28 Eylül 2009 Pazartesi

JORGE LUİS BORGES – III

DÜŞ KAPLANLARI’nın önsözünde şunları yazıyor:

“Yetmişini aşmış biri için, bildik becerileri, arasıra ılımlı çeşitlemeler ve sıkıcı tekrarlarla, işlemeyi sürdürmek dışında umulacak çok az şey vardır. Ben bu tekdüzelikten kaçınmak için, belki de düşüncesiz bir konukseverlikle, her günkü yazar dikkatimle kesişen çok değişik ilgileri buyur etmeyi seçiyorum. Mesel itirafı izliyor, serbest ya da uyaksız bir soneyi... Eski zamanlarda -ki muğlak akıl yürütmelere, ve evrenin kaçınılmaz düzenlenişine karşı çok duyarlıydı onlar...şiirsel olanla düzyazılar arasında bir ayrılık olmayabiliyordu. Her şey büyüyle renklenmeliydi.. Bir dil bir gelenek, gerçekliği kavramak için bir yoldur, keyfi simgeler topluluğu değil..”

“Gerçek bir şair için varoluşun her anı, her eylem özünde öyle olduğu için şiirsel olmalıdır. Bildiğim kadarıyla bugüne kadar hiç kimse bu yüksek uyanıklık durumuna ulaşamamıştır. Browning ve Blake başkalarından daha çok yaklaştılar ona...Whitman bu yöne yöneldi..ama dikkatli sayıp dökmeleri sayılıdır...”

“Edebiyat okullarına güvenmem, vaaz ettiklerini basitleştirmek için tasarlanmış didaktik yapılar görürüm onları...ama şiirlerimin ardındaki etkinin adını vermeye zorunlu olsaydım, köklerinin modernismo olduğunu söylerdim.”

“Düş Kaplanları’nda kendini gösteren etkilere gelince... En önce, tercih ettiğim yazarlar... Robert Browning’i söylemiştim...ardından, okuyup yankılandıklarım...daha sonra, hiç okumadığım halde bende olanlar.”


Borges, 1961’de Uluslararası Yayıncılar Ödülü’nü aldıktan sonra Avrupa çapında bir üne kavuştu...yirminci yüzyıl edebiyatının klasikleri arasında anılmaya ve gittikçe artan bir hayranlık kazanmaya başladı...Giderek günümüz edebiyatının en seçkin yazarları arasında yerini alan Borges, Latin Amerika Edebiyatının akademik bir okur çevresinin sınırlarını aşıp dünya çapında da geniş bir aydın kitlesine ulaşmasında çağdaşı yazarlara oranla daha büyük bir rol oynadı...

“Ün de bana tıpkı körlüğüm gibi yavaş yavaş geldi. Ünü hiç beklemedim, hiç ardında koşmadım onun. Bana ilk el uzatan yazdıklarımı 1950’lerin başında yüreklilikle Fransızca’ya çeviren Nestor İbarra ve Roger Callonis oldu. 1961’deki ödülü Samuel Beckett’le paylaşmamı sağlayan da sanırım onların bu gözüpek girişimeri oldu... Çünkü Fransızca’ya çevrilinceye kadar yalnız dışarda değil, Buenos Aires’te de pek tanınmıyordum...Ödülden sonra tüm Batı dünyasında kitaplarım mantar gibi bitti.”

Borges’un yarattığı türler arası yazın tarzına belirli bir ad vermek olanaksızdır...Düzyazısında şiire yaklaşan bir ölçü ve uyum bulmak olasıdır...Aynı zamanda felsefi tartışmanın ve yerginin de kaynaştığı bu kurgular, akıldışı ve gerçeküstü görünümlerinin ardında, kapsamlı bir felsefi anlatımı içerirler...Çok okuyan bir okur, Borges’ta dünya edebiyatının klasiklerinden çoğuna, sürekli olarak yapılan göndermeleri keşfetmekte gecikmez.. Dili dış dünyaya ya da gerçekliğe doğrudan gönderme yapan düz anlamlardan değil,çok katmanlı yan anlamlardan örülüdür...Bu yüzden Kafka’nın karabasanlarından, Tolkien’in tümüyle düşsel dünyasına her türlü gerçekdışı ve gerçeküstü öge, Borges’ın kurgularında yerini bulur.. Ancak Borges’in fantastik evreni ,”gerçek dünya”dan tümden kaçış değil, ondan belirli bir uzaklaşmayı, araya bir uzaklık koyarak eleştirel bir bakışı içerir..Bir yandan anlamlar zenginliği içinde metafizik bir özerkliğe kavuşan edebi metin, yalnızca kendisine gönderme yaparak dış gerçekliğe kendisini kapatır...Bilinçli olarak yarattığı bu kapalılıktan çıkış, ancak onun diğer edebi metinlere yaptığı dolaylı göndermeleri izleyebilen “kültürlü” okurların kavrayabileceği bir durumdur...Bu yüzden yarattığı türlerarası tarz, tüm yeniliğine ve zenginliğine karşın, yaygınlaşmamış, sadece yazara özgü bir yenilik denemesi olarak kalmıştır...



“Kendisini daha beyhude bilenim ben,
beyhude gözlemciden, kardeşinin aksini,
gövdesini...ya da (aynı şey bu ikisi),
sessizliğin ve camın aynasında izleyen.
Ben ki sessiz dostlarım, bilenim unutuştan
başka hiçbir intikam yolu olmadığını,
ya da bir bağışlama. Bu garip anahtarı,
bütün nefretler için, bir tanrı, bağışlayan,
Ben ki bütün o parlak dolaşmaların ardından
zaman labirentini çözemeyenim hala,
hem tekil hem de çoğul, yorucu ve hep başka,
hem bir kişiye hem de herkese ait olan.
Ben hiç kimse olanım, kılıç bile değildim
savaşta. Yankıyım ben, unutuşum, hiçliğim.


Türk okurunun karşısına ilk kez ÖLÜM VE PUSULA’nın çevirisiyle çıkan Borges,adı demin de söylediğim gibi adı 1960’lara değin Batı dünyasında da çok dar aydın -okuyucu tarafından biliniyordu...

Gerçi Valery Labaud gibi James Joyce'un ilk tadına varan ve Fransa da tanınmasına önayak olan bir yazar, daha 1925’te Borges’e ilgi duymuştur ama Borges’in ilk Fransızca çevirisi ancak 1953’te yayınlanabilmiştir...Borges’in yıldızı 1961’de Formentor ödülünü (Batı Avrupalı büyük yayınevlerinin kurduğu bir ödüldü bu) Beckett ile paylaştıktan sonra başlar....Ama bu kez kısa bir sürede “Borges Efsanesi” doğmuş ve yazarın adı çağımızın büyük yazarlarıyla (Joyce, Proust, Kafka, Woolf, Beckett gibi) anılmaya başlamıştır.

Bu yazarlar arasında romana el atmayan tek yazar Borges’tir. Onun yapıtı (şiirlerini saymazsak) özellikle küçük öykülerden denemelerden oluşur...Romanı bir moda olarak görür, dolayısıyla modasının geçeceğine inanır...Öyküyü romandan çok daha eski bir yazın türü olduğu için seçer. “Öykü” der Borges, “okunmasa da kalır, çünkü anlatılır. Oysa roman anlatılamaz..”

Ve şöyle ekliyor:

“Hayatım boyunca kendimi neredeyse bütünüyle kitaplara vermeme karşın, pek az roman okumuşumdur. Okuduklarımda da eğer son sayfaya kadar gelebilmişsem, bunda çoğu zaman yalnızca görev duygusunun etkisi olmuştur. Buna karşılık iyi bir kısa öykü okuru olduğum söylenebilir...birçok öyküyü tekrar tekrar okumuşumdur...Kendimi bildim bileli Stevenson, Kipling, James, Condrad, Poe, Chesterton, Lane’in Arabistan Geceleri’ndeki masallar, Hawthorne’un bazı öyküleri tiryakilik olmuştur benim için...Don Quixote ve Hucleberry Finn gibi büyük romanların neredeyse biçimden yoksun olduğu kanısı, kısa öykülerden aldığım tadı daha da pekiştirmiştir. Kısa öykünün iki vazgeçilmez özelliği vardır: Biri tutumluluğu, ötekiyse açık seçik bir başı, ortası sonu olması...Ne ki kısa öykünün yazar olarak gücümü yeteneğimi aştığını düşündüm yıllarca...Gerçekten öykü yazmaya ancak uzun yıllarımı alan bir yığın ürkek anlatı deyeminden sonra başladım...”

Roman/öykü konusundaki bu görüşleri yazarın çelişkilere olan tutkusunu da biraz olsun açıklayabilir...Çünkü okunduğunda görülecektir ki, Borges’in öyküleri, dilden dile dolaşacak bir konu ve yapı niteliğine sahip olmadığı gibi, yazılı olarak özetlenmeleri bile olanaksızdır. Borges ‘in öykülerinin konusu Zaman, Ölüm, Labirentler, Düşler, Kitaplar ve sözcüklerdir...Bu öykülerde günlük gerçekliğin yeri yoktur.Ya da söz konusu gerçeklik bir takım düşsel ya da düşünsel değişikliklere uğramaktadır...

Metafor (istiare ) mi? Gibi.....

Simgesel mi? Gibi...
.
Gibi...çünkü hiç bir kesinlik yoktur Borges’in öykülerinde,çok kesin çizgilerle çizilmiş kişilerinde, konularında bile belirsizlik ağır basar. Anlatılanın bir yüzü ışıktaysa öbür yüzü karanlıktadır...Resim diliyle konuşacak olursak, bu ışık/gölge oyunu, yazarın sözcüklerine değin yansır. Bu labirentler tutkunu yazar, okuyucuyu gezdirdiği labirentte, onu kendi kendisiyle baş başa bırakır...Çıkış yolunu bulacak, öykünün anlamını kavrayacak (ya da sezinleyecek) olan hatta öyküye gerçek anlamını (dolayısıyla yaşamını ) verecek olan odur....Okuyucudur.

Zaman taşsız bir satranç oynar
avluda. Bir dalın çıtırtısı
geceyi kemirir. Dışarda ova
toz ve düş fersahları savurur
İkimiz de gölgeyiz, suretini çıkarırız dediklerinin
başka gölgelerin: Heraklitos ve Guatama”


Arjantinli Borges, yalnız İspanyol ve Güney Amerika kültüründen değil, Fransız, Alman, İngiliz, ve İslam kültüründen beslenir...Kendisi kabul etmese de kozmopolit bir kültür ve sanat dünyasının insanıdır...Bu kozmopolit dünyada, Don Kişot, Kafka ile Stevenson Talmud ile, Edgar Allan Poe İslam mistikleriyle buluşur ve ortaya Borges’in bunlardan hiçbirine benzemeyen fantastik dünyası çıkar....Bu fantastik dünyada hiçbir öge, olay, cümle, sözcük raslantıya bırakılmamıştır.Düşler bile kendi mantığının içinde oluşur...Düşünsel, felsefi hiç bir soruya geçerli ya da geçersiz bir yanıt vermez, tam tersine yanıtı bilinmeyen sorular sorar ve bunları yanıtsız bırakır....

Marquez’in anlattığına göre, bir gün, Buenos Aires’ in sokağında kendisine “Siz Borges değil misiniz?” diye soran bir yabancıyı, “Evet, arada bir” diye yanıtlamıştır..

Belki Borges’i en iyi bu olay ele vermektedir...

Borges, çeşitli kitaplarından derlenen öykülerinde okuyucuya, sokaktaki yabancının sorusunu yöneltir gibidir....

“Bu anlattığım öyküler sizin öyküleriniz değil mi?..

Yıllarca gözleri görmeyen bu ihtiyar bilge yazara okuyucunun yanıtı: “birkaçı, bazı yerleri, evet...” olabilir sanıyorum...

Akşamla
Soluverdi renkleri avlunun.
Koskocaman doğan ay
Aydınlatamıyor göğü bile .
Öyle karanlık ki her taraf
Bir melek öldü sanki.
Avlu ve bir parça gök.
Tanrının ruhları seyrettiği
Bir penceredir avlu.
Bir yamaçtır ki avlu,
Ordan kayıp gelir eve gökyüzü.
Sessiz
Yıldızların buluştuğu yerde ölümsüzlük
Bir dehlizin, bir saçağın, bir sarnıcın
Yaşamaktan hoşnut
Karanlık içtenliğinde herşey.


Borges, KUM KİTABI’na yazdığı önsözde şöyle diyor:

“Bu yaşımda sevilen temalar üzerine şu birkaç çeşitlemeden fazlasını vaad edemem, kendime bile...Bilindiği gibi öykü yazmak onarılmaz tekdüzeliğe karşı klasik çareye başvurmaktır. Gene de izninizle bir iki ayrıntıya işaret etmek istiyorum....

“Kitap on üç öykü içeriyor.Bütün bu öykülerden yalnızca birini seçmem gerekseydi, sanırım en otobiyografik (anılarla en zengin olan) hem de en düşsel olan KONGRE’yi seçerdim... Kum Kitabı’nı da çok sevdiğimi saklamayacağım.. Ayrıca bir aşk öyküsü, bir psikolojik öykü, bir de Güney Amerika tarihinden dramatik bir olayın öyküsü var...


Bizde 1975’te yayınlanan KUM KİTABI’ındaki ÖTEKİ adlı öyküyü ele alalım... Robert Luis Stevenson’dan Dostoyevski’ye kadar birçok yazarda raslayabileceğimiz “ikinci kişilik” ,” benzeri” ya da “öteki” olgusu aslında edebiyat tarihinde örnekleriyle sıkça karşılaştığımız bir durum... Bu izler O’nda “Borges ve gençliği” biçiminde ortaya çıkıyor. Ama ona göre bu hortlaksı görüntü aynalardan, sudaki yansımalardan ya da doğrudan doğruya insanın belleğinden kaynaklanıyor. insanı hem izleyici, hem oyuncu kılıyor. “Bu öyküde” diyor Borges “birbiriyle konuşan iki kişinin, hem birbirinden yeterince farklı iki kişi, hem de birbirne yeterince benzeyen iki kişi olmasını sağlamaya çalıştım.”

“Bu araştırmalarımda basit, zaman zaman günlük konuşma diline yakın üslupla fantastik bir olay örgüsünü birleştirerek, H.G.Wells örneğine sadık kqlmaya çalıştım...Meraklı okur Wells’in adına, Swift’in ve E.A.Poe’nunkini de ekleyebilir....”

“Ne bana anlamsız gelen seçkin bir azınlık için, ne de yığınlar diye bilinen, şu göklere çıkarılan ideal Platoncu kendilik için yazıyorum.. Demagogların sevdiği her iki soyutlamaya da inanmıyorum.Kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum...”


“Zaman beni sürükleyen bir nehir,ama nehir benim;
beni parçalayan bir kaplan,ama kaplan benim.
Beni tüketen bir ateş, ama ateş benim.
Evren, ne yazık ki, gerçek;
ben, ne yazık ki Borges’im...”


Bir söyleşide Borges, “Yazarken her zaman uyuşuk ve ağır davrandım...her tümce kendini farklı şekillerde ortaya koydu: Bir sözcüğe varmadan önce bir çok eşanlamlıyı elden geçirmem, sayısız eğretileme içinden seçim yapmam gerekiyor....Başlarda şaşırtıcı sıfat ve eğretilemeler ararken şimdi şaşırtıcılığın önlenmesi ve herşeyin okuyucu için kolaylaştırılması gerektğini hissediyorum...bence eseri okuyucu kendisi yaratır...” diyordu.

Jorge Luis Borges adının kapladığı, edebi dünyaya girmenin en etkin yolu, belki öncelikle içiçe girmiş bir çok yazından oluştuğunu kabullenmektir. Borges bu tanımı birçok batılı yaratıcı için kullanmıştır. Joyce, Dante, Geothe,Quevedo, Shakespeare) kendini de bu listeye katarsak sanırım pek yanılgıya düşmüş olmayız.. Gerçekte çağdaş Arjantin ve Latin Amerika edebiyatının bir bölümü veya bir başlığı değildir..Lirikten metafizik masala, ultraist döneminden; son zamanlardaki arkeolojik düşleme, serbest nazımdan; son şiirlerinin neoklasikliğine, kendisi başlıbaşına bir edebiyatı oluşturur.. Bu edebiyatın kendi retoriği ve biçembilimi, ilk bakışta bölük pörçük görünen bir yapıtı tutarlı bir bütüne dönüştüren birleştirici metafiziği, uydurma alıntılara dek uzanan benzersiz bir anlatımı vardır...Tüm çeşitliliğine karşın bu edebiyat, yaratıcısının gizli gizli bütün kişiliğini açığa çıkartır...

Latin Amerika’ nın en iyi yazarları arasında; Borges’i yadsımak için yazanların SABATO, MARECHAL gibi veya onu aşmak için yazanların sayısı çoktur. MARQUEZ, CORTAZAR gibi.. Ama bir anlamda hepsinin varlığı yalnızca ondan ibaret bir geçerlilik kazanır...

KAYNAK: www.yazimhane.com