24 Eylül 2009 Perşembe

JORGE LUIS BORGES - I

24 Ağustos 1899’da Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te doğan Jorge Luis Borges’ın çocukluğu, bazı yapıtlarında da belirttiği gibi yoksul Palermo mahallesinde geçti. Arjantin tarihinde önemli bir yeri olan İngiliz kökenli bir aileden geldiği için, İngilizce’yi İspanyolca’dan önce öğrenen Borges, daha dokuz yaşındayken Oscar Wilde’in Mutlu Prens’ini İspanyolca’ya çevirdi...Edebiyatla ilk tanışıklığı, kültürlü bir insan olan babasının kitaplığındaki İngilizce kitaplar arasında bulunan H.G. Wells’in yapıtlarını, Binbir Gece Masalları’nı,Hucleberry Finn’i, Cervantes’in Don Quixote’unu okuyarak oldu...

BORGES VE BEN’de bu yıllara ait anılarına şöyle değiniyor:
“Bana ilk felsefe derslerini veren babam olmuştu...hem de hiç sezdirmeden...Çok gençtim; bir satranç tahtası üzerinde Zenon çıkmazlarını, Akhilles ve kaplumbağayı, okun kımıltısız uçuşunu göstermişti bana... Daha sonraları Berkeley’in adını bile anmaksızın, idealizmin temel ilkelerini öğretmek için akla hayale gelmedik yollar denedi...”

“Annem her zaman açık fikirliydi...babamdan İngilizce öğrendikten sonra, çoğunlukla bu dilde kitap okumaya başlamış... Ama babamın ölümünden sonra bakmış ki hiç bir kitabı doğu dürüst okuyamıyor, hep kafası dağılıyor...kendini zorlamak için oturmuş William Saroyan’ın İnsanlık Komedyası’nı çevirmeye koyulmuş...Daha sonraları Hawthorne’un bazı öykülerini ve Herbert Read’in sanat üstüne kitaplarını çevirdi. Bana yakıştırılan Melville, Virginia Woolf ve Faulkner çevirilerinden bazıları da onundur. Annem özellikle daha ilerki yıllarımda, kör olduğumda benim için her zaman bir yoldaş, anlayışlı ve bağışlayıcı bir dost olmuştur. Uzun yıllar yakın zamanlara kadar, sekreterliğimi üstlendi, gelen mektupları yanıtladı, bana kitap okudu, söylediklerimi kağıda döktü...birçok kez benimle birlikte yurt içi - yurt dışı gezilere çıktı. Gerçi o sıralar aklımın ucundan bile geçmiyordu; oysa, aslında beni yazarlığa sessizce, ama karşı konulmaz biçimde özendiren oydu...”diyor. “Ama daha çocukluğumda , hayatın babamdan esirgediği yazar olma yazgısını benim üstlenmek zorunda kalacağım neredeyse anlaşılmıştı. Ailemizde herkes benim yazar olacağıma kesin gözüyle bakıyordu.. (zaten böyle şeyler, açıkça söylenen şeylerden daha önemlidir.)..Benden yazar olmam bekleniyordu!”

1914’te , Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden hemen önce, ailesiyle birlikte İsviçre’nin Cenevre kentine giden Borges, orada kaldığı beş yıl boyunca Fransızca ve Almanca öğrendi...College de Genevie’yi bitirdi. Bu yıllara da “Borges ve Ben” şöyle değiniyor:

“ Walt Whitman’la, Cenevre’de Almanca çevirisiyle tanıştım. Whitman’ı uzun süre yalnızca büyük bir şair olarak değil, tek şair olarak gördüm. Dahası 1855’e kadar, dünyanın tüm ozanlarının eninde sonunda Whitman’a vardığını, ona öykünmemenin cahillikten başka bir şey olmadığını düşünüyordum. Böyle bir sanıya daha önceleri de şimdi artık hiç katlanamadığım Carlyle’ın düzyazısı ve Swinburne’ün şiiri karşısında da kapılmıştım. Daha sonraları da bazı yazarlardan müthiş etkilendiğim benzer deneyimler yaşayacaktım..”

“İsviçre’deyken bir ara Schopenhauer okumaya başladım. Bugün bana “tek bir düşünür seç kendine” deseler, Schopenhauer’i seçerim. Eğer dünyanın gizleri sözcüklerle dile getirilseydi, o sözcükler sanırım Schopenhauer’ın yazılarında yer alırdı.


1919’da yine ailesiyle birlikte Mayorka’ya, oradan da İspanya’ya gitti...İspanya’da Ultraismo akımını benimseyen genç yazarlara katıldı...Ultraissmo yanlıları, çöküş içinde olduğunu düşündükleri 98 kuşağının tanınmış yazarlarına karşı çıkıyorlardı...

1921’de Buenes Aires’e döndüğünde,doğduğu kenti yeniden keşfeden Borges, bu dönemde yazmaya başladığı ilk şiirlerinde, kentte yaşadığı günleri ve geçmişini yeniden yarattı...1923- 1929 yılları arasında yazdığı, benzetmelerle yüklü üç şiir kitabı, BUENOS AİRES TUTKUSU, YOLUN ÖTESİNDEKİ AY, ve SAN MARTİN DEFTERİ” ni yayımladı.

Borges’in kentiyle olan ilişkisini; kendi iç dünyasıyla dışındaki kent arasında kurduğu karmaşık iletişimi, kentin geçmişiyle bugününü benzetmelerle açığa vurdu.. Bu döneminde , sonradan karşı çıkacağı Ultraismo akımının Güney Amerika’da yayılmasına öncülük eden Borges, şiir kitaplarının yanı sıra, üç edebiyat dergisi çıkardı...denemeler yazdı...1930’da EVARİSTO CARRİEGO adlı bir yaşamöyküsü yayınladı....

Kendisi bu dönem için de şunları aktarıyor:

“1921’den 1930’a kadar uzanan bu dönem çok verimli geçti, ama yazdıklarımın çoğu bir bakıma pervasız, dahası amaçsız şeylerdi. O dönemde yedi kitap yayınladım. Bunlardan dördü deneme, üçü şiir kitabıydı. Ayrıca üç dergi çıkardım.. ve bir düzine süreli yayına sık sık katkıda bulundum. Oysa bugün artık o dönemdeki verimliliğimi düşündükçe şaşırıyorum, hem de o yılların ürünlerine zerre kadar yakınlık duymuyorum...Dört deneme kitabından - adlarını hiç anımsamasak daha iyi- üçünün bir daha basılmasına hiç izin vermedim. Deneme kitaplarının birinde, iki İspanyol XVII. yy. yazarına maymun gibi öykünüyordum.. İspanyolca’nın arasında bol bol Latince kullanmak için elimden geleni ardıma koymuyordum. Tabii kitap da karmakarışık tümcelerle, tumturaklı anlatımların dayanılmaz ağırlığı altında çöküveriyordu...Daha sonraki başarısızlığım da bir tür tepkiden kaynaklandı... Bu kez de öteki uca savrularak elden geldiğince Arjantinli olmayı denedim...ve o kadar yerel sözcük ve deyim kullanmaya başladım ki, kendi yurttaşlarımın çoğu bile yazılarımı anlayamaz oldu..Adını bile anmak istemediğim kitapların üçüncüsü, bir bakıma kefaret ödemek gibi bir şeydi.. İkinci kitapta kullandığım anlatımdan emekleye emekleye sıyrılıyor, yavaş yavaş aklın yoluna geri dönüyor, mantıklı yazmaya ve süslü püslü yazılarla göz kamaştırmaktansa okurun işini kolaylaştırmaya çalışıyordum...”

Şimdi bakıyorum da o yıllarda yayınlanan kitaplarımda belli başlı edebiyat günahlarının çoğunu işlemişim...Ne miydi bu günahlar?..Ağdalı anlatım, yerel renkler, umulmadık olanı aramak ve XVII.yy anlatımı...Artık bu aşırılıklardan suçluluk duymuyorum, o kitapları başka biri yazmıştı...”
[

b] “BUENOS AİRES TUTKUSU’ ndaki şiirleri 1921-22 arasında yazmıştım.. Kitap da 1923 başlarında yayınlandı.. Avrupa’ya dönmek zorunda olduğumuzdan topu topu beş günde,300 adet, üstelik çok acemice basılmıştı. Kitap çelimsiz bir üslupla yazılmış, veciz metaforlarla doluydu...ama temelde romantikti.. Günbatımlarından, ıssız yerlerden, bilinmedik köşelerden söz açıyor; Berkeley’ci metafiziğe, ve aile tarihine dalıyor, ilk aşkları dile getiriyordu.. Korkarım kırk ambara çevirmiştim...yamalı bohçaya benzetmiştim.. Ama yine de dönüp geriye baktığımda, o kitaptan hiç ayrılmadığımı görüyorum. Daha sonra yazdığım her şeyin, ilk kez o kitapta ele aldığım izleklerin, geliştirilmiş biçimlerinden başka bir şey olmadığını duyumsuyorum...O gün bugündür, o kitabı durmadan yeniden yazdığımı düşünürüm....”


“Onun çoğunu eşe dosta dağıttım..Kitabevlerine ya da dergilere göndermek aklıma bile gelmedi...Ama kullandığım yönemlerden birini hiç unutamıyorum...O dönemin köklü ve eski edebiyat dergilerinden birinin bürosuna gidenlerin, paltolarını bıraktıkları bir vestiyer vardı...Altmış yetmiş kadar kitabı yanıma aldım, derginin yayın yönetmenlerinden birinin yanına gittim. Yönetmen şaşkınlıkla bana baktı: “bunları senin için satmamı istemiyorsun herhalde “ dedi...”Hayır” dedim...”bu şiirleri ben yazdım, ama o kadar da deli değilim...Ben yalnızca onları şurada duran paltoların ceplerine bırakmanızı rica edecektim sizden...” Yönetici istediğimi yerine getirdi..Bir yıl sonra Buenos Aires’e döndüğümde, paltoların sahiplerinden bazılarının kitabımı okuduklarını öğrendim; hatta birkaçı kitapla ilgili yazı yazmıştı...Doğrusu şair olarak küçük bir ün bile sağlamıştım....”

“BUENOS AİRES TUTKUSU’ndaki şiirler “ultraist” şiirler miydi? Avrupa’dan döndüğümde, ultraizmin bayraktarlarındandım..Nitekim bugün hala edebiyat tarihçileri “Arjantin ultraizminin babası” diye bilirler beni...”


“Oysa bizler trenlerden, pervanelerden, vantilatörlerden, uçaklardan fazla etkilenmemiştik...Gerçi manifestolarımızda hala metaforun önceliğini, geçişlerin ve süslü sıfatların bir yana bırakılması gerektiğini savunuyorduk. Ama asıl yazmak istediğimiz gerçek şiirdi...Güncelliklerin ötesinde, yerel renklerden ve günlük koşullardan uzak şiirlerdi... Bence bu sorunun yanıtını en güzel Fransızca çevirmenim ve yakın dostum Nestor İberra vermiştir. “Borges yazdığı ilk ultraist şiirle, ultraist olmaktan çıkmıştır...” o ilk ultraist denemelerime bugün hala yazıklanmaktan başka bir şey gelmiyor elimden... 1930’dan sonra deneme, şiir, eleştiri ve kısa öykü türlerini birleştirerek oluşturacağı, kendine özgü ve hiç bir edebiyat türüne sokulamayan biçimin ilk denemelerine girişti...1935’te yayınladığı bu tür kısa öyküler, kıssalar,çeviriler ve uyarlamalardan oluşan REZALETİN EVRENSEL TARİHİnde adı kötüye çıkmış kişilerin yaşamlarını anlatmayı denedi..O zamanlar henüz felsefi ve eleştirel denemelerini “kurgu” larından ayırmakta olan Borges bu tür denemelerden oluşan SORGULAMALAR, UMUDUMUN BOYUTLARI VE SONSUZLUĞUN TARİHİ’ni yayınladı...

“Gerçek öykücülüğüm, 1933 ve 1934 yıllarında yayınlanan REZİLLİĞİN EVRENSEL TARİHİ’yle başlar...İşin tuhafı “SOKAĞIN KÖŞESİNDEKİ ADAM” , gerçek bir öykü olmasına karşın, beni yavaş yavaş doğru düzgün öykülere yönelten bu skeçlerin ve daha sonra gelen anlatısal metinlerin birer deneme oyunu niteliği taşımasıydı...Ve 1942’de YOLLARI ÇATALLANAN BAHÇE’yi yayınladım..”

“Kafatası ve gizli kalp, içimde,
görmediğim kan yolları, sonsuz,
gizli düş dünyası, o Proteus,
iç organlar, ense, iskelet bir de...

Ben bu şeylerim. Şaşırtıcı ama,
hem de bir kılıcın belleğiyim ben,
bir güneşin batarken tek başına
altına, gölgeye, hiçliğe dönen.
Ben yaklaşan gemileri görenim
limandan; ben eskimiş kitaplarım,
eskittiği oymalarım zamanın;
ölmüş olanlara gıpta edenim.
Daha da garibi, sözleri böyle
ören olmak, bir odada, bir evde.”


KAYNAK: www.yazimhane.com