30 Aralık 2009 Çarşamba

Yeni Yılınız Kutlu Olsun!



Yeni gelen yılla birlikte bir zaman tüneline girsek,sonunda ışığı gördüğümüz…İnsani değerlerin her şeyden çok önemsendiği;paranın tek gerçek olmadığı ve her şeyi yönlendiremediği;oportünist yaklaşımların rağbet görmediği;aşkın her şeye yeğ tutulduğu;dürüstlüğün,vefanın,merhametin hayata yön verdiği bir zamanda kendi gerçeğimizi yaşamaya başlamamız en büyük dileğimdir.

Bu dilekler bugün bir gerçekdışılık taşısa da biliyorum ki her şey hayal etmekle,umudu yitirmemekle başlar.Ve her şeyin sonu geleceği gib elbette hoyratlığın da sonu gelecektir bir gün.

Bütün bu dileklerle yeni yılınızı içtenlikle kutluyorum.Tüm özlemleriniz gerçekleşsin ve tüm özlediklerinize kavuşun!

21 Aralık 2009 Pazartesi

Unutmayın diye SIVAS 93 / Miyase İlknur

Unutmak sorumluluktan kaçmaktır.Bunun için Sivas,toplumsal hafızadan en çabuk,en hızlı atılan katliam oldu.Dahası sözü ve erki elinde tutanlar 2 Temmuz 1993 ve o gün yakılan 33 kişiyi tarihten silmek istediler.Politikacılar,köşe yazarları,”Yeter artık,unutun” dediler,hatırlatmayı insan olmanın sorumluluğu sayanları hain,bozguncu ilan ettiler ve bir daha tekrarlanmasın diye bellekleri diri tutmak isteyenler giderek azaldı.Dahası,otelin altına bir kebapçı açıldı ve o gün misafirlerinin yakılmasını seyreden ve seslerini yükseltmeyen Sivaslılar “Madımak müze olsun” talebiyle hop oturup hop kalktılar.Sonunda Kültür ve Turizm Bakanlığı otelin müze olamayacağına dair gerekçelerini de hazırladı ve mülk insan hayatının ve vicdanının önüne geçti…

Oysa yakın tarihimiz bu unutmaların ağır bedelleriyle yüklü,dahası her unutulan katliam ,yenisinin hazırlayıcısı oldu.Maraş,Çorum,Malatya,Sivas,Gazi…

Ancak 1993 Sivas’ının unutulmasına karşı duranlar da var.Genco Erkal bu duruşunu sahneye de taşıdı.,Sivas katliamını yazdı ve sahneye koydu.”Sivas 93” adlı belgesel-oyunun müziklerinde Fazıl Say imzası var.”Sivas 93”ü Genco Erkal’la konuştuk.

- Muammer Karaca Tiyatrosu’nun sanat yaşamınızda önemli bir yeri var sanırım.

Evet,evet.Ben ilk profesyonel sahneye burada çıktım.1959 yılında Müşfik Kenter’in Devlet Tiyatrosu’ndan ayrılıp İstanbul’a geldiği sezon ben profesyonel oldum.Neredeyse elli yıla geliyor.Buralardan çok geçtik,onun için Muammer Karaca Tiyatrosu’nun yaşamımda böyle bir yeri var.

- Geçmişteki oyunlarınıza baktığımızda çok ilginç türde oyunlar görüyoruz.Tek kişilik oyunlar,senfonilerin üzerine kurulmuş oyunlar.Sivas katliamını “Sivas 93" adıyla sahneye koyuyorsunuz.Bu belgesel tarzda ilk oyun mu ?

İlk değil.Daha önce 1971’de,Küba Devrimi üzerine “Havana Duruşması” oyunumuz vardı. Bir yıl sonra “Soruşturma” diye bir oyun oynadık,Almanya’da Nazizm’in iktidara gelmesini,toplama kamplarını ve mahkemeleri konu alıyordu.Allende iktidarı ile ilgili bir oyun “Şili’de Av”ı yaptık.Bir de “Alpagut Olayı” diye Türkiye’deki maden işçilerinin grevini anlatan bir oyunumuz vardı.

- Kemal Türkler’i Türkiye’ye tanıtan işçi eylemi…

Evet.Sizin anlayacağınız yerli yabancı bir hayli belgesel oyun deneyimimiz var.Fakat,böyle baştan sona görsel malzeme eşliğinde,tamamen gerçeklere dayanan bir belgesel oyun galiba ilk kez yapılıyor.O nedenle biz de çok heyecanlıyız.Nasıl üstesinden geleceğiz,bu işin ? Siz teksti okudunuz biliyorsunuz,ama sahnede ,sözlerin ötesinde boydan boya o gün Sivas’ta çekilmiş fotoğraflar,filmler akacak,izleyici gerçeği bire bir görebilecek.Ben bu oyunu yazarken bir tek cümlesini kafamdan uydurmadım.O gün orada bulunan kişilerin tanıklıklarından,gazete söyleşilerinden,mahkeme tutanaklarından Şanal Saruhan’ın girişimiyle Barolar Birliği tarafından yayımlanan ve konuyla ilgili yazılmış diğer kitaplardan yararlandım.Her şey bire bir gerçektir.Çok üzülerek söylüyorum:Bir şey uydurdum zannedilmesin,male- sef bu acı bire bir gerçektir.İnsanlar bu gerçeği duysunlar,görsünler istiyorum.Bu gerçekle yüzleşmeden olmaz.Eğer gerçekten böyle bir şey yaşanması istenmiyorsa,bu toplumun Sivas Katliamı ile sonuna kadar yüzleşmesi gerekiyor.Oyunu yazmamın gerekçesi de bu.

- Sivas Katliamının belgesel tarzda sahnelenmesi bu güne ilişkin bir kurgunuz mu,yoksa ilk andan beri oyunu böyle mi tasarladınız ?

Katliamdan bu yana olan gelişmeler,genel gidişin daha iyiye değil,daha kötüye gittiğini gösteriyor.Özellikle son seçim sonuçlarından sonra ortaya çıkan tablo,sonraki politik gelişmeler,bu konuların üzerinde çok dikkatlice durmamız ve uyarı görevi yapmamız ,nasıl bir mücadele sürdürülecekse ona göre kendi yolumuzu çizmemiz gerektiğini gösteriyor.İlk düşüncem katliamın 14. yıldönümünde Cumhuriyet gazetesinde çıkan Dikmen Gürün Uçarer’in yazısıyla olmuştu.”Bu kadar önemli konu var,niçin bizde belgesel oyun daha çok yazılmaz” diyerek Madımak olayını örnek gösteriyordu.Böyle bir yazıyı daha önce de yazmıştı,ben de her okuduğumda hak vermiştim.Sonra kendi kendime “bunu niye ben yazmıyorum” dedim…Bu güne kadar Can Yücel’den,Aziz Nesin’den,Nazım Hikmet’ten pek çok uyarlama çalışmaları yaptım.

- Ama onların sözleri,şiirleri,öyküleri vardı,size yol gösteren…

Evet,ilk kez özgün bir oyun yazdım.”Buna nasıl cesaret edeceğim.” Diye çok düşündüm.
Kendime bir süre koydum.Önce “Bütün belgeleri toplayayım,,eve kapanıp okuyayım,inceleyeyim ve beş on sayfalık bir şey deneyeyim dedim “Eğer gözüm keserse yapmaya kalkayım”.Dostlar Tiyatrosu’ndan oyunculuk öğrencim,Sivas Davası’nda ailelerin avukatlığını üstlenen Şanal Saruhan’a başvurdum.Arkasından Zeynep Altıok,ve katliamdan kurtulan,kendisi de bir tiyatrocu olan Serdar ve kardeşi Serkan Doğan’la görüştüm.Bu konuda yazılmış bütün kitapları,dergileri bana,bu arkadaşlar sağladılar,ben sahafları dolaşıp kitaplar topladım.Sivas üzerine yazılmış şiirleri topladım.Eve kapandım,bir süre sonra nasıl bir oyun olacağını görmeye başladım ve tam kararımı verdim.O günden bu güne altı ay geçti ve seyirci karşısına çıkmaya hazır hale geldi.Bütün arkadaşlarım bu oyuna büyük bir tutkuyla bağlandılar.Çok emek verdik,bu olayın önemine yaraşır bir oyun olmasını istiyoruz.Artık son sözü seyirci söyleyecek.

- Yine tek kişilik bir oyun mu bu ?

Hayır hayır,yedi kişi görev alıyor bu oyunda.Hepimiz anlatıcı rolündeyiz,ama zaman zaman bazı kişilikler değişiyor.Ben bir ara Aziz Nesin,bir ara Sivas Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu oluyorum.Bütün arkadaşlar zaman zaman belli rollere girip çıkıyorlarama genelde bir anlatıcı tavrı içinde.Oyunda zaman Sivas’a geldikleri anda başlıyor,mahkemenin sonuna kadar sürüyor ve oyuncular bütün olayı anlatarak oynuyorlar.Kimse belli bir kişilik değil.Herkes anonim.

- Müzikler Fazıl Say imzasını taşıyor.Daha önce de birlikte çalışmıştınız.

Evet,Say şu aralar yurt dışındaki yoğun konserleri nedeniyle yeni bir beste yapamayacağını,fakat bütün bestelerini istediğim gibi kullanabileceğimi söyledi.Ben de onun daha önce Can Dündar’ın Nazım Belgeseli için yaptığı müziklerinden,Metin Altıok ve beraber yaptığımız Nazım orotoryosundan,Kara Toprak bestesinden,İpek yolu ve Anadolu’nun Sessizliği konçertosundan derleme bir müzik yaptım.Geçen gün onayını almak için provaya çağırdık,hem oyunun konusu,hem politik içeriği,hem de tiyatro dilinde anlatma biçimimiz onu çok heyecanlandırdı.Zaman zaman kareografi,dans giriyor oyunda,müzik ağırlıklı bölümler var.Say bunları da sanatsal açıdan çok üst düzeyde buldu ve müziklerinin de çok yerli yerinde kullanılmış olduğunu söyledi.Onun bu değerlendirmesi bizi çok rahatlattı.


TEPKİLER OLACAKTIR


- Sivas 93 kaç kez sahnelenecek ? Gazetelerde yedi oyun tarihi yer alıyor,bu kadar kısa mı ?



Hayır.Salonun sahibi Beyoğlu Belediyesi aylık program yapıyor,biz de sadece Ocak ayının programını yaptık.Şubat’ı Ocak ayının sonunda planlayacağız.Tabii bu oyun gördüğü ilgiye bağlı olarak bu yakada da karşı yakada da – Caddeostan Kültür Merkezi ile Kadıköy Halk Eğitim Merkezi – fırsat buldukça oynayacak.Yurtdışında bir iki festivalden çağrı aldık,bu çağrı ve önerileri bir araya toplayıp bir program yapmamız lazım.Bu oyunun çok ses getireceğine,büyük ilgi göreceğine inanıyorum.Bütün Anadolu’yu gezeceğiz,ay sonunda İzmir’e bir turne var.Biliyorsunuz,biz her yıl bütün Anadolu’yu iki kez dolaşırız.

- Belki oyuna tepkilerde olacak ?

- Mutlaka olacaktır.Bu,yürekli bir oyun.Biz artık bu yola baş koyduk.Her türlü tepkiyi göğüslemeye hazırız.

- Sanat yaşamınıza baktığımızda politik tiyatro Genco Erkal’ı,Genco Erkal da politik tiyatroyu öne çıkartmış ve ikisi özdeşleşmişler gibiler.Son dönemlerde politik tiyatronun hızı biraz kesilmiş görünüyordu.Bu oyunla politik tiyatro yeniden perdelerini açıyor diyebilir miyiz ?

- Bundan dört beş yıl önce oynadığımız “Yaşasın Savaş” oyunu tam Irak işgalinin başlamasının arifesinde,insanları savaşa karşı uyaran,ABD emperyalizmini yargılayan bir oyundu.Hemen hemen tüm oyunlarımızda politik bir duruşumuz,sözümüz vardır ama,ama güncel ve bizden bir olay olarak uzun zamandır bu kadar denk düşen bir oyun sahnelenmedi.

KAYNAK: 13 Ocak 2008 Cumhuriyet Pazar

16 Aralık 2009 Çarşamba

ÜNLEM / Aziz Nesin

Bigün beni soracaksın birilerine
Haberin yok mu diyecekler
Söz değil bir ses çıkacak ağzından
İşte o ünlemdir sonunda insan

Vakıf
2 Temmuz 1981


KAYNAK:Bütün Şiirleri 1 / Aziz Nesin /Nesin Yayınevi

[PAZAR SÖYLEŞİLERİ] Erik Stinus’u yitirdik / Ataol Behramoğlu

Danimarkalı şair Erik Stinus’u 13 Kasım’da yitirdik.Ölüm haberini,yine Danimarkalı şair,Niels Hav’ın iletisiyle öğrendim.

1934 doğumlu Stinus demek ki 75 yaşında imiş.

Şairlerin yaşı var mıdır ?

Soruyu belki şöyle de sorabiliriz:Şairin yaşı acaba şiirinin yaşıyla eşdeğerde midir ?

Erik Stinus’un şiiri kaç yaşında idi;kaç yaşındadır ?...

Şiirleri arasında bir gezinti bize bu sorunun yanıtını verebilecektir.

Fakat önce Erik Stinus hakkında bilgilerimizi tazeleyelim.

Köy kökenli bir öğretmen çocuğu.

Babası ve annesi hem devrimci hem sanatçı kişilikler.

Çocukluğu böyle bir aile ve dost çevresinde geçmiş.

Yine çocukluğunda,Nazilerin Danimarka’yı işgalinde yaşanan acılara tanık olmuş.

Bu gözlem ve yaşantıların da etkisiyle sonraki yıllarda o da sol görüşleri benimsemiş.

Stinus 1951’de Berlin’de bir toplantıda,sahnede şiirlerini okuyan Nazım Hikmet’i dinlemiş.

Henüz ergenlik çağındaki şair sonraki yıllarda büyük Türk şairini Danca’ya çevireceğini,dahası,onun adına konulmuş uluslar arası ödülün 2009 Nisan’ında kendisine verileceğini o sırada bilemezdi.

Erik Stinus kişiliğiyle de şiiriyle de uluslar arası Nazım Hilmet ödülüyle onurlandırılmayı fazla-
sıyla hak etmiştir.

Dilimize çevrilmiş şiirleri üç kitapta toplandı.

İlki,”Şiirler” adını taşıyan seçki,Adil Erdem-Zerrin Taşpınar Şahin çevirisiyle 1989’da Toplum Kitabevi’nce yayımlanmış.Kitapta Adil Erdem’in şairle Kopenhag’daki evinde yaptığı bir söyleşi de yer alıyor.

Türkiye-Danimarka arasında bir kültür köprüsü oluşturan Murat Alpar’ın Stinus çevirileri “Yaşamı Diriltmek İçindir Şarkılarım” başlığıyla 1995’te Yordam Kitapları arasında yayımlanmış. (Özyaşamöyküsü bu kitapta.)

Üçüncü seçki “Kışın Bir Ağacın Binde Biri” başlığını taşıyor. (Kemal Özer-Gülşah Özer çevirisi,Toroslu Yayınları.)

Stinus’un Danca’ya kazandırdığı bir şairimizde Kemal Özer.

Nitekim,hastalığı nedeniyle katılamadığı ödül törenindeki konuşmalarından birini de Kemal Özer yapmıştı.

Şiiri anlayışları,dünya görüşleri benzeşen ve hemen hemen yaşıt (K.Özer d.1935) bu iki çok değerli şairin,yaşamdan aynı yıl içinde,neredeyse birbiri ardına ayrılmaları,acı ve çok ilginç bir benzerlik.

Konuşmasında Kemal Özer,Stinus’un şiirinde lirizm ve anlatımcı söylemin öne çıktığını belirtirken,bunun zeka ve bilgi süzgecinden geçirilmiş bir lirizm olduğunu;anlatımcı söylemin ise,yaşantılarla yetinmeyip bu yaşantıların bir ayrıntı zenginliği içinde yeniden kurgulanmasıyla oluşturulduğunu belirtiyordu.

Stinus gerçekten de,aynı zamanda hem duygu,hem akıl,hem ödev,hem bir serüven adamı…
Özyaşam öyküsünde kendi anlatımlarıyla liseyi bitirir bitirmez denize açılmış,Pakistan’ı,Hindistan’ı,Sri Lanka’yı,Birmanya’yı görmüş.Eşi,Hindistanlı şair Sara Mathai ile de 1957’de Hindistan’da tanışıp evLenmişler.Stinus çifti Tanzanya’da üç yıl “kalkınma gönüllüsü” olarak çalışmış.Bu sevgili insanlarla Kopenhag ve İstanbul’daki karşılaşmalarımız,Kopenhag’daki mütevazı sanatçı evlerine ziyaretim unutulmayacak anılarım arasındadır.

Yazıya şairin ve şiirin yaşı var mıdır sorusuyla başladım.

Stinus’un şiiri her şeyden önce insancadır.

Bunlar arasında “Kaptan” adını taşıyanı beni neredeyse bir “klostrofobi” duygusuyla daralttı:

“Söyleyebildiğimce açık / söylüyorum işte:hiçbir şey yok / görünürde.Gözlerim / bu dürbünün içinde / boncuklar gibi yuvarlanmakta. / Aya bile varmadık daha, / en yakın yıldızlarsa / Allah bilir ne uzakta…”

İnsanın evrendeki yalnızlığı ve insanlığımızın henüz en başlarında oluşumuz bundan daha açık nasıl anlatılabilir ?

Öyleyse bir önceki sorumu şöyle yanıtlayabilirim:

Yazgısını insanlığın yazgısıyla birleştiren şairin ve şiirin yaşı,insanlığın yaşına eşittir.

Erik Stinus bu tür şairlerdendi.

KAYNAK: 13 Aralık 2009,Cumhuriyet Pazar

15 Aralık 2009 Salı

Orhan Veli'yi anmak iki şiiriyle... (*)

HİCRET

I


Damlara bakan penceresinden
Liman görünürdü
Ve klise çanları
Durmadan çalardı,bütün gün.
Tren sesi duyulurdu yatağından
Arada bir ve geceleri.
Bir de kız sevmeye başlamıştı
Karşı apartmanda.
Böyle olduğu halde
Bu şehri bırakıp
Başka şehre gitti.

İstanbul Kasım 1937
(Varlık 15.12.1937)

HİCRET

II


Şimdi kavak ağaçları görünüyor,
Penceresinden,
Kanal boyunca.
Gündüzleri yağmur yağıyor;
Ay doğuyor geceleri
Ve Pazar kuruluyor,karşı meydanda.
Onunsa daima;
Yol mu,para mı,mektup mu;
Bir düşündüğü var.

Kasım 1938 (Garip I,1941)

KAYNAK: Bitin Şiirleri / Orhan Veli / YKY

(*) 14 Kasım ölüm yıldönümüydü Orhan Veli'nin 1950'de henüz 36 yaşındayken hayata gözlerini yumdu.Birden içimden O'nu anmak geldi iki şiiriyle...

10 Aralık 2009 Perşembe

TOPRAK ÇÖMLEK HİKAYESİ / TURGUT UYAR

Kırık

…sigara içerler.En çok sevdikleri,denizi örtmeye yaradığı için keten ipliğinden örülü perdelerle o küçük porselen vazolar bir de o sarı çamur çömlekti.Ben o vazoları Çin’den gelmiş biliyorum,öyle olmaları hoşuma gidiyor belki de ondan.Birinin üzerinde erkeğine karşı ağır,ipeksi giysilerinden soyunan,ince,büyük saçlı bir kadın var,lacivert turuncu karışığı,nasıl da zarif,nasıl hazır ve erkekcil.Büyük yunus balıkları geçiveriyordu birden insanın aklından,üreme mevsimlerinde derin denizlere istekle koşan büyük,erkek-dişi yunus balıkları.Öteki hep kırmızıydı,sürekli,balıklı bir kırmızı.Birbirine girişmiş iki üç gece vardı içinde,ışıltılı,suskun,iri yunusların uğramayacağı sığlıklarda ancak bulunabilecek bir suskunluk.Çömleği ise anlatamam.Anlatılamaz zaten.Yeri gelince duyuluverir.

Ben hep gözlerinden uzağa götürürüm onları bile bile.Aramalarını bilmek beni sevindirir.Bir zaman sonra yine yatağın,yatıldığında görülebilecek bir uzağına koyarlardı.Onların bulunduğu ortamda sevişmek hoşlarına gidiyordu.Ben kaldırıyorum,onlar oraya getiriyorlardı.Aradıklarını bilmek beni hem sevindiriyor,hem katlanamıyordum. Bir buna katlanamıyordum galiba.Bu olmasa o kadar derinime inemez,beni o kadar çaresiz o kadar yalnız bırakamaz bu sevişmeleri.

Keten örgülü perdeleri denizi örtüyor,onun için seviyorlar,biliyorum,söyledim.Her şeylerini o kadar iyi biliyorum ki,kendi yaşadığımı sanıyorum.Sevişirken deniz dağıtıyor onları sanıyorum,bir de açıklığına,gizlisizliği- ne katlanamıyorlar.Hele yatağı nasıl seviyorlar kimbilir.Loş odada,vazoların,
çömleğin ülkelerinde,birinden öbürüne gidip gelerek,onlardan dağılıp yayılan tükenmez zamanda,damarsız,ince siyah bir ağaçtan,beyaz tentenelerin çerçevelediği yatakta nasıl akıp gidiyorlardır kimbilir.Koyu vişne rengi örtünün serinliğine uzanıyorlar,donuk parıl bakır kırmızı sigara küllükleri,keten örgü perdelerle örülmüş yakın bir deniz,uzak sokaklar ve içeri bırakılmayan o güneşler.

Yataklar,bir yatan olmadıkça içlerinde hep bir hüzün verir insana.Ama onlar bu hüzün içinde gitgide daha çok birbirlerine sarılmak isteğini,gereksinmesini,bundan kaçınılmazlığı duyarlar.Yatakların yataklı hüzünlerin getirdiği yalnızlık kokusu,avunmak istemelerin ateşini,doyuruculuğunu arttırır.Yatağı doldururlar.Yatağın karşısına düşen aynada,birbirlerinin bacaklarını, omuzlarını göğüslerini,sıkı sıkı,istekle saran kollarını,utangaçlığı,bir orman uğultusunda,önüne durulmaz bir çavlan akıntısında,yitmiş birbirlerine borçlu gözlerini ister istemez,daha çok kaçamak isteklerle gördükçe,seişmelerine,küçük küçük günahlar da katılmışçasına,sarsılırlar,tadları artar,deniz gitgide unuttukları bir şey olur.Sonra o ormanaltı serinliğine vardılar mı,iki porselen vazoya,sarı çamur çömleğe bakarlar.Birinin balıklar gibi diri,aç gençliği,öbürünün hiçbir şeyi umursamamak zorunda olan,geçmeye,tükenmeye yüz tutmuşluğun telaşındaki doymazlığı,erkek delicesine aradığı pürüzsüzlüğü,düzlüğü,tüzsüzlüğü öbüründe bulur,doyar.Öbür saatleri bekler.Yan yana uzanır sigara içerler.

Ama ben Yekta,bunları neye kuruyorum.Andıkça içlenmem,inlemem artıyor.Şimdi bu odada oturmayı seviyorum.Bu koltukta,hem de,bu resmin karşısında,Eskiden bilmezdim bu resmin bu kadar güzel idiğini.Bu mor lekeler beni dinlendiriyor sanki.Akçaburgaz yalnızlığıma benziyor.Gene vazolar yataklarına göre.Belki de benim varlığımdır,benim varlığımdan önlerine duran engeldir,onların istediklerini bileyip,önüne durulmaz,doyulmaz eden.

Şimdi konukları var içeride.Onun için,benim için neler söyleyecekler kimbilir.Uzaklarında çok kalmasa.

KAYNAK: BÜYÜK SAAT / TÜRKİYEM / Turgut Uyar [BÜTÜN ŞİİRLERİ] / YKY S. [153-155]

9 Aralık 2009 Çarşamba

DALGIN DALGIN SEYREYLEDİM ALEMİ / Aşık Veysel Şatıroğlu

Dalgın dalgın seyreyledim alemi
Renkler ne çiçekler ne koku ne
Bir arama yaptım kendi kafamı
Görünen ne gösteren ne görgü ne

Çeşitli renkler türlü görüşler
Hayal midir rüya mıdır bu işler
Tatlı muhabbetler güzel sevişler
Güzellik ne sevda nedir sevgi ne

Göz ile görülmez duyulan sesler
Nerden uyanıyor bizdeki hisler
Şekilsiz gölgesiz canlar nefesler
Duyulan ne duyuran ne duygu ne

Kimse bilmez dünya nasıl kurulmuş
Her cisime birer zerre verilmiş
Cümle varlık bir kuvvetten var olmuş
Gelen ne giden ne yol ne yolcu ne

Herkese gizlidir bu sırr-ı hikmet
Her nesnede vardır bir türlü ibret
Veysel'i söyletir bir büyük kuvvet
Söyleyen ne söyleten ne Tanrı ne?

7 Aralık 2009 Pazartesi

Kitaplarda Ölmek / Behçet Necatigil

Adı,soyadı
Açılır parantez
Doğduğu yıl,çizgi,öldüğü yıl,bitti
Kapanır parantez.

O şimdi kitaplarda bir isim bir soyadı
Bir parantez içinde doğum,ölüm yılları.

Ya sayfa altında,ya da az ilerde
Eserleri,ne zaman basıldıkları
Kısa,uzun bir liste.
Kitap adları
Can çekişen kuşlar gibi elinizde.

Parantezin içindeki çizgi
Ne varsa orda
Ümidi,korkusu,gözyaşı,sevinci!

O şimdi kitaplarda
Bir çizgilik yerde hapis
Hala mı yaşıyor,korunamaz ki,
Öldürebilirsiniz.

KAYNAK:Çağdaş Türk Edebiyatı 3 / Cumhuriyet Dönemi / I - Şükran Kurdakul

6 Aralık 2009 Pazar



İKİ DÜŞ ARASINDA BEKLENTİ /E.Cansever

Ablan çiçekli şapkalar yapıyor mu gene
Üzerine buğulu yaz tülleri yerleştiriyor mu
Kadife sesleri,ibrişim kokuları
Dolduruyor mu dört bir yanı
Küçük küçük güneşler halinde
Makaslarda geziniyor mu parmak izlerin
Onca uzaklığındaki ben
Geçiyor muyum belli belirsiz
Gözlerinin iç denizlerinden
Nasıl mı
Nasıl yaratılmışsa boşluk
Kendine bakan irice bir vişneden.

Hani elini alnına koyup
Daldığın olurdu ya bazen
Dalgınlığının ipekli giysinle birlikte
Hiç değişmeyen bir hışırtısı olurdu ya
Kime duyuruyorsun o sesi şimdi
Kime
- Yokluğuma bakarak
Çizilmiş bir taslak gibi
Uçup giden bir taslak gibi
Dağılan,toz olan bir taslak gibi –

Pencerenden baktığında – ara sıra –
- Ah bu kımıltısız yaz uzaklıkları -
Sana küçük küçük armağanlar verilirdi de sanki
Sen onları (sözgelimi bir tümsek,bir yavru karga,yere
düşen bir yaprak,ağır ağır yayılan bir duman
parçası – şapkaların birinden kopmuş bir
kurdele? olabilir – karşı pencerede bir
ayna,bir sürahi;birbirine karışmış iki tek
gözyaşı gibi)
Dolduruyor musun çantana özenle
Çantana,çekmecene,ne bileyim,hiçbir yere belki de
İşte,tıpkı,dilsiz bir kadın sana bir şey söyledi
Söyledi de
Yineler gibisindir kendi kendine.

Anımsıyorum bir de
Senden biraz ötede birtakım devinimler
Görüyorum nerdeyse – gövdenin çok yakınında –
Sen onları tutup tutup bırakıyorsun
Demirin pası kavradığı
Bir yavaşlıkla
Bunlar ellerin senin,kirpiklerin,ağzın aslında
Dağılıp yitiveriyor birden hepsi
‘Bu benim kayganlığım’ derdi bir balık olsa
Ama sen diyemezsin,ben de diyemem
Çünkü sen yoksun,ben de yokum
Ya da biz ikimiz de varız,varız da
Bekliyoruz sanki düşlerimizden birinin yargısını
Bakışımlı iki düş arasında

İşte,şimdi,şu anda
Yaşamın aynasında – ah şu küçük yaz uzaklıkları –
Bir terzinin yeni bitirdiği bir giysiyi
Seyretmesi gibi uzun uzun
Bakıyorsundur – bakışlarına sığan ne varsa –
Öyleyse
İliştirir misin göğsüne
Bir çiçek uzatsam – uzatmak denirse buna –
Gülersin alırken – sahiden güler misin –
Biliyor musun seni ben
Görmedim hiç gülerken
Gülsen de pembesi bol bir resim yapıyorsun gibi gelir bana
Gittikçe koyulaşan – kendini dışa vuran irice bir vişne ?
neden olmasın –
Ya ağlarken gördüm mü,hayır,görmedim
Gördüğüm yalnız
Nasıl yansırsa buğulu bir cama bir elma
Öylece bir şey
Şunu da söyleyeyim,sen benim
Bilmemin başlangıcısın olsa olsa.

Çiçekli şapkalar,buğulu yaz tülleri
Şimdi hepsi birden – uzaktan uzağa –
Bir çocuk ağlaması gibi
Her şey bir çocuk ağlaması gibi
Her şey,ama her şey
Bir çocuk ağlaması gibi
Her şey,her şey,her şey.

Edip Cansever – Şairin Seyir Defteri (Toplu Şiirleri II )

5 Aralık 2009 Cumartesi

ben ruhi bey nasılım / Alper ÇEKER

Markiz’e uğradım,dört mevsimden süzülmüş bir konyak içtim
Düzeltip arada bir bıyıklarımı
Uçları hafifçe ıslak
Bir ara pencere camında kendime baktım
Baktım ki,ben Ruhi bey
Nasıl olan Ruhi Bey
Daha nasılım. (1)


Epik tarz Edip Cansever şiirinin en dikkat çeken özelliğidir.Ancak Cansever’in epiği,alışageldiğimiz klasik destansı anlatılardan değil,modern bir epiktir.

Klasik tarzdaki bir anlatıda her bölüm,bir önceki bölümün sonucu ve bir sonraki bölümünde sebebidir.Örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur adlı romanından herhangi bir bölümü çıkartırsak,bir sonraki bölümü saçma bir hale getirmiş oluruz.Çünkü bu tarz klasik anlatı,sebep-sonuç ilişkisi içinde ilerleyen mantıklı bir olay örgüsünden oluşur.Oysa modern epik bu kuralın dışındadır.

Örneğin,T.S. Eliot,Waste Land (Çorak Ülke) adlı epik şiirinin müsveddesini Ezra Pound’a vermiş,Pound’da bu müsveddeden pek çok bölümü atmıştır.Fakat geriye kalan hala şiirdir ve epik tarzda bir şiirdir.,çünkü modern epikte alışılagelen bir takım geleneksel kurallar aranmaz.Fragmanlar,bilinç akışı,bunlar modern epiği en gözde anlatım teknikleridir.Bunların yanında içerik olarak da modern epik yıkıcıdır:”Her şeyi kuşatan kahraman,sahneye boş bir geveze olarak;çok seslilik,cehennemi bir gürültü olarak;episodik olay örgüsü eylemin çöküşü ola-
rakalegori geçmişin anlaşılmaz mirası olarak çıkar.” (2)

Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım adlı kitabı,bölümler halinde,bilinç akışı tekniği ile yazılmış baştan ayağa modern bir epiktir.Şiirin kahramanları (çiçek sergicisi,meyhane garsonu,meyhane patronu,kürk tamircisi,genelev kadını,otel katibi vs.) arasında kahraman biri yoktur;şiirin yapısında gelişen ve sonuçlanan bir olay örgüsü yoktur.

KORO
Peki,ya sonuç,Ruhi Bey,ya sonuç
Biz sizi tanımaz mıyız
Siz ne yaparsınız bundan sonra,biz ne yaparız
Bir bütünün parçalarıyız,bir bütünün parçalarıyız (3)

Ruhi Bey’in Koro ile karşılıklı söyleştiği son bölüme kadar,şiirin her bölümü birinci tekil şahsın ağzından,itiraf biçiminde yazılmıştır.Bu itiraflar,Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı romanı ile aynı teknikte yazılmış çok sesli bölümlerdir.

Birçok karakterin olduğu bir romanda çok sesliliği sağlamak Dostoyevski için pek zor değildir;ancak yazarın dehası,tek bir kahramanın itirafları olarak kaleme aldığı Yeraltından Notlar adlı romanda oluşturduğu çok seslilikte ortaya çıkar.Mihail Bahtin bu romandaki çok sesliliği şöyle tarif eder:”İtirafın başlangıç cümlelerinde ötekiyle gizli bir iç polemiğe girilmiştir.Ama ötekinin sözleri görünmez olsa da mevcuttur,konuşmanın üslubunu içten içe belirler.” (4) “Yer altı insanının söylemi tamamen bir hitap -söylemidir.Onun için konuşmak birine hitap etmek demektir; kendisi hakkında konuşmak kendi benliğine kendi söylemiyle hitap etmek anlamına gelir;bir başka kişi hakkında konuşmak bu öteki kişiye hitap etmek anlamına gelir;dünya hakkında konuşmak dünyaya hitap etmek anlamına gelir.Ama kendi kendisiyle,bir başkasıyla veya dünyayla konuşurken eşanlı olarak üçüncü tarafa da hitap eder.Gözlerini yana,dinleyiciye,tanığa,yargıca çevirir.” (5)

Ben Ruhi Bey nasılım’daki tüm bölümler birer hitaptır:


Ben Ruhi Bey,nasıl olan Ruhi Bey
Nasılım
Bir yaz ikindisinden çıktım geldim (6)


Bahtin’in İnsancıklar’ı çözümlemekte kullandığı yöntem bu şiire kolaylıkla uygulanabilir (7) ;yani bu kendi kendine konuşmayı öteki ile karşılıklı bir diyaloğa dönüştürebiliriz:

Öteki:Sen kimsin ?
Ruhi Bey: Ben Ruhi Bey,nasıl olan Ruhi Bey
Nasılım
Öteki:Nerden çıkıp geldin ?
Ruhi Bey: Bir yaz ikindisinden çıktım geldim

Ruhi Bey aynı yöntemi kendi kendine zaten uygulamaktadır:

Ve sordum:
- Ben Ruhi Bey nasılım
- Sahi siz nasılsınız Ruhi Bey
- İyiyim iyiyim (8)


Ruhi Bey hem ötekine hem de kendine hitap etmektedir.Diğer kahramanlarında söylemi hitap biçiminde-
dir:

BİR OTEL KATİBİ

Anlamadığım şu
Ben neden bir otel katibiyim
Eskiyim,renksizim,kimsesizim
Yontulmuş kalemlerden,sosisli sandviçlerden iğrenirim
Papazlardan,homoseksüellerden iğrenirim
….

Şarkıcılar,sokak çalgıcıları gelir en çok
Sokak kadınları,serseriler
Evet,ara sıra Ruhi Bey de gelir
Kan renginde gelir,yolunu şaşırmış bir böcek gibi gelir (9)

Şiirin dili son bölüme kadar hitap biçiminde,çok sesli itiraflar olarak sürer.Son bölümde kahramanlar toplu olarak (koro) Ruhi Bey ile karşılıklı konuşmaya başlarlar:

KORO
(Çiçek sergicisi,meyhane garsonu,meyhane patronu,kürk tamircisi Yorgo,Hayrünnisa,genelev kadını,Otel Katibi,cenaze kaldırıcısı Adem,akordeoncu kadın,emekli postacı,vb.)
Çelenklerimizle geldik,yoktunuz
Ara sokaklarda,pasajlarda aradık,yoktunuz
Meyhanelere baktık,otellere sorduk,yoktunuz
Neredesiniz Ruhi Bey ?

RUHİ BEY

O kadar bekledim ki,geliyorum
Ölümümü bekledim,geliyorum
Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini
Bekledim geliyorum. (10)


Okuyucu da burada artık Ruhi Bey’in ölmesini ve olay örgüsünün sonuçlanmasını bekler;ancak:

RUHİ BEY

Sonuç mu dediniz,ne dediniz
Sonuç hiç gömülür mü,geliyorum
Ben yalnız ölülerimi gömdüm,geliyorum. (11)

Şiirin sonunda Ruhi Bey geri dönmüş;bir olay örgüsü değil ama bir dil sonuçlanmıştır.Bu şiirden herhangi bir bölümün çıkarılması,diğer bölümleri anlamsız kılmaz.Bununla birlikte Franco Moretti modern epikle ilgili şu soruyu sorar:”Bilinç akışının paragraflarında anlayacak ne vardır ?” (12)

Hemen yanıtlayalım:Bu şiirde anlamamız gereken kullanılan dildir.Dilin işaret ettiği şeyi değil,dilin ta kendisini anlamamız gerekir.Çünkü modern şiirin derdi,ne söylediği değil,nasıl söylediğidir ve bu şiirde anlam arayanlar,bu şiiri anlamsızlıkla suçlayanlar bu şiirin dilinin kendisini işaret ettiğini anlamamıştır.

Bu bağlamda İkinci Yeni şiiri söz değil,söylemdir.Bu da Garip akımının söz söylemekteki aşırıya kaçan çabasına karşı doğal bir tepkidir.

Dipnotlar:
1 – Edip Cansever,Şairin Seyir Defteri s.21
2 - Franco Moretti,Modern Epik (Çev:Nurçin İleri- Mehmet Murat Şahin,2004) s.107
3 - Edip Cansever a.g.e s.68
4- Mihail M. Bahtin,Dostoyevski Poetikasının Sorunları,(Çev:Cem Soydemir),s.308

5-a.g.e s.318
6- Edip Cansever a.g.e s.19
7-Mihail M. Bahtin s.286
8- Edip Cansever a.g.e s.49
9-10-11- a.ge s. 50,51,67,68
12- Franco Moretti s.183



KAYNAK: YASAKMEYVE ŞİİR DERGİSİ,Ağustos 2006

3 Aralık 2009 Perşembe

Dinginliğim / Ata Erbayav

Fırtınalarımdan yarattım dinginliğimi
Yani fırtınalar
olmasaydı
Olamayacaktım kendim.

Fırtına dindi
Rüzgar,
tatlı tatlı esmeye başladı.
Deniz duruldu,dalgalar durağanlaştı
Yağmur suları,
ağaç yapraklarından süzülmeye
başladı.

...Ve ben,
kendim oldum;
yani,dinginliğim.

2005,İstanbul