5 Temmuz 2009 Pazar

MUHALLEBİCİ, HAYAT VE ŞİİR / Onur CAYMAZ

MUHALLEBİCİ, HAYAT VE ŞİİR / Onur CAYMAZ

Perşembe günleri pazarcı dedemin yanındaydım. “Salata soğan” diye bağıra bağıra satış yaparlarken, kendimce onlara katılırdım. Sessiz bir çocuktum. Bağırabilmeyi orada öğrendim. Sesim birilerinin sesine karışırken güzeldi. Bunu çocukken anlamak iyidir. Bir mutluluktu hepsi hepsi. Pazarcı olacaktım Oraya giderdim. Yerler tertemiz, dipteki ışıksız masa, inceden süt kokusuna karışmış tarçın... İçerisi serindi, sahibinin, ki ben ona Dayı derdim, dudağında garip bir tik vardı. Sanırsınız ki Dayı, hayatta en çok at yarışı oynamayı sever; günün her saati elinde bir bülten, çalışırdı. Radyosu hep açık, kalkıp gitseniz, belki şimdi bile... Peki çalan neydi? Polis Radyosu mu, TRT FM mi? O zaman bunca çok radyo yoktu. Türküler, şarkılar, bir şenlikti hepsi. Hüznü tanıyışım çok daha eski ama hüzünlenmeyi öğrenmem o günlere rastlar. Birçok şey gibi hüznün de bir bilgi olduğunu, oya gibi işlenince güzelleştiğini, herkesin becerebileceği, taşıyabileceği, anlayabileceği bir şey olmadığını...
Parmaklarının arasında yanan cigarası, sararmış bıyıklarıyla Dayı, kısık bir ses olarak kaldı belleğimde. Hesabı söylerken de kısıktı sesi, telefonla sipariş alırken de. Çaldığı şarkıları duyabilmek için, sessizliği gerçekten dinlemek gerekiyordu. Hem ne demişti bir Antikçağ bilgesi: “Sessizlik, insanın süsüdür.”
Sessizlik ve hüzün işte: Adını bile anımsayamadığım bir adama ne çok şey borçlanmışım da farkında değilmişim...
Kurtuluş Caddesi üzerinde 1965’ten beri aynı sessiz ama kendine güvenen haliyle yaşayıp giden bir mekândan bahsediyorum: Göreme Muhallebicisi. Eskiden duvarları yeşildi, son zamanlarda krem rengine boyamışlar, yaz temizliğiymiş, öyle demişlerdi. Fakat köşedeki televizyonun eskiliği hiç değişmedi. Ya haberler izlenir ya da dördüncü kanaldaki at yarışları. “Tarihe gömülen koca koca atlar”dan bahsetmemiş miydi Turgut Uyar, “tarihe gömülürler o kadar” dememiş miydi?
En son geçen yaz, Aslı’yla gittiydik. Menemen, ardından sade kahve. Kahvenin yanına asla tatlı bir şey getirmezler Göreme’de. O acılık biraz daha sürsün isterler. Her tadın bir hatırası yok mudur? Kahve içtikten sonra insanın ağzında bir şey kalır ya... Zaten bu Türk kahvesi denilen allahsız, bir Göreme Muhallebicisi’nde bunca güzeldir, bir de Erenler Nargile’de, Çemberlitaş’ta. Bir kahve yazısı borçlanayım hemen. İnsan sevmekten ancak borçlu çıkıyor zaten. Necatigil de Taşlı Yol’unda “ödedim, öderim” derken bunu anlatır.
Duvarların rengi dışında değişen bir şey yoktu Göreme’de. Orası benim için eskilikten gelen güzelliğin aynı kalışındaki ısrardır. Ne Madolar, ne Saraylar; ne Bolulu Hasanlar, ne Tatlıcı Tombaklar, ne de Nişantaşı’ndaki ‘çağdaş kahve’lerin ‘peynirkek’leri...
Akşam olurdu hep. Belki de sadece akşamları hatırlıyorum. Anımsayış, karanlığın içinden çıkardığım uzak zamanı getirdiğinden akşama işaret ediyor. Kurtuluş’un, çocukluğumda kalmış yaz geceleri... Çöp arabası geç gelir, pazardan kalan artıkları toplardı. Cansever diyor ya “Dağılmış pazar yerlerine benziyor memleket” diye...
Perşembe günleri pazarcı dedemin yanındaydım. “Salata soğan” diye bağıra bağıra satış yaparlarken, kendimce onlara katılırdım. Sessiz bir çocuktum. Bağırabilmeyi orada öğrendim. Sesim birilerinin sesine karışırken güzeldi. Bunu çocukken anlamak iyidir. Bir mutluluktu hepsi hepsi. Pazarcı olacaktım. Para üzerini dedemden alır, müşteriye uzatırdım. Küçük bir sevinç. Geçici. Ellerin başka ellere değmesi, verdiğim paranın elden ele değişecek olması...
İşler bitince, sonunda bir gün, içinde kilitli kalmaktan korktuğum Feriköy Pasajı’ndan geçerek doğru muhallebiciye... Gün boyu güneşten yanmış, ısınmış olurdu masalar. Girişte karanlık, ölü bir vapuru andıran buzdolabı, içinde tavukgöğsü, güzelim sarısıyla keşkül, krem şokola sonra. Üzerlerinde toz fıstık, hindistan cevizi: Ormanlar ve kar. Krem şokola demekten neden utanırdım? Babaaannem gümüş bir künye almıştı. O zaman modaydı. Üzerinde Onur yazardı... Adımı orada görmekten çekinirdim. Kâğıtlar daha iyiydi, kâğıtlar daha dost...
Eski bir dondurma makinesi sonra. Sadece üç çeşit dondurma vardı: Vişneli, çikolatalı bir de ‘beyaz’. Beyaz evet. Kaymaklı demezdim nedense: Vişneli, çikolatalı bir de beyaz.
Sonra hepten akşam zaten. Şahadet Sokak’taki Akyıldız Apartımanı: Loştu, kedi çişi kokardı. Kediler yalnızlıktı. Ziya Osman’ın ‘Yetişir’ şiirine benzerdi biraz, biraz Necati Cumalı’nın ‘Güzel Aydınlık’ına.
Şimdi kalkıp gitsem, o köşedeki ıssız masada, yeniden çocukluğumu bulur muyum acaba?

KAYNAK: http://birgun.net/writer_index.php?category_code=1200090594&news_code=1242557904&year=2009&month=05&day=17