15 Ekim 2009 Perşembe

JORGE LUIS BORGES - V


Şimdi O’nun kısa bir parçasına bakalım...belki anlamada yol gösterici olur....

“BORGES VE BEN

Herşey ötekinin, Borges’in başından geçiyor. Buenos Aires sokaklarında yürüyorum., arada bir durup belki de alışkanlıkla eski bir geçitin, kemerine ya da demir parmaklıklı bir kapıya bakıyorum. Borges’den mektuplardan haber alıyorum, bazen de adı bir profesörler kurulundaki adlar arasında ya da bir yaşamöyküleri sözlüğünde gözüme ilişiyor. Ben kum saatlerinden, haritalardan, XVIII. yy baskı sanatından sözcüklerin köklerinden, kahve kokusundan ve Stevenson’un düzyazısından keyif alıyorum; öteki de aynı şeylerden keyif alıyor, ama rolünü abartarak oynayan bir oyuncu gibi gösterişli bir biçimde. Aramızın bozuk olduğunu söylemek işi biraz büyütmek olur...ben yaşıyorum, kendimi yaşama bırakıyorum ki, Borges masallarını ve şiirlerini yazabilsin. Ve o masallarla şiirler beni doğruluyor. Dişe dokunur birşeyler yazdığını kabul etmek o kadar zor değil, ama o yazdıkları beni kurtaramaz... belki de iyi olan artık hiç kimsenin, hatta ötekinin de olmadığı, söz ve geleneğin olduğu için. Kaldı ki ben tümden yok olup gitmeye yazgılıyım, yalnızca belli bir an’ım ötekinde varlığını sürdürecek. Her şeyi çarpıtmak ve abartmak gibi inatçı bir alışkanlığı olduğunu çok iyi bilmeme karşın, artık yavaş yavaş her şeyi ona bırakıyorum. Spinoza, her şeyin kendisi olmaya sürdürmeye çalıştığını ileri sürmüştü. .. taşın taş olmak, kaplanınsa kaplan olmak istediğini...Ben kendimde değil Borges’de kalacağım...eğer ben biriysem tabii...ama kendimi onun kitaplarından çok, başkalarının kitaplarında ya da bir gitarın kılı kırk yararcasına akort edişinde tanıyabiliyorum. Yıllar önce ondan kurtulmaya kalktım ve kent dışındaki gecekondu mahallelerinin söylencelerini bırakıp zaman ve sonsuzlukla oyunlara yöneldim...Ama o oyunlar eninde sonunda Borges’in bir parçası olup çıktı. Ben şimdi başka şeylere yönelmek zorundayım...Anlayacağınız benim yaşamım sürekli bir kaçış; ben her şeyi yitiriyorum ve her şey unutulup gidiyor...ya da ötekine kalıyor...”

“Geceyarısı saatleri çarçur ederken
bir zaman bolluğunu,
gideceğim, Ulysses’in gemicilerinden daha uzağa,
insan belleğinin eremediği
düş bölgesine.


“Herkes ya da hiç kimse olacağım.
Öteki olacağım,
o bilmediğim, şu öbür düşe bakan,
benim uyanık halim. Şöyle bir tartıyor onu,
kaderine razı, gülümseyerek.


1958’de yazılmış olan YARATAN’daysa, yüzyıllar öncesinin “kör ozanı” Homeros’un körleşmesiyle; ozanlaşması arasındaki bağıntı, yine Borges’in türler ötesi denilebilecek kendine özgü biçimiyle anlatılıyor...Gerçekten de, yüzyılların ötesinden günümüze ulaşabilmiş bilgi ve kaynakların çoğu, İlyada ve Odysseia destanlarının ozanı Homeros’un kör olduğunu söylüyor...Borges’in kendisiyle Homeros arasında ortak bir yazgı yakaladığını görmemek olanaksız... Ama Borges “Yaratan” metnine kendine özgü bir ironiyle yaklaşıyor.:

“Bu öykümün yaşamöyküsel olduğu düşünülebilir...Homeros benim yüceltilişim, Homeros’un körlüğü benim körlüğüm, Homeros’un karanlığı benimseyişi benim karanlığı benimseyişim olarak algılanabilir...Oysa bu öyküde okuru, bir özyaşamöyküsü okuduğunu düşünmekten caydıracak çarpıcılıkta ögeler de var, körlük bana karanlığın ağır ağır bastırması biçiminde geldi..gökten inen esinlenmeler biçiminde değil...Beni bekleyen ne bir İlyada vardı ne de bir Odyssiea.. Bu öyküyü ilk tasarladığım sıralar Milton’la Homeros arasında bir seçim yapamadım..Oysa Milton çağımıza çok yakın bir dönemde yaşamış bir ozandı...Batı uygarlığı kadar eski olan Homeros’sa bir söylenceydi...ve bu yüzden kolaylıkla başka bir söylenceye dönüştürülebilirdi...”

Sanırız Borges de, tıpkı T. S. Eliot ve Ezra Pound gibi, ideolojik önyargılarla yaklaşıldığında insanı yanıltan yazarlardan....

Borges; “İnsanlar geçmişi severler” diyor, “ve bu sevgiye karşı benim elimden bir şey gelmez, ne benim ne cellatlarımın; ama bir gün benimle aynı şeyleri duyan bir adam gelecek ve bu adam benim duvarlarımı yıkacak, benim kitapları yok ettiğim gibi... ve benim anımı silecek ve benim gölgem ve aynam olacak ve kimse olmayacak!.....”

“Kaç mümkün hayat kaybolup gitti
bu alçakgönüllü küçük ölümde,
kaç mümkün hayat, nasibin belleğe
ya da unutuşa bahşedeceği!
Ben ölünce bir geçmiş ölecektir;
bu goncayla ölen bir gelecekti
duygusuz suda, beyaz ve yepyeni,
yıldızlarca yerle bir edilmiştir.
Ben de ölüsüyüm sonsuz kaderlerin,
talihin bana hiç yar etmediği;
her zaman yiğit olmuş bir ülkenin,
arar gölgem, yorgun efsanelerini.
Anısı mermerin gözetiminde;
zalim tarih, büyür üzerimizde.


Borges’in Türkçede İletişim yayınlarından 1992’de çıkan GÖLGEYE ÖVGÜ, bu başlık altında; ilk öyküyü kaleme aldığı 1935 yılından, 1986’da ölümüne dek yazdığı bütün öyküleri Türkçeye kazandırma amacını taşıyor...

Ve Türkiye’de 1995’de yayınlanan YEDİ GECE adlı konuşmalarının derlendiği bir kitap daha var. Bu kitabın tanıtımını da Alaistair Reid ‘den öğrenelim..


YEDİ GECE

Borges bu kitapta yer alan yedi konuşmayı belirli aralıklarla 1977 yılının Haziran ve Ağustos ayları arasında Buenos Aires’teki Teatro Coliseo’da yapmıştı. Boy Bartholomew, kitabın 1980’de ilk basımına yazdığı “Sonsöz”de, Borges’in konuşmalarını birçok kişinin banda aldığını, bir süre sonra bu konuşmaların korsan plaklarının piyasaya sürüldüğünü, ardından da Buenos Aires’teki bir gazetenin edebiyat ekinde kesilip biçilerek yayımlandığını anlatıyordu. Bartholomew iki yıl kadar sonra konuşmaların değişik bir basımı üzerinde çalışmaya koyuldu...Borges konuşmaları titizlikle gözden geçirerek basıma hazırladı.
Edebiyat alanındaki başka birçok kimliğin yanısıra konuşmacılık, neredeyse son kırk yıldır Borges’in yaşamında çok önemli bir yer tutmuştur. Tıpkı öbür yapıtları gibi konuşmaları da onun dünyasını ağ gibi saran bağıntıları biraz daha aydınlığa kavuşturmuştur...1946’da kent dışında bulunan kitaplıktaki işine son verildiğinde bu tür konuşmalar, Borges’in yaşamında geçim kaynaklarından biri olup çıkmıştı. Ama yazılı metin okuyamadığından konuşmalarını annesinin yardımıyla hazırlamak, sonra ezberlemek zorundaydı. Bu yüzden, başlangıçta bu işten biraz ürkmüştü. Ama konuşmalarında kullanacağı metinleri belleğine kazıma zorunluluğu Borges’in çok işine yaradı...Çünkü körleşmesi yavaş yavaş ilerlerken, kaynaklardan ve alıntılardan oluşan koskoca bir özel kitaplığı deviriyordu...Diyelim şimdi bir soru sordunuz; kafasının içindeki kitaplar arasında geziniyormuş gibi şöyle bir duraklayacak, hemen ardından okurlarının çok iyi bildiği o özel kolleksiyondaki temel metinlerin birinden bir dize attıracaktır. Konuşmalardan bazıları artık o bellek kitaplığındaki yerini almış bulunuyor...Sözgelimi Dante üzerine konuşması...Kimbilir kaç kez konuştu Dante üzerine, ama durmadan boyut değiştiren konuşmaların hiçbiri birbirine benzemiyordu...Söz konusu konuşmaları artık Borges külliyatının bir parçası saymak hiç de yanlış olmasa gerek...
Borges yetmişlerden bu yana Avrupa, Latin Amerika ve ABD’de birçok yeri dolaştı., buralarda kendinden çok şey kattığı konuşmalar yaptı...söyleşilere katıldı...konuşma deneyimi oralarda çok işine yaradı.. Çünkü edebiyata ilişkin özlü düşüncelerden, sayısız alıntılardan oluşan engin bir birikim edinmiş, unutulmaz söyleşilerde bulunmuştu...

Borges karşısındakini derinden etkileyen bir insandır. Özellikle son on yıldır televizyonda epeyce göründüğü için, okurların gözünde yazdıklarıyla iyice bütünleşmiş, dahası kendisiyle yazdıkları arasında neredeyse en küçük bir ayrım kalmamıştır. Son zamanlarda ölçülü biçili konuşmalardan çok, keyifli söyleşileri yeğleyen Borges, ana konu ne olursa olsun beklenmedik alanlara kayıyor, o saat aklına düşen bir takım bağlantılar örüyor, böylece anlattıkları, O’nun ilgi alanlarının şaşırtıcı akışı içinde umulmadık boyutlara erişiyordu...Bıkmadan usanmadan sürdürdüğü yolculuklardan şöyle söz ediyordu...”Buenos Aires’te günler birbirine çok benzer... Oysa yolculuğa çıktığın zaman, devamlı koltuk değiştirirsin....Karşında bir cin beliriverir..yazdıklarınla ilgili bilgece sözler söyleyip gözden kaybolur...ama hemen ardından bir cin daha çıkagelir...bu da sana büyük bir çeşitlilik sağlar..”

Borges söyleşilerde ele avuca sığmaz, kılıktan kılığa giren biridir. Yazılarında dilin bir eğlence olarak sunulmasına karşılık, konuşmaları çoğu zaman bir oyun olur çıkar..Bir ironiler gösterisine dönüşür..Konuyu bile bile saptırmadan edemez. Ortaya ilk ağızda herkese aykırı gelen bir görüş atar, sonra da o görüşe akla uygun açıklamalar getirir. Ansızın “Aslında bütün edebiyat çocuklar için,” der, ardından hemen bu savı parlak bir biçimde savunmaya koyulur. Borges’in konuşmalarındaki düşünceler kendine özgü bir yol izler.. O’na soru yöneltirken akıllıca davrananlar, O’nun düşüncelerinin akıp gitmesine olanak tanımışlar, böylece ortaya çok canlı bir konuşma çıkmıştır.. Borges olmadık bir nedenle Oscar Wilde’dan bir alıntı yapar, sonra da durmadan belleğindeki kitaplığa başvurarak Wilde’dan, Fransız dilinden , Cenevre’de okuduğu günlerden, Calvin’den, İskoçlardan sözetmeyi sürdürür. Bir de bakarsınız her şey birbirine bağlanmaktadır. Ama kültürlerin, edebiyatların, dillerin ve zamanın içinde gezinerek.....


YEDİ GECE’de yer alan bu konuşmaların hepsi de Borges’in çok değişik ilgi alanlarındaki geçişleri, düşüncelerinin ve belleğinin akılcılığını gözler önüne sermektedir.. O’nu kavrayabilmek için, Borges’in gözünde edebiyat yaşantısının gerçek yaşantıdan daha canlı ve etkileyici olduğunu, daha doğrusu bu ikisi arasında çok belirgin bir ayrım olmadığını kavramak gerekir.. Okuduklarından öylesine derinden etkilenir ki, kitaplardan ve yazarlardan, gezdiği yerleri, çıktığı yolculukları anlatıyormuş gibi sözeder. Edebiyat aracılığıyla zaman içinde yolculuğa çıkabileceğimizi ve daha bir insan olabileceğimizi savunur.. Borges’in elifbesidir bu.. Dolayısıyla, Borges’in konuşmaları,

“Karabasan”larda olduğu gibi, kafasını kurcalayan bir konunun izini sürer durur: kişisel anılardan yazarlara geçerken; başka yazarların kullandığı metaforların kendisine dönüşür..oradan dile uzanır...

O’na göre eleştiri, yaratıcı edebiyatın bir dalından başka bir şey değildir..Zeka kıvraklığı eleştirmenlere bulunmaz bir malzeme sağlar..ama o edebi yargılara kulak asmaz...O’na göre doruğundaki bir edebiyat, okurda saygılı bir hayranlık uyandırır. Bir şiirden, çarpıcı bir imgeden, güçlü bir bölümden doğan tedirgin edici bir şaşkınlık yaratır. Borges’in bazan asombro, bazan da sagrada horror dediği bu duygunun bir tür huşu olduğunu da söyleyebiliriz. El attığı yazarlar ona bu duyguyu yaşatmış yazarlardır.. Nitekim Borges’in yapıtlarının en ayırtedici özelliği, gerçekliğin keskin uçları birkaç tümcede kuşkuyla titrediğinde o duygunun neredeyse elle tutulur bir niteliğe bürünmesidir. Konuşmalarıysa bizim bir başımıza çıkamayacağımız bambaşka edebiyat yolculuklarıdır.


Borges’in varlığı kimileyin gizemli bir boyut kazanır; bazen kendi metaforlarını yaşıyor gibidir...Yıllar önce söylediği bir sözü anımsatmaya kalkın hemen yadsıyacaktır...O sözü kesinlikle öteki Borges’in söylemiş olabileceğini ileri sürecektir. Yaşayan Borges’in sıkı sıkıya bağlı olduğu öteki Borges’i şiirlerinden, düzyazılarından tanırız; ama Borges söyleşilerinde iki Borges arasındaki ayrımı iyice vurgular ve doğrudan duyumsamamızı sağlar. O’nu dinleyenler yazılarının dalga boyunu daha iyi kavrayabilirler.
ALASTAİR REID/Türkçesi: Celal Üster


Biraz da “Zahir” öyküsüne değinelim...

“Her şeyin en belirgin niteliği karışıklık olan evreni önerdiği gözönüne alınırsa, yeryüzünde basit bir tek sayfa, basit tek bir sözcük yoktur.” sözü Borges kurmacasının odağına götürür bizi... Evreni bir kum tanesinde görmek... Bu düşünce yalnız Borges kurmacasının değil, Borges dünyasını, o dünyayı oluşturan küçük bir öğeyle kavrama amacını taşıyor. En belirgin niteliği karmaşıklık olan, çok koridorlu bir labirentteki aynalardan yalnızca birine dönüyor yüzünü; “Zahir” i görüyor...

“Zahir” O’nun felsefe ile, özellikle idealist felsefe ile olan ilişkilerini, kültürlerarası düşüncelerden dokuduğu ağı yansıtan öykülerden biridir.

Bir kurmaca yazarı olarak, idealizme gerçeklikten çok daha yakındır. Düşüncelerimiz, gerçekliğe ilişkin bilgilerimizdir. Nesnelerin, daha doğru deyimle “şeylerin”, somut-soyut herşeyin, düşüncemiz dışında hiçbir varlıkları yoktur. Borges’in kurmaca evreni de kendi dışında bir gerçekliğe göndermez okuru... Gerçeklik kurmacanın içindedir. ..Hatta kurmacanın ta kendisidir.

Yıllarca aynı simgelerle aynı izlekler içinde dolanıp durur...Bu “aynı”lığı yazına bakışıyla açıklar.O’na göre sınırlı sayıda simgelerden, izleklerle örüntülerden oluşur. “Yeninin olanaksızlığına, her şeyin sonu gelmez bir yinelenme içinde yer aldığına inanır: “Dünyayı oluşturan tüm atomların sayısı kuşkusuz pek çoktur, ama belirlidir. Demek ki evrendeki değişiklikler de belirli ve çok sayıdadır.Eğer sonsuz zaman içinde bir kez olası değişikliklerin son noktasına varılırsa bu durumda evren kendini yineleyecektir” diye sonsuz döngü öğretisiyle bu görüşünü destekler...

KAYNAK: www.yazimhane.org