12 Eylül 2009 Cumartesi

BİHTER'E DAİR DÜŞÜNCELER / Yeşim DİNÇER

BİHTER'E DAİR DÜŞÜNCELER

Bihter'in hikâyesini anlatmaya nereden başlamalı?
O, dünya 19.yüzyılı geride bırakmaya hazırlandığı sırada romancı Halit Ziya'nın imgeleminden doğdu. Bir asrı geçkin süredir Aşk-ı Memnu'nun sayfaları arasında yaşıyor . Annesi, "Melih Bey takımı" olarak bilinen aileden Firdevs Hanım, Istanbul mesirelerinin en ünlü simasıydı. Babası hakkında pek az şey biliyoruz. Sadece, evlendiği günden başlayarak, "Firdevs Hanım'ın beyi" ve bu aileden kız alan diğer bütün damatlar gibi, "Melih Bey takımı"ından biri olarak anıldığını.
Bihter'le Madam Bovary arasında bir kan bağı olduğu söylense de bu akrabalığa bir hudut çizmek şimdilik daha yararlı olacak. Hem Bihter'i bunca uzakta aramak yerine, İstanbullu genç bir hanım olarak geçirdiği, yirmi iki ya da yirmi üç yıl süren yaşamına odaklanma fırsatını elden kaçırmamalı. Aşk-ı Memnu'yu öncelikle yasak bir aşkın hikâyesi olarak çözümleyen Berna Moran, Bihter'in roman boyunca üç aşamadan geçtiğini yazar:
1. Genç kızlık emellerine kavuşacağı umuduyla zengin Adnan Bey ile evlenen ve görevini yapmaya çalışan Bihter.
2. Hayal kırıklığına uğradığı için mutluluğu yasak bir sevgide bulan Bihter.
3. Bıkıldığını ve terkedildiğini anlayarak kıskançlıkla boğulan ve intikam için her şeyi yakıp intihar eden Bihter.

Bihter'in (ve hepimizin) kişisel tarihinin arka planında karmaşık ve çok katmanlı başka bir hikâye daha var. Kimilerince kaderimiz olduğu söylenen ve kendisinden asla kaçamayacağımızı ileri sürdükleri "Tarih"ten söz ediyorum. Tarih kitapları Hamit Efendi'nin 1 Eylül 1876'da II. Abdülhamit olarak tahta çıktığını ve Meşrutiyet'e kadar kesintisiz otuz üç yıl iktidarda kaldığını yazdıklarına göre, Bihter kısacık yaşamında başka padişah görmemiş olmalı. Jön Türklerin ensesinde boza pişiren jurnalcileri, Sason'daki Ermeni ayaklanmasını, Hamidiye Alayları'nı, Hicaz demiryolunu, Osmanlı'nın dış borcunu takiple görevli Düyun-u Umumiye İdaresi'ni acaba duymuş muydu? Bu türden siyasi kaygıların, açık sarı yalının açık kalan panjurlarından sızarak, şen şakrak "Melih Bey takımı"nın keyfini bozduğunu tahayyül etmek olanaksız. Ağırbaşlı Adnan Bey'in görkemli yalısı'na gelince; burası da "Adnan Bey, çocukları, yeğenleri, mürebbiye ve hizmetçileriyle, dışa kapalı, kendi kendine yeten, sevgi, masumiyet ve mutluluğun dünyası" olarak çizilmiştir romanda. Bu ortam Bihter'in gelişiyle bozulacak, ancak dışa kapalı karakterinde bir değişiklik olmayacaktır.
Kişisel tarihlerimizin "Tarih"in büyük olaylarına/olgularına böyle bir çırpıda, doğrudan eklemlenmesi, ne yazık ki (ya da ne iyi ki) her zaman olanaklı değil. Resmi olanın dışında, küçük harfle başlayan başka bir "tarih" var ki orada herkese az çok ayrılmış bir yer; bizden kalma büyük ya da küçük bir iz var. Kadınların, çocukların, seyyar satıcıların, hizmetçilerin, mahalle imamlarının, kısacası sıradan halkın tarihi bu. Belki Bihter'in izini bu kalabalığın; örneğin Istanbul kadınlarının arasında sürmeliyiz. Fırıncılık yaparak geçinen bir Ermeni bu yıllara ait anılarında şunları yazıyor örneğin:
"Kapıdan 'Ekmekçi!' diye bağırırdık. Tesadüfen evin beyi veya oğlu varsa onlar, yoksa kadınlar gelir alırlardı. Bizim her günkü işimiz kadınlarlaydı. Az bir aralıkla kapıyı açar veya bir kol çıkacak kadar pencerenin kafesini kaldırırlardı. Onlar bizi görür, biz onları göremezdik. Ekmeği alanın kolu görünmez; uzanan elden, içeridekinin, genç mi, orta yaşlı mı, ihtiyar mı, beyaz veya zenci mı olduğunu anlardık."

Yabancı gözlerden katı kurallarla sakınılan bu evlerin içinde nasıl bir hayat olduğunu da biliyoruz:
"Sabah namazında evinden çıkan memur ve esnaf, akşam ezanına doğru işinden dönünce, üstünü değiştirip sırtına entarisini, ayağına terliğini geçirir; fesini ve sarığını çıkarıp takkesini giyer. Namazı kıldıktan sonra ailesiyle sofraya oturur. Sofra, odanın ortasına konulmuş genişçe bir sinidir. Çevresine serilen yer minderlerinin üzerine herkes bağdaş kurup oturur; elle yemek yer. Masa önünde sandalyeye oturmak, yemeklerde çatal bıçak kullanmak henüz orta halli ailelerde yeni başlamıştır."

Oysa Bihter'in hikâyesi büsbütün başka bir mecrada akıyormuş gibidir ve bu noktada, iki ayrı Istanbul'un varlığından söz edecek olanlar, herhalde, ileri gitmiş sayılamazlar:
"Eğlenmekte bu aile efradının, hele bugün en ziyade tanınan Firdevs Hanım'la kızlarının ne dereceye kadar ilerlediklerini herkes tamamıyla tayin edemezdi. Onları Istanbul'un zevk hayatında üstünlük mertebesine çıkaran hususi bir şöhret vardı ki sebepleri pek araştırılmaksızın herkesce kabul olunmuş idi. Bütün Göksu, Kâğıthane, Kalender, Bendler müdavimleri onları tanırlar; Boğaziçi'nin mehtap alemlerinde en ziyade onların sandalı takip olunur; en ziyade onların yalısının önünde duraklanarak pencerelerin saklı şeyleri ortaya çıkarması beklenir; bir piyano sesine, perdelerin arkasından fark edilen bir iki zarif gölgeye dikkat olunur; Büyükdere çayırında onların arabası halkın nazarlarını arkasına takıp sürükler...
.......Onlarda taklit edilemeyen şey giydikleri değiş giyinişleriydi. Peçelerini bir iliştirişleri vardı ki onu herkesin peçesinden başka bir şey yapardı...Çarşaflarının kıvrımları, omuzları, kalçalarını sıkarak dökülüşü onları görenlere, tanıyanlara hemen kim olduklarını ifşa ederdi." (s. 30-32)

"Gelenek" kadına örtünmeyi emreder; göze çarpmamayı, fark edilmemeyi öğütler. Osmanlıca'da "harem", hem "herkesin girmesine müsaade edilmeyen, saygıdeğer ve kutsal yer" anlamını taşır; hem de "nikâhIı kadın, zevce" demektir. Her durumda yabancı bakışlarla kirletilmemesi gereken, erkeğe ait bir "uzam"dan söz ediyoruz; kadının bedeni de dahildir buna. Felatun Bey ile Rakım Efendi'yi anımsayalım: Rakım Efendi, kızlarına ders verdiği ve daima sofralarına konuk olduğu İngiliz aileyi, onların ısrarı üzerine kendi evinde ağırlarken, genç cariyesiyle yaşlı dadısı Mister Ziklas'ın huzuruna çıkmamışlardı. Söz konusu bile olmamıştı yüz yüze gelmeleri.
Modernleşme sürecinde tanıştığımız kapitalist Batı kültürü ise, sözde hareket özgürlüğü vererek kadını seyirlik bir nesneye dönüştürme eğilimindedir. "Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir", diye yazmıştı John Berger. "Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz varlığının ikiye bölünme pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır. Bir odada yürürken ve babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona."
Bihter'in son dakikaları böyle bakıldığında bir kat daha acıklıdır:
"...Beşir'in dehlizden çıktığını, merdivenleri yavaş yavaş tırmandığını gördü. Öyle zannetti ki geçerken derin ve vahşi bir lezzetle ona bakıyor. Artık herkeste bu nazarı bulacaktı. Hatta annesinde, hatta hemşiresinde, hatta, eniştesinde; hususuyla bu herifin her vakit onun gözlerini inmeye mecbur eden gözlerinde bu nazar ne çirkin anlamlar kazanacaktı.
Yaşamak, böyle, bu nazarların altında yaşamak? Lakin ne için yaşayacaktı? O zaman ölümü düşündü." (s. 507)
"...Kenarda Şayeste ile Nesrin, duvar dayanmış, görüşüyorlardı. O geçerken vaziyetlerini değiştirmediler. Arkasından onu gülen gözlerle takip ediyorlar zannetti." (s. 508)
"En evvel mumu yakmak istedi. Her halde karanlıkta ölmeyecekti. Kendisini bir defa daha görmeksizin ölmek..." (s.508)
"...elinde hep o küçük zarif oyuncağın siyah ağzı kıvrılıyor, kıvrılıyor, ona çevrilmek, karanlıkta onu bulmak istiyor ve ikna eden bir sesle:
- Evet, güzel, genç, nefis kadın, senin için yapılacak yalnız bu var, diyordu." (s.510)
(vurgular bana aittir y.d.)

Olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorunda olan Bihter, ölüme kendi imgesiyle birlikte gider. Tanpınar, Aşk-ı Memnu'nun mükemmel tekniğini överken, Halit Ziya'nın yapıtlarında "bize ait çok esaslı bir şeyin yokluğundan gelen bir tad eksikliği" olduğunu söylemişti. Tuhaftır ki bunca yıldan sonra, Bihter'in "modern kadın" kimliğinde bulabiliyoruz bu tadı.
Bihter edebiyatımıza erken gelmiş bir figürdü ancak kalıcı oldu. Adnan Bey'le Nihal'in giderek solan portrelerinin yanında, daha dün buradaymış gibi sahici ve taze duruyor.


Yeşim Dinçer

Halid Ziya Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu, Özgür Yay., Ocak 2005
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İletişim Yay., 2004
a.g.e. s. 93
Hagop Mintzuri, Istanbul Anıları 1897-1940, Tarih Vakfı Yurt Yay., Eylül 2002, s.24
Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yay., Eylül 1992, s.40
John Berger, Görme Biçimleri, Metis Yay., Şubat 1993, s.46