.Karıştırmaya başladı.Bir türlü atmaya kıyamadığı eski kasetleri teker teker inceledi.İçlerinden bir tanesini seçerek teybe yerleştirdi.Kaset hışırtılar çıkararak çalmaya başladı.Hüzünlü bir ses tüm odaya yayıldı.

Annesi mutfakta.Pencerenin önünde dalgın dalgın dışarıyı seyrediyor.Babası iki gündür eve gelmemiş.Onu mu bekliyor ?Fikret gidip arkasından sarılıyor.Annesi telaşla,gözlerindeki yaşları ona sezdirmeden silmeye çalışıyor.Mutfakta,erzak dolabının üzerinde duran küçük teybin düğmesine basıyor.Teyp yine çalışmıyor.Ama annesi onu nasıl çalıştıracağını biliyor.Eliyle birkaç kez tepesine vuruyor.Gülüyorlar.İşte çalışmaya başladı.Annesi sebzeleri doğrarken şarkıya eşlik ediyor.Fikret onun yalnız kalmak istediğini anlıyor.Dışarı çıkıyor.

Bahçede çocuklarla oynarken giriş katta oturan Fatma Hanım onları seyrediyor.Bu kadının Fikret’i ürküten bir yanı var.Küçük,mavi gözlü,ufacık bir kadın.Bir de sürekli yatan çok yaşlı bir kocası var.Ama bayramlarda en çok parayı da o veriyor.Annesi komşu kadınlarla konuşurken duymuştu.Çocuğu olmadığı için biraz tuhafmış.O gün de pencereden onu çağırıyor.Fikret oyunu bırakıp gitmek istemiyor ama para verebileceğini düşünerek kalkıyor.Apartmana girerken muzlu gofretin tadını düşlüyor.Ama kadın bu sefer para vermiyor.İçeriye girmesini istiyor.Giriyor çaresiz.Buyur edildiği oda neredeyse karanlık.Her tarafta irili ufaklı bir sürü oyuncak bebek var.Sarı saçlısı,şapkalısı,pantalonlusu…Boş bakışlarla yerleştirildikleri yerden Fikret’i süzüyorlar.Fikret kaçıp gitmek istiyor ama annesinin “Fatma teyzeniz bir şey isterse alın e mi” diye sıkı sıkı tembih ettiği aklına geliyor,gidemiyor.Fatma Hanım,elinde sevdiği gazozla yanına gelip oturuyor.Bir yandan da saçlarını okşuyor.Onun sorduğu sorulara cevap verirken kadının mavi gözleri gittikça yakınlaşıyor.Sıyırdığı gömleğinden görünen memesini Fikret’in ağzına dayıyor,gözleri kapatmış.O sırada hemen karşıda duran tek gözü kırık bir bebek onları izliyor.Fikret korkuyor,çok korkuyor.Çığlık çığlığa yukarıya koşuyor.


Kaset bitmişti.Fikret arka yüzünü çevirdi.Dışarıda kar makinelerinin sesini duyar gibi oldu.Pencereye yaklaştı.Uçsuz bucaksız kardan ve yıldızlardan başka hiçbir şey görünmüyordu.Bu aydınlık geceleri sevmeye başlamıştı.Acıktığını hissetti.Mutfakta öğrencilerinden birinin annesinin yolladığı köy tarhanasıyla,kurutulmuş et vardı.Çorbayı ısıttı.Etten bir parça tabağına koydu.O sırada çalan parçayı duyunca dalgınlıkla sıcak çorbayı üzerine döktü.Yanan bacağını ovaladı.Çorbaya dokunmadan geceyi izlemeye devam etti.Uzaktan köpeklerin ulumaları geliyordu.Çalan şarkı dalga dalga çoğalarak köpeklerin ulumasını bastırdı.”Ömrümüzün son demi,son baharıdır artııık” Tekrar uyku çöktü,gözleri kapandı.



KAYNAK: Hülya Saat / Senem DERE / Özgür Yayınları s. [68-71]

14 Kasım 2009 Cumartesi

Fikret / Senem Dere - I

Pencerenin önünde,uçsuz bucaksız uzanan karı seyrederken,çok uzaktan geçen karaltıların ağır ağır ilerleyen dalgınlığında kaybolmuştu.Kim bilir,sonu gelmeyen beyazlıkta yürürlerken nasıl bir karanlık büyüyordu içlerinde.Ya ağır bir hastayı yetiştirmeye çalışıyorlardı,ya da gebe bir kadını.Fikret gözden kaybolmalarını izledi.Üşümüştü.Kalkıp sobaya biraz daha odun attı.Elinde çocukların sınav kağıtları geri döndü.Yine pencerenin önüne yerleşti.Kağıtları okumaya çalışıyor ama bir türlü dikkatini toplayamıyordu.Kar onu ayartıyor,başka bir şey düşünmesine izin vermiyordu.İleride havlayarak koşan kangalların arasında birbirini kızaklarla çeken çocukları belli belirsiz seçebiliyordu.Bazen köpeklerden biri eve doğru iyice yaklaşıyor;Fikret,onun ıslak kocaman burnunu pencerenin yanında görür gibi olu-
yordu.Sonra gene havlamalar çocuk seslerine karışıyor,uzaklaşıyordu.

“Hadi” diyor annesi.”Çabuk!Bakayım,atkını sıkıca bağladın mı ? “Gece,Ankara’nın isli havasını kar temizlemiş.Dört katlı Samur Apartmanı’nın kapıları teker teker açılıp kapanıyor.Merdivenlerde neşeli ayak sesleri,gülüşmeler.Yavaş yavaş apartmanın kadınları,çocukları arka bahçede toplanıyor.Kadınların hepsi hemen hemen aynı yaşlarda.Çoğu bekar.En yaşlıları Hayriye Hanım dışarıya çıkamamış,penceresinden izliyor.Nermin,paltosunun önünü açık bırakmış,Koştukça iri memeleri hopluyor.İlk savaş ilanı ondan.Sonra herkes birbirine kartopu atmaya,çığlık çığlığa karlarla oynamaya başlıyor.Kartopu savaşının en keyifli yerinde birden annesinin tedirgin elini onuzunda hissediyor.Gözlerinde korkulu bir bakış var.”Baban geldi,gidiyoruz.” diyor.Çabuk çabuk merdivenleri çıkıyorlar.Babası her zaman ki gibi masanın başında oturuyor.Annesi hemen mutfağa gidiyor.Açtır.Bir şeyler hazırlayacak.Fikret,salonun kapısının önünde kalakalmış.Babasıyla karşılıklı birbirlerini süzüyorlar.Bir türlü onun bakışlarının ardındakini çözemiyor.Oysa annesinin gözleri berrak sular gibi.Hep çağırır.Babasının gözleriyse bahçedeki eski kuyuya benziyor.Karanlık.Böyle zamanlarda onun oğlu olmadığını düşünü-yor,düşlüyor hatta.Annesinin,eski bir kutunun içinde sakladığı gelinlikli fotoğrafı aklına geliyor.İncecik,yaprak gibi bir adamın kolunda gülümseyerek poz vermiş.Belki de gerçek babası o!O olsaydı…Genzi suçlulukla yanmaya başlıyor,gözleri doluyor.Koşarak odasına sığınıyor.Yine de babasının gergin,
yüksek sesinden kaçamıyor:”Kahretsin yine mi nohut!Tıkıldım kaldım buraya,tıkıldım!”


Sobanın üzerinde kaynayan demlikteki ıhlamurun kokusunu içine çekti.Artık geride bıraktığını sandığı insanların,seslerin,kokuların böyle aniden belirip kendini hatırlatmalarından yorgundu.Her şey o ölüm haberiyle yeniden başlamıştı.Kabuslar,rüyalar,gündüz düşleri…Sonra kar yüzünden tüm yollar kapanmış,küöücük evinin yalnızlığında içinin kalabalığını tüketmek zorunda kalmıştı.Cebindeki dörde katlanmış telgrafı açıp tekrar okudu.”Nevzat Bey vefat etti” “Stop!” “Cenaze,sizden gelecek habere kadar bekletilecek” “Stop” Kalkıp biraz ıhlamur içmek istedi ama üzerine çöken ağırlığı itemedi.Oturduğu sedire uzandı.Sobanın çıtırtılarını dinleyerek uykuya daldı.

KAYNAK: Hülya Saat / Senem DERE / Özgür Yayınları s. 67-68

12 Kasım 2009 Perşembe

10 Kasım 2009 Salı

Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri





29 Ekim 1938…Cumhuriyet Bayramı…Artık Büyük Ata’nın sağlık durumu,fevkalade vahim…Odasında,yarı uyku halinde,bitkin bir şekilde yatıyor…Yaşamından umut kesilmiş,her an her şey olabilir…Oysa O,Ankara’daki törenlere katılmak istemiş,hatta hipodromda,Atatürk’ün şeref locasına yorulmadan çıkabilmesi için bir asansör yaptırılmış,ama ne mümkün ?” Ne olacaksam orada olayım” diyen Atatürk doktorlara,”Bütün mesuliyet benimdir…Ankara’ya mutlaka gideceğim” demiştir,ama ar-
tık yatağından bile kalkamamaktadır.

O sırada Dolmabahçe Sarayı’nın önünden iyice yakın geçen bir vapurun içerisi,Kuleli Askeri Lisesi öğrencileriyle dolu…Cumhurbaşkanlığı boyunca ilk kez Ankara’daki törenlere katılamayan ve durumu oldukça ağır olan Atatürk’ü görmek isteyen öğrenciler,göz yaşları içerisinde,ellerindeki bayrakları,çiçekleri ve şapkalarını sallayarak haykırıyorlar…”Atamızı görmek istiyoruz!...Sonra birden hep bir ağızdan söylemeye başladıkları İstiklal Marşı ile Dolmabahçe Sarayı inliyor…Bu sırada yanında gene manevi kızı Gökçen olan Atatürk,gençlerin sesini duyarak heyecanlanır,yatağında doğrulur ve heyecanla pencereden bakan Sabiha Gökçen’e seslenir:

“Bak Gökçen,gençlerimin sesi…Duydun mu beni istiyorlar…” “Evet paşam”,der Gökçen,”Bir vapur dolusu genç…Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri…Cumhuriyet Bayramı törenlerinden dönüyor olmalılar…Atatürk “ Çocuklarım…Benim çocuklarım…” diye fısıldar,gözlerinden yaşlar süzülmektedir.Bu sırada içeriye doktor Neşet Ömer ve Salih Bozok girer.Atatürk heyecanını onlarla paylaşır.”Duyuyor musunuz” “Evet Paşam” derler gözleri dolarak “Duyuyoruz…”Onlar,Cumhuriyeti emanet ettiğim gençlerimiz..” der gururla Atatürk.Sanki bir anda iyileşmiş,güçlenmiş gibidir.

Oysa Atatürk’ün odasının yanındaki nöbet odasında Kılıç Ali,pencereyi açmış,gençlere “Gidin!” diye işaret etmektedir.Oysa gençler iyice coşmuştur.”Yaşa Atatürk,Varol Atatürk!” diye bağırmakta,bazı gençler vapurdan suya atlayarak,saraya doğru yüzmeye çalışmakta,”Atamızı görmek istiyoruz!” diye haykırmaktadır.

“Çocuklarımı görmek istiyorum…”

Atatürk “Çocuklarımı görmek istiyorum.Buraya kadar gelmişler,hiç değilse onlara el sallamalıyım,beni pencereye götürün!” emrini verir.Doktor Neşet Ömer “Fakat Paşam…” diyecek olur,Atatürk doktorun itirazına sertçe yanıt verir:”Nedir fakat?”Doktor susar.Salih Bozok hemen pencere önüne bir koltuk koyar.Sonra Atatürk’ü giydirirler.Bu giyinme ona büyük ıstırap verir,ama yüzünden boncuk boncuk terler süzüldüğü halde,sesini çıkartmaz.

Sonra nöbet odasından koşup gelen Kılıç Ali’nin de yardımıyla Ata’yı penceredeki bir koltuğa götürüp oturturlar.Atatürk giyinmiş,başı dik,sanki hiç günleri sayılı bir hasta değilmiş gibi,gençlere gülümseyerek el sallar.Gençler Atatürk’ü pencerede görünce,iyice coşarlar ve sanki denizde kıyamet kopar.Hep beraber alkışlayıp,”Büyük Atatürk” diye haykırdıklarında,yer gök inler.Gençlerden birkaçı daha üniformalarıyla vapurdan atlayarak Ata’larına doğru yüzmeye,marşlar söylemeye başlarBu manzarayla fevkalade duygulanarak ağlayan Atatürk’ün gençlere salladığı eli,gittikçe gücünü kaybederek yana düşer…Gözyaşları içerisinde “Yoruldum…” der.Kılıç Ali ve Salih Bozok,onu koltuğu ile kucaklayarak,yatağının yanına getirirlerken,dışarıdan gelen tezahürat sesi,gittikçe yükselmektedir.
Paşanın “Onları gördüğüm için mutluyum” derken,yumduğu gözlerinden ip gibi yaşlar süzülmektedir…

KAYNAK: İnsan Atatürk “Bir Yalnız Adam” / Tülay Bilginer

7 Kasım 2009 Cumartesi

Erkan Bey'in anısına...(*)

sokakların lordu erkan bey'in hatırasına...sokaklarda adımlarının izleri,çöp konteynerlerinin pisliğinde yaşama savaşı ve onun kavgası vardı.Çöp arabasının peşi sıra onu takip eden köpeği nez...Bir mühendisti o;Almanya'da yaşamıştı.Neden bırakmıştı her şeyi bilinmez.bir sırdı,ölümüyle birlikte sonsuza giden.haberini bir gün çöp toplayıcı arkadaşlarından birinden duydum.Parkta ölü bulunmuştu.O benim için Erkan Bey'di;ben onun için Ata Bey.Hiç bir zaman küfürlü konuştuğunu duymadım ve hiç sarhoş görmedim onu.Hiçbir şey istemezdi,yanlızca kitap.Ben de olan bütün kitapları okumuştu.Bütün klasikleri hatmetmiş,benim edebi anlamda geçtiğim yollardan geçmişti.Benden en son 'Bal Mahmut' olarak bilinen Mahmut Baler'in bir kitabını istemişti.Alamadım.Zaman yetmedi;zaten neye yeter ki zaman!


Ata Erbayav 8 Kasım 2009,06.50

(*) Sayın Senem Dere'ye geç kalmış bir yazının yazılışına vesile olan hatıralar silsilesini tarihimin tozlu sayfalarından günışığına çıkarıp yazıya dönüştürmem için,
bilmeden,anılarımı tetikleyip bu yazının sebebini oluşturduğu için özel teşekkürle...

1 Kasım 2009 Pazar

CEVAT ÇAPAN’IN ŞİİRİ – Turgay Fişekçi

Geçen hafta bir bölümüne değinmeye çalıştığım çok sayıda mutlu rastlantının ortaya çıkardığı bir şair kişiliktir Cevat Çapan.

80’li yıllar,Cevat Çapan’ın kendi şiirine dönüş yıllarıdır.İlk şiiri 1952 yılında,henüz 19 yaşındayken yayımlanmış olmasına karşın ilk şiir kitabı Dön Güvercin Dön aradan 33 yıl geçtikten sonra 1985’te yayımlanır ve o yılın Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanır.

Yılların birikimi içinde yaşama sevinciyle hüznü ustalıkla harmanlayan,yalınlıkla derinliği buluşturan şiirleri peş peşe kitaplaşır:Doğal Tarih,Sevda Yaratan,Ne Güzel Yolculuktu Aklımdan Çıkmaz.Şiirlerinden seçmeler İngiltere ve Fransa’da da kitap olarak yayımlanır

Cevat Çapan şiirine genel bir bakışla yaklaştığımızda hep anlatılan bir hikaye vardır.Bu hikaye,kimi zaman kişisel,kimi zaman toplumsal bir hikayedir.Ancak içlerine kişisel hikayelerle,düşlerin karıştığı hikayelerdir bunlar.Annesini,babasını,dayısını anlatırken Anna Ahmatova’yı,Osip Mandelştam’ı,Cesar Vallejo’yu,Walter Benjamin’i de anlatır.

Aslında bir düşler sağanağı da diyebiliriz onun şiiri için.Yalın görünümlü olmalarına karşın kişisel,toplumsal ya da tarihsel pek çık öykünün iç içe geçtiği,birbiriyle ilintilendiği,buluşup uzaklaştıkları bir olaylar ve düşler sağanağıdır.Bu nedenle gizlerine çok da kolay varılabilecek bir şiir değildir belki.Ama şairin dünyasını tanıyıp,ailesi,geçmişi,yine onun ailesi içinde sayabileceğimiz dünya edebiyatı ve özellikle de şiirinin serüvenlerine açık olanlar için tadına kolay varılacak ve sonra da tiryakisi olunacak bir şiir-
dir Cevat Çapan’ın şiiri.

Bir yaştan sonra sınırsız bir çağrışımlar
zinciridir hayat;
başka kokular,başka görüntülerle saldırır
üstüne tekleyen belleğinle
ve birden başka adlarla uyanırsın bir dağ
yamacında daldığın düşten.
Bir İsveç filminde miydi o küçücük maden-
ci çocuğu
Auguste Renoir’ın adını hecelemeye ça-
lışan?

Sonunda sana sığınıyorum,ey şiir,rüzgar-
ları,fırtınaları yararlı kılan.
Yaşarken güzel adlar koydum çoçuklarıma:
Nigar,Leyla,Alişan.

Çok kabaca özetlemeye çalıştığım olaylar ve olgular,onun bin bir zenginlik içeren hayatının küçük bir bölümüdür yalnızca.Onu tam olarak tanıyabilmek için,gittiği meyhaneleri,yüzdüğü denizleri,gezdiği yerleri,okuduğu kitapları,gördüğü filmleri,oyunları,tanıdığı nice renkli insanportrelerini,çocuklarıyla,öğrencileriyle olan serüvenlerini ayrıntılarıyla bilmek gerekir.Çünkü bütün bunların ve nicelerinin bileşeninin doğurduğu bir şeydir Cevat Çapan şiiri.

Bunca yüksek uçuşa karşın,Cevat Çapan,ayakları yerden kesilen şairlerden değildir.Güçlü gerçekçiliği ve duyarlık eğitimiyle maddi dünya ile yaratı dünyasını birbirinden ayırmadan nir arada koruyabilmeyi başarmıştır.Gerçeklik duygusuyla güzellik duygusu yan yana,bir aradadır.

Lirik şiir yazmasına karşın,şiirde lirik söyleyişle mizahı,ironik tonu da ustalıkla birleştirebilmektedir.

Cevat Çapan’ın düşler sağanağından,bölük pörçük yaşam parçalarından bir şiir dünyası kurduğunu söyledim.Bu yamalı bohça gibi görünen şiir dünyasına biraz geri çekilip de yukarıdan baktığınızda ise karşınızda kusursuz bütünlükte bir yapıtın durduğunu göreceksiniz.

Elbette bütün sanatlar gibi şiirde aslında şairin bireysel serüvenidir.Ama şair bu serüvenine ortak edebildiği okurlarıyla yaşar,çoğalır.

Cevat Çapan’ın Türkçe okuyabilen biz okurlara sunduğu şiir yolculuğu çok güzel.
Ve kim bilir kaç kuşaklar boyu akıllardan çıkmayacak.

KAYNAK:10 Ağustos 2005,Cumhuriyet

Cevat Çapan'ın tarihinden fotoğraflar...



Fuar merkezinin ikinci katından Şair Cevat Çapan'ın yaşamından çeşitli kesitler sunan,siyah beyaz fotoğraflarından oluşan bir fotoğraf sergisi var.Sergilenen fotoğrafları incelerken bir zaman tüneline girmiş gibi hissettim kendimi...Gençliği,
eşinin gençliği;çocukları,çocuklarının küçüklüğü ve büyümesi;Cevat Çapan'ın saç ve sakalına düşen kırlar - sakalı yüzüyle bütünleşmiş gibi - ;eşiyle geçen bir ömrün tanıklığı;edebiyat söyleşileri,dost meclisleri...Fotoğraflarında zamanın Cevat Hoca'nın fiziksel görünüşünde oluşturduğu değişim görülebiliyor;değişmeyen ise yüzünden eksik olmayan gülümseyişi ve gözlerindeki ışık ! O ışık ki;dizelerde gösteren kendini!

Fotoğraf sergisindeki birkaç fotoğrafı tanık olduğum bu zamanı kaydetme isteğimden fotoğrafladım.Fotoğrafın fotoğrafı oldu,ama olsun.O zamanları yaşamadım ama yaşar gibi oldum.Cesar'ın değişine bir gönderme yaparsam;gittim,gördüm,tanık oldum!

"Şiir Çevirisi ve Şair Çevirmenler" konulu söyleşiden...



Tüyap Kitap Fuarı'nda "Şiir Çevirisi ve Şair Çevirmenler" konulu söyleşide Cevat Çapan ve Ataol Behramoğlu.Erdoğan Alkan söyleşinin son 10 dakikalık bölümüne katılabildi.

Tüyap Kitap Fuarı 'Çevirmen Şairler' konulu söyleşiden...

28. Tüyap Kitap Fuarı Onur Konuğu Cevat Çapan



Egemen Berköz'ün yönettiği 'Şair Çevirmenler' konulu söyleşisine Eray Canberk,Cevat Çapan ve Nazmi Ağıl katıldı.28. Tüyap Kitap Fuarı Onur Konuğu Cevat Çapan'ın şiir çevirisine bakışı;1996 yılından bu yama değişik çoğrafyalardan dilimize çevrilen şiirlerin her hafta Cumhuriyet Kitap'ta yayımlanan 'Şiir Atlası'nın şiir çevirisi açısından yüklendiği misyona vurgu yapıldı.